Yer, gök, kış, kıyamet. Günler kısaydı; hemencecik akşam oluvermişti işte. Ev ile ahır arasında mekik dokuyordum. Bir Canıman’ı, bir de atı yokluyordum. Ata suyunu, yemini verip tekrar kızın yanına koştum. Çocuğun öksürüğü devam ediyordu. Anası yakama yapıştı; daha ne bekliyorsun, ölsün mü istiyorsun diye bağırdı. Ahıra boşuna mı gidiyorum hanım, atı hazırlıyorum dedim. Şafak sökerken çıkarız yola. Çorba yapmış, kıza içirmeye uğraşmış. Sıcak çorbadan içtim. Canıman öyleyken çorba zehir zıkkımdı bana. Erkenden yola çıkacağız diye erkenden yataklar serildi. Uyuyamadım bir türlü. Bir sağ bir sol derken çıktım yataktan, ahıra yollandım. Fenerin ışığında atın o iri gözleri bir başka bakıyordu sanki. Ben hazırım dercesine süzüyordu beni. Biraz daha yemledim, su verdim. Kızımla büyümüştü. Kızımın kardeşiydi canım atım. Hiçbir zaman bizi yarı yolda bırakmadı. Canıman’a döndüm. Gözlerini yummuştu ama hâlâ öksürüyordu. Elimi alnına koydum. Yanıyordu çocuk. Sabah olmak bilmedi. Geceler uzundu, iyice uzadı. Biraz uzanayım dedim, dalmışım. Güzel bir ney sesiyle uyandım. Lodos damımızın kamışlarını çalıyordu. Çok acıklı bir şeydi çaldığı. Canıman’ın öksürüğü de eşlik ediyordu bu hüzünlü sese. Ağlamamak için dudaklarımı ısırdım. Tekrar ahıra indim. Atımı sevdim. Şafakta gidiyoruz, hazır mısın dedim. Hazırım dercesine salladı başını. Sonra yine Canıman’ın başucuna vardım. Gözlerini açmış baygın baygın tavana bakıyordu. Saçını okşadım, sevdim kızımı. Az kaldı kızım diye avuttum onu. Saati kim kaybetmiş de biz bulalım. Horozların canı sağolsun. Ötmeye başladılar işte. Hanım hemen uyandı. Yiyebilirsek tabii, o kahvaltı hazırlarken ben de dışarıyı yokladım. Hava biraz yumuşamıştı. Ama rüzgâr damın kamışlarıyla çaldığı ağıt düetini sürdürüyordu. Hanım da ben de çorbaya bir iki kaşık çalabildik. Kız içemeyince biz de içemedik. At ahırda hazırdı. Çıkardım, eyerini taktım, evin önüne bağladım. Bu arada evde ne kadar yünlü giysi varsa hepsini Canıman’a giydirdim. Üstüne de kürk örttüm. Dededen kalmaydı bu kürk. Kürk dediğim koyun postu. Hanımla ben de sıkı giyindik. Hepimizin sadece gözleri açıktaydı. Nihayet ata bindik. Meşakkatli yolculuğumuz başladı. Donmak vardı, kurtlara yem olmak vardı ama hekime varıp çocuğu kurtarmak da vardı. Kasaba çok uzaktaydı. Bu havada daha da uzaktı. Atımız Tavkan hep aynı tempoda gidiyordu. Ata bu adı daha o tayken Canıman vermişti. Ahırda tavuklar da vardı. Tavuklar tayın sırtında olurlardı hep. Biz ata tay derken o da tavukların tayı anlamında Tavkan diyordu dili döndüğünce. Hayvanın adı öyle kaldı. Tavkan yere bakıyorsa işler yolunda demekti. Göğe bakıyorsa da mutlaka bir terslik olurdu. Çok şükür ki yere bakıyordu, işler yolundaydı şimdilik. Bir hayli yol aldıktan sonra lodos karayele döndü, yüzümüze doğru esmeye başladı. Her taraf buz kesti. Atı biraz hızlandırdım. Bunu sanki Tavkan istemişti. O hızlandıkça karayel de hızlandı. Zemheri ayı kurtların aç olduğu zamanlardı. Canıman kürkün içinde kucağımdaydı. Bir korku sardı yüreğimi. Kıza da bulaştı bu korku. Baba eve dönelim, ben iyileştim, ne olur geri dönelim diye yalvarmaya başladı. Evet dönelim yavrum, iyisin, iyileştin artık, dönüyoruz dedim. Soğuğun etkisiyle ateşinin düştüğünü, kendine geldiğini düşündüm. Biraz daha gittikten sonra yine konuşmaya başladı. Baba eve kaç saatlik yol kaldı, daha gelmedik mi diye ara ara sordu. Az kaldı, bak köyümüzün kavakları görünüyor yavrum diye yine kandırdım onu. Tavkan’a baktım, durumu iyiydi, halinden memnun görünüyordu sadık dostum. Soğuk iyice arttı. Ortalıkta tek canlı yoktu bizden başka. At yine hızlandı. Tahminim beş altı saat gittik. Az kaldı, az kaldı diye teselli etmeye devam ettim Canıman’ı. Nihayet dağ göründü. Yolu yarılamışız. Tavkan’la bu yolu çok gidip gelmiştik ama bu mevsimde yola çıkışımız ilkti. Sadece Canıman’ı değil Tavkan’ı da ihmal etmiyordum. Haydi atım, haydi güzel Tavkan’ım diye ona da moral veriyordum. Ben öyle dedikçe o da hızlanıyordu. Atım terledi. Hava buza kesiyordu öyle ki atımın teri damla damla donup yere düşüyordu. Sıcak ter bir sonraki donmuş teri yere atıyordu. Terin donuyla gidiyordu Tavkan. Birden hava karardı sanki. Bir fırtına, bir kar, tipi; eyvah dedim kendi kendime, yolumuzu mu şaşırdık acaba? Atın dizginlerini bir oyana, bir bu yana çekiyorum olmuyor. Göz gözü görmüyor. Kaybolduk işte. Ne tarafa gideceğimi bilmiyordum. Tipi de göz açtırmıyordu. Dedemin atlarla ilgili anlattığı bir şey geldi aklıma. Hasattan sonra atları serbest bırakırlarmış. Atlar, kar yağana kadar dağda, meralarda kalırmış. Kar yağınca da evin yolunu kendi kendilerine bulurlarmış. Ben de atın dizginlerini saldım. Her şeyi Tavkan’a bıraktım. Nasıl olsa o yolu bulurdu. Biraz gittik. Her yerimiz kar oldu. Yolculuk kar kıyamet devam ediyordu yani. Galiba dağ gerimizde kalmış, önümüz vadiye çıkmıştı. Kar kesilince nihayet nerede olduğumuzu görebildik. Canıman yine, baba ne olur eve gidelim diye sayıkladı. Cevabım hep aynıydı. Tamam kızım, geldik sayılır. Ben, acaba doğru yolda mıyız diye düşünürken Canıman da sürekli yalvarıyordu. Sağa sola baktım. Ufukta sarı kirli bir duman göründü. Doğru yoldaydık galiba. Çünkü bu duman büyük kışlanın soba dumanıydı. Büyük kışla da kasaba demekti. Artık varacağımız yere varmıştık. Canıman son kez seslendi; baba geldik mi? Geldik kızım geldik diye coşkuyla bağırdım. Gelmiştik ama niye bilmiyorum içimdeki ölüm korkusu bir türlü geçmiyordu. Kasabanın ışıkları içime bir sevinç salsa da bu böyleydi işte. Tavkan zaferini kutlar gibi tırısa kalktı. Hakkıydı sevinmek. Çünkü bizi getiren oydu. Daha önce iyi havalarda birkaç kez geldiğimiz için bilmişti yolu. Aferin atıma. İnandı, kazandı. Bu başarı, terin donuydu. Devlet Hastanesi’nin kapısındaydık artık. İçeri ana baba günüydü. Civar köylerden gelenler değildi herhalde hepsi. Çünkü Canıman böyle ağır olmasa hayatta çıkılmazdı yola bu havada. Kasabanın hepsi hasta mıydı yahu. Bir yarım saat sonra girebildik doktor odasına. Kürkü çıkardım. Kız sanki kucağımdan aktı. Doktor perdenin arkasındaki sedyeyi işaret etti. Oraya yatırdım Canıman’ı. Çocuk buza kesmişti. Doktor çok zalimdi. Bu ölmüş dedi; hem de beş altı saat önce. Boğazına yapıştım, var gücümle sıktım gırtlağını. Ölü hiç konuşur mu ulan diye bastım feryadı. Allah aşkına söyle ölü konuşur mu? Canıman’ım, canımın canı yol boyunca konuştu benimle. Ciğerim parçalanıyor, dilim haykırıyordu. Ne olur söyle doktor, ölü konuşur mu? Canıman öldü müüüüüü?