Aşık olmayan âdem / Benzer yemişsiz ağaca. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Hayret ve dehşetle kendi kendine konuştu: “Korkunçtu, tamamen korkunç! Bir daha mı asla! Asla, aynada yüzleşmeyeceğim kendimle! Ürperdim. “Bu ben olamam,” diye böğürdüm. Kulaklarım uğuldadı. Kalbim yerinden çıkarcasına çarptı. Beynimin derinliklerinde, metafor gibi gizemli bir şey kalbime tempo tutarak çınladı. Yanaklarım alev alevdi. Kan beynime sıçradı. Yüreğim ağzıma geldi ve onu çiğnedim. Yalnızdım, aynanın karşısında yapayalnız… Bir ben vardım orada, bir de ben! Tanrım, bu ben olamam! Bu aynadaki iblisi sen yaratmış olamazsın! Ne vakit bu canavara dönüştüm? Nasıl oldu bu?” Bu anlatılamaz duygunun içinde yılan gibi kıvranırken balkona çıktı. İyi biriyken nasıl bu kadar pis, habis bir yaratığa dönüşmüştü? Caddeye yöneltti bakışlarını ve tükürdü. Yaptıklarına ayna tutup bakması ne bok olduğunu gösteriyordu işte! Güneşin önünü bulutlar kapladı ve yağmur başladı. Sidik gibiydi yağmur, irin gibi! Ya da her şeyi kirleten gözleriydi... Elini balkonun koruluğuna tüneyen şeytan suratlı heykelin kel kafasına koydu. Bir an gözü heykele kaydı “Bu bile benden daha iyi görünüyor,” diye düşündü Sayıklamayı sürdürdü: “Ben neydim? Kimdim? Kaçıncı soruşum bu soruyu kendime? Evet hatırlıyorum, zaman hırsızıyım ben! Saatlere karşı takıntım vardı ve gördüğüm her kol saatini çalıyordum. Bir saat manyağıydım. Beni cezbediyorlardı. Üç özel kol saatini arıyordum. Biri zamanı geçmişe sarıyordu, diğeri geleceğe götürüyordu, sonuncusu da- yani saf beyaz olup da akreple yelkovanı bulunmayan- zamanı donduruyordu. İçerideki kadını da bu yüzden mi öldürdüm? O saatlerden birini çalmak için mi katil oldum, ya da zaten katil miydim? Şu saati kontrol etsem iyi olacak…” Sakin adımlarla odaya girdi. Ayak sesi, küf kokulu odada çınladı. Ahşap zemin gıcırdadı. “Neler yapmışım böyle, zemine şarap gibi kan dökülmüş. Kadının tek kolu nerede? Heh, işte orada, koltuğun üzerine atmışım. Şu saate bir bakalım.” Pürbeyaz ve kaskatı kolu eline aldı; buz gibi deriyi avucunda hissetti. Sanki sıradan bir şeyi tutuyordu. Serçe parmak en içte, yüzük parmağı az ötesinde, orta parmak onun da ötesinde; içten dışa doğru açılıyor ve işaret parmağı bir kalem gibi ileriyi işaret ediyordu. Kolun omuz tarafında ise durum oldukça vahimdi. Gevşekçe sarkan etler ve boşlukta sallanan kurumuş damarlar kâbusları süsleyecek nitelikteydi. Dış deride, helezonlar çizen kırışıklar göze çarpıyordu. Bu durum, kıvırıp kanırtarak koparıldığının açık göstergesiydi. Saati çıkarmadan inceledi ve “Gayet güzel görünüyor ama sadece pahalı bir pislik! Bu kadran, değil zamanla oynamak, yavaşlatamaz bile,” diye söylenerek saati salonun ortasındaki cam masaya fırlattı. Kalın camda küçük bir çatlak oluştu. Yavaşça ferforjeli pencerenin önüne gidip perdeyi açtı. Günahkârların uğrak mekanı Yogiblis Şehri, hafif bir eğimle alçalarak büyükçe bir kâseye dönüşüyordu. Yüksek binaların arasında yılankavi dolanan sis, Nuh’a kadar uzanan yaşlılıktaki ölü şehrin üstünü örten çarşaf gibiydi. Şehre bakmasına rağmen sisi görmüyordu. Zihnine akbaba gibi tüneyen düşünceler tarafından parçalanıyor, yüzü şekilden şekle giriyordu. “Yok, hayır, ben zaman hırsızı değilim, kesinlikle değilim! Peki ya neyim? Kimim!” Pencereden uzaklaşıp yeniden ayna karşısına geçti. Kendini zorlayarak baktı. “Bu yaratık, insanlık dışı varlık ben olamam. Lanetlenmiş gibi, mezardan kaçmış, dahası cehennemden kovulmuş gibiyim! “Bu ayna, bu görüntü belki de bir ipucu. Bu iğrenç aksimin altında şeytanlığım yatıyor olabilir mi? Kim bilir, ayna ruhumun güzelliğini evirtime uğratarak beni lanetli bir mahluka çeviriyor da olabilir. İmkansız! Eğer iyi biri olsaydım kadını öldürmezdim, değil mi? Tabii ya, iblislerden biriydim ve Tanrı’ya yalvarmıştım; o da beni insana dönüştürmüştü. Yeşil gözlü bir insana... Tek şartı vardı: günah işlemeyecektim. Ama kadını öldürdüm, yani büyük bir tane işledim! “Anımsıyorum, dağdaydık ve her taraf bembeyazdı. Ona saldırdım; tecavüz edecektim –alt tarafı bir fahişeydi, ha bir eksik ha fazla…- ama o benden kaçmayı tercih etti, lanet olsun! Yakalayınca da… Hayır, bu doğru olamaz! “Doğru değilse bu sırtımdan çıkan ateşli kanatlar nesi? Ya kızıl tenim, ya da yeşil gözlerimin ardında yanan alev? Şu yerde yatan kadının ölü eli bile benimkinden daha güzel değil mi? Kanca gibi siyah, mantarlı tırnaklarım? Yüzümde bir o kadar… Yeteeer!” Pençe gibi elini aynaya geçirdi ve duvardan söküp yere çaldı. Bağırdıkça kızıl hücrelerinin arasında kıvılcımlar belirdi; git gide alevlendi. Vücudundan çıkan alaz bedenini sardı yükseldi. Ateş, veba gibi hızla yayıldı. Perdeler, koltuklar, abanoz kapı; tamamı saman gibi tutuştu. Oda, alevlerin hükümranlığında kızıl cehennemi andırıyordu. Birden çığlığına karışan bir ezgi duydu. Cılız bir mırıltı. Gittikçe yükselen bir ilahi. Tanrı âleminden dökülen su tozları gibi. Alevler yavaşça dindi. Sustu ve sese kulak verdi. Kızıl bedeni ürperdi, titredi. Her şeyi unuttu. Canı yandı ama aldırmadı. Sadece sesi düşündü. Tuhaf bir koku geldi burnuna, umursamadı. Yeşil gözlerinden yaş süzüldü. Belini dışbükey kırarak yüzünü ve göğsünü tavana yöneltti. Ağzı çığlık atarcasına açıldı. Kolları aşağı sarktı. Bedeni eridi. Yüzünden süzülen et, parmaklarının ucundan yere aktı. Gözlerini kapattı ve sese kulak kabarttı. Günlerce bedeni damla damla eridi. Yaklaşık birkaç hafta sonra gözkapaklarını açtığında tavandaki bir görüntüyü izler gibi yukarı baktı. Gözleri korkuyla doldu. Müzik durdu ve bir kadının sesi duyuldu. Kendini bıraktı ve sırt üstü yere düştü. Büyük bir gümbürtü koptu. Kadın, sağ kolundan tutarak onu kaldırmayı denedi. Bu, kolunu kopararak öldürdüğü kadındı. Dehşetle elini çekti ve ayağa kalktı. “Her şeyi hatırlıyorum,” diyerek odasına koştu. Hızla bir dolabı açtı ve boyalar çıkardı. “Bir ressamım,” diye söylenerek tuvali alıp odaya geri döndü. Kadın şaşkınlıkla onu izliyordu. Kırdığını zannettiği ayna sapasağlam karşısındaydı. Aksindeki sağlıklı bedenine bakıp kendine göz kırptı. Hızla boyaları hazırlayıp bir resim çizmeye koyuldu. Tavanda bir şey varmış gibi sık sık yukarıya bakıyordu. Sanki çizdiği şey tavandı. Kadın, yapılan resme bakmak için yaklaştı ama adam izin vermedi. Tabloyu bitirince de “Yogiblis’e gitmem gerek; sen eve göz kulak ol tamam mı? Sakın ola eve müşteri atmaya da kalkışma,” dedi. Kadın son söyleneni elinin tersiyle savuşturup Yogiblis’i sordu; öyle bir yer olduğunu ilk kez duyuyordu. “Günahkâr ve lanetlenmişlerin şehri.” Bir an duraksadı; sanki bir şeyi söylemekte kararsızdı. “Geçtiğimiz on dakikayı birkaç hafta gibi yaşadım ve ne gördüklerimi ne de duyduklarımı hayâl bile edemezsin. Gelecek hafta, yaşayan hiç kimsenin görmediği bir şey olacak. Daha önce de gerçekleşti ama bu defa ki sonuncusu sanıyorum.” “Ne olacak, açıkça söyler misin, Noyan?” kadın merakla sordu. “Gel ve yaptığım resme bak. İşte bu...” Güneş, kızıl boya küpünden çıkarılmış top gibi geniş boşluğun ötesindeki şatonun ardına süzülüyordu. Kavrulmuş toprağın orasında burasında lav hâlinde nehirler akıyor ve tek tük sivri kuleli yapılar ihtişamla dikiliyordu. Terkedilmişliğin kasvetli loşluğunda, siyah duvarlar kızıl güneşin son ışıkları altında âdeta yanıyordu. Ve dahası… Yüzlerce çıplak beden gökten meteor gibi düşüyordu. Kadın, erkek, çocuk ya da bebek; hepsi kanlar saçarak iniyordu. Binlerce vücut üst üste yığılmış, ölü bedenler denizi gibi ufka kadar uzanıyordu. Şato ya da diğer metruk yapıların dibindeki cesetler diğerlerinin üzerine basarak dik duvarlara tırmanıyor; çoğu başlar geriye dönmüş, kollar kırılmış, yere çarpmanın etkisiyle kafalar patlamış, mideler yarılmış ve içleri dışına çıkmış, solucan gibi kıvranıyordu. Kirli bedenlerin yüzü keder ve çaresizliğin altında hortlakları andırıyordu. Kadın korkuyla çekildi. Sanki yüzlerce yıllık bir mezarı açmış ve yüzüne yoğun bir duman püskürmüştü. Gözlerinden, dehşetin o unutulmaz anlarından birini yaşadığı belliydi. Hafızasından silmeye ömrünün yetemeyeceği tek bir an… “Tanrım, nedir bu?” sesi kısık ve korku doluydu. Adam gözlerini yeniden resmi çizerken baktığı tavana dikti. Fısıltıyla mırıldandı: “İnsan Yağmuru.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Serkan Köse, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |