05.04.2007 16:39:03
|
|
| |
Odadan alevler fışkırıyor…
Çinçin bağlarının dar sokaklarından, yokuş tırmanıyorduk…
Sokaklar mezbelelik, her tarafta pis kokular, burnumuzu kuşatıyordu…
Evler tamamen gecekondu, kapılar rast gele ve farklı merdivenler bulunmaktaydı.
Sokakta oynayan çocukların, bulundukları hal, ailelerinin geçim notları durumundaydı…
Kimisinin yanakları kızarmış, kimisinin burnu akmış, kimilerinde ise kahkaha katlıydı…
Arkadaşım Fevzi ile konuşarak ilerliyorduk.
Ankara’nın Altındağ ilçesinin dış kapı semtinde, bulunan Dr. Sami Ulus çocuk hastanesinin, hemen yanından sağa dönerek ilerliyorduk.
Birkaç yıldır göremediğim ablama, ziyarete gidiyorduk. Bir müddet sonra gelmiştik…
Merdivenler ahşaptan yağılmıştı, her bir sesi fazlasıyla yansıtıyordu…
Canım ablam içerde misafiriyle oturuyordu, pencereden görüyordum.
Misafir yabancı değildi, Dr. Aynur teyzemdi.
Bizleri görünce çok sevindiler ve sizi, hangi rüzgâr attı demişlerdi.
Sarıldık, soluklandık, hatır sual ettik…
Ablam bir müddet sonra, müsaade isteyerek mutfağa geçti.
Bir hazırlık yapacağı belliydi.
Ablamların kiracı olarak oturduğu ev, diğer evler gibi ahşap ve gecekonduydu.
Bir aralık, yatak odası ve birde misafir odası bulunuyordu.
Biz sohbeti koyulaştırmıştık.
Mevsimlerden sonbahardı, nispeten biraz rüzgâr vardı.
Bir tuhaf kokular geliyordu fakat
Bizler, mahallenin genel durumu böyle olmasından dolayı belki birileri bir ocak falan yakmıştır, onun kokusu diyorduk.
Bir müddet sonra ablam çığlık aymaya başladı ve sürekli dizlerine vuruyordu.
Biz biraz mesafe olduğundan, hemen koştum ve hayrola abla deyince,
Onun gözlerinin kaydığı yere doğru baktım.
Birde ne göreyim yatak odasından alev fışkırmıyor mu?
Hemen odaya girmek istiyorum, fakat ablam arkandan sarılıyor ve bırakmıyor.
Ancak durum çok vahim ve tamamen gecekondu, ahşap, sokaklar dar ve rampa…
İtfaiyenin gelmesi saatleri bulur ve tüm mahalle mahvolurdu.
Ablamın kollarını sert bir şekilde sıyırarak, odaya daldım ve kapıyı örttüm.
Yatak odasının penceresini de kapattım.
Çünkü oradan rüzgâr geliyordu.
Bir battaniye bularak, alevleri bunalttım.
Kapı ve arkasında asılı her bir şey polyester olduğundan yapışıyordu.
Gar dolap formika olmasına rağmen yanmıştı.
İçerden ablamın ağlayan sesi duyuluyordu.
Fakat ben asla aldırmıyordum çünkü durum gerçekten çok vahimdi.
Ellerimi açarak o jarse ve her neyse avuçlayarak, kapını dışındaki betona bırakıyordum. Birkaç sefer yapmıştım. Nihayet şükürler olsun ki Allah’a,
Yangını söndürmeyi başarmıştık.
Komşular akın etmişlerdi, fakat yapacakları pek bir şey yoktu, fevkalade tebrik ettiler.
Evlerimizi, yanmaktan sen kurtardın diyerek, dua etmişlerdi.
Ellerimin içi tamamen yanmış ve birçok yerimde su toplamıştı.
Yıl ise 1972 idi. Meğer küçük yeğenim kibritle yatak odasının kapısının arkasında ki,
Kıyafetleri bilmeyerek tutuşturmuş ve korktuğu için seslenmeden dışarıya gitmiş.
|
|
05.04.2007 16:37:50
|
|
| |
Oysa bir kızdı…
Moralsiz bir güne başlamıştım…
Her sabah işime giderken, bir haz alırdım…
İş yoğunluğu asla beni yıldırmazdı, severek yapardım…
Ekmek kapımdı, oyalanamazdım, sorumsuz olamazdım…
Sabah erkenden kahvaltımı yaparak,
Ayalimle vedalaşırdım…
Günlerden perşembeydi, o gün yoğunluğumuz ise zirvedeydi…
Muhtelif kaza raporları, ihlal haberleri,
Vatandaş şikâyetleri hat safhadaydı…
Geç bir saatte ancak öğle yemeğini yiyebilmiştim.
Bir çay söylemiştim…
Yeniden iş yoğunluğumla baş başaydım,
Sabırla evrakları inceliyordum…
Nihayet çayım gelmişti, büyük bir keyifle,
Yudumladım ve yenisini ısmarladım…
Çalışma odamın kapısını,
Sürekli açık bulundurmaya özen gösterirdim…
Gelen misafirlerin daha rahat edeceklerini,
Ve bekleyenlerin olmamasıydı dileğim…
Duyduğum bir sesle, evraklardan başımı kaldırdım,
Kapının orda genç bir bayan…
Buyurun derken, ilk kez beni bu denli çeken,
Bir çekim gücüyle karşılaştım…
Genç bayanın üzerinde ilk gözüme çarpan,
Vişne renginde çizgili bir triko buluz vardı.
Alt kısımda ise mavi kot bir etek süslüyordu.
Genç bayan doğrusu pek çok alımlıydı…
Ziyaretinin sebebi yalnızca bir tanışmak,
Ve yapılan hizmetler hakkında bilgi almakmış…
Genç bayan henüz mastır yapan bir kızmış,
Evliliği düşünmeye şimdilik fırsat bulamamış.
Kültür seviyesi fevkaladeydi,
Onunla konuştukça içim açılıyordu, çok dinleniyordum…
Dünyadan, Türkiye’nin öznesi İstanbul’dan konuşurken,
o mekânları adeta yaşıyordum…
Onun hiç haberi olmadan, kendi içimden,
Yavaş ve sessizce şunları geçiriyordum…
Ne olurdu bu genç bayanın refakatiyle, o aziz İstanbul’u,
Adaları, gül haneyi,
Beşiktaş’ı, Çamlıca’yı, Üsküdar’ı, Eminönü, galatayı,
Kız kulesi, Fatihi, Eyüp’ü,
Sultan Ahmet’i, Ayasofya ve Top kapıyı gezebilseydim.
Tarihi anekdotları servetifünün diliyle anlatıyordu.
Divan edebiyatının o nezih sayfalarını, o kadar titiz karıştırıyorduk ki,
o devri yaşıyorduk.
Kısa bir zaman içinde, bu genç bayanla dost, arkadaş olduk.
Sanki evvel ahirde ruh ikiziydik.
Fevkalade nezaketli, son derece naif bir edep timsaliydi.
Nevi şahsında bir İstanbul hanımefendisiydi.
Ne kadar büyük bir değerdi.
Harikuladeydi.
Örnek bir şaheserdi.
Fiziki güzelliğini asla ön plana çıkartmıyordu.
Yanakları kızarıyordu.
Konuşurken adeta bir buket sunuyordu.
Meğer ne kadar çok ortak paydalarımız varmış.
İşte sadece bir kız olmasına
Rağmen, tarihi hakikati, edebiyatı, kentlerin sosyolojik dokularını,
İnsan manzumelerini ortak paydalarımız olduğu için sadece paylaşmıştık.
O günden bu güne ortalama on yıl geçti…
İşte sadece bir kız olan bu bayan, gönlümü fethetmişti.
Nerde bulunuyorsa kulakları çınlasın.
Bugün itibariyle her nerede olduğunu bilsem,
yine paylaşmak adına görüşme talep ederdim.
İnanıyorum ki, onun nesli son derece münevver
ve erdem sahibi kişiler olacağına inanıyorum.
Gıyabında onu sevgiyle anıyorum, huzur,
Güven ve itminanlık onu asla yalnız bırakmamasını Cenabı Haktan,
Temenni ediyorum ve diliyorum…
|
|
30.03.2007 17:07:36
|
|
| |
O yıllar!
Muhtelif şehirleri gezerek, satış mümessilliği yapıyordum. Bir firmanın baharat pazarlaması ve taleplerin karşılanması amacıyla, Niğde, Bor, Mersini bitirdikten sonra nihayet Adana’ya gelmiştik.
Akşam olduğunda, Adana ilinde konaklama yeri olarak, pehlivan otelini seçmiştik.
Otele yerleştik, geniş bir odası ve caddeye nazır geniş pencereleri bulunuyordu, biraz dinlendikten sonra ilk iş olarak; Kayseri de ki gelişmeleri merak ettiğim için telefon açtım.
En son durum hakkında bilgi aldım, müspet olarak seyrinde gidiyormuş, bu bakımdan rahatlamıştım.
İki gün sonra, otel personelinden haber geldi, dışarıya çıkmak yasaklandı dedi. Bizde ihtiyari olarak hayırdır yine ne oldu diyerek görevliye sorduk?
Çünkü olağan üstü hal uygulandığından, askerin hali hiç belli olmazdı, her zaman yaptırım gücü bulunduğundan, gerektiği zaman asla kaçınmaz ve hemen yetkilerini uygulardı.
Dolayısıyla bir yere bombamı atıldı veya baskın mı oldu, neler oldu ki iki, üç gün otelde mahsur kaldık.
Nihayet öğrendik ki, askerlerin on yılda bir alışkanlık haline getirdikleri meşhur ihtilalleri olan harekât, devreye konmuş, parlâmento lâğvedilmiş, siyasi partiler kapatılmış, liderlerine tutuklama talimatı çıkmış. Önceden tespit edilen, her yere baskınlar düzenlenerek, zanlılar yakalanıyor ve televizyon vasıtasıyla millete güven pompalanıyordu.
Bu konularda vatandaştan, özellikle askerlere yardımcı olunması isteniyordu.
Ne enteresandır ki bir anda, vatanın her sathında ve her yerde silahlı eylemler bitmişti!
Zanlılar hemen tutuklanarak, hapishaneye konmuşlar fakat ihbarı delil telakki ederek suçlanan insanı falakaya yatırmak, tazyikli su sıkmak, askıya bağlamak, dizlerin arkasına beşe-on tahta koyarak ördek yürüyüşü yaptırmak en hafif sorgulama yöntemleri olduğu malum.
İşkenceye dayanamayıp itirafta bulunanlar ve suçu kabul etmek zorunda bırakılanlar her zaman olmuştur. Ne derlerdi: “kurunun yanında yaşta yanar”diye.
Askerler toplu temizlik yaptıklarından kendilerine göre malum suç odakları bulunmuş, terör ve anarşist olaylar bir anda kesilivermiştir. Dolayısıyla huzur ve sükûn adeta askeri ihtilali bekliyormuş, zira hiç vakit kaybetmeden bulunması gereken biçimde yerlerini almışlardı.
Daha önce de olağan üstü hal vardı, devlet güvenlik mahkemeleri mevcuttu, böyle bölgelerde emir komuta zaten askerlerin elindeydi
Neden o zamanlar askerler sessiz kalıyorlardı?
Neden her yerde baskınlar ve öldürmeler devam ediyordu?
Niçin bu olayların önü alınamıyordu ve nelerin oluşumu bekleniyordu?
Bir o kadar zulüm ve talana, gaspa, ayaklanmalara, göz yumuluyordu?
Suçsuz insanların harap olmalarına niçin sadece seyrediliyordu?
Toplumun güçsüz kalması ve panik yaşaması kimlerin işine yarıyordu?
İnsanların çaresizlik içinde bulunmaları ve birilerinden medet umması, hangi kurumların işine geliyordu? Vatandaşların devletine karşı güven bunalımına düşmesi neden sağlanıyordu?
Parlamentoya ve milletin seçtiği vekillere karşı güvensizlik niçin sürekli pompalanıyordu?
Bunca yozlaştırılma ve huzursuzluk birilerinin meşru olmayan harekâtlarına meşruiyet mi kazandırıyordu ve niçin özellikle bu ortam bekleniyordu.
Askerler aynı görevde bulunuyorlar ve kendilerine göre vazifelerini ifa ediyorlardı.
Zaten mecliste bir anlamda, zımnen de olsa onlardan sürekli çekiniyorlardı.
Askerler ne istediler ki yerine getirilmiyordu, malum devlet bütçesinden en fazla payı dahi, yurt savunması dâhilinde onlara ayrılıyordu!
Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları, hangi bir vakit yürütmenin başı olan bir başbakan kadar, basın mensupları tarafından mercek altına alınarak, sorgulanıyor ve takip ediliyorlardı, hadlerine mi düşmüş, bu nasıl mümkün olur?
Türkiye’nin en önemli mevkileri ve şehir içindeki hayatiyet atfeden yerleri, bu insanlar istediler veya talep ediyorlar diye, en ivedi bir şekilde, mesai mevhumu gözetilmeden, bunlara tahsis edilmiyor mu?
Ve sosyal tesisler yapılarak, millette yasaklanarak, yüksek duvarlarla gizlenerek, yetmedi nöbetçiler dikilerek, toplumdan çok farklı ve kopuk, özerk bir statüye bürünerek, merak edilen olmayı başarmak ne büyük bir zafer!
Böylece kuvvet dengesini elde etmek ve her zaman, yön veren konumunu üstlenerek, uygun gördüğü bir zamanda, milletin yetki verdiği, ülkeyi yönet dediği, temsilcilerini, millete rağmen, önemsemeden alaşağı ederek, devletin başına geçmek!
Ne büyük bir başarı!
Öyle değil mi?
|
|
30.03.2007 17:05:25
|
|
| |
Unutulmayan günler!
Tam altı ay nişanlı kaldık, böylece yanlışlar yapmadan birbirimizi tanımaya çalıştık, kayın pederim olan Mükremin hocam ve kayın validem hacca gitmişlerdi.
Büyük kayın biraderim olan ve aynı zamanda Bedir camisinde, imamlık yapan Ramazan hocamda, kayın pederimle birlikte aynı evi paylaşıyordu.
Son derece anlayışlı, tahammüllü bol olan, sevgi dolu, emeğini esirgemeyen evli ve bir çocuğu bulunan, güzel ve gür sesini her fırsatta cömertçe arzu edenlere sunan bir insandı.
Nişanlımın küçüğü ve benim küçük kayın biraderim olan Ali hocamda, İmam hatip lisesinde okuyan, çalışkan, duygusal, kanaatkâr, futbolu çok seven, fakat bunu babasından gizleyen, başı yumuşak, itaatkâr çok sevdiğimiz bir genç arkadaştı.
Baldızlarım Emine ve Kamile de, Ali’nin küçükleri olan, evin sevimli, hizmet ehli, nişanlıma halı dokumasında katkıları bulunan kızlarıydı.
Kayın validem, titiz, temiz, becerikli ve sürekli bir işle uğraşan, kanaatkâr, hayır öğütlü, ibadetine düşkün, hiçbir zaman şikâyetçi olmayan, oldukça sabırlı bir hanımefendidir.
Mükremin hocamın evi, adeta bir imalathane gibi, her hafta bir karyola halısı dokunuyordu, bayanlar kendi kıyafetlerini dikiyorlar, asmalardan üzümler sarkıyor, salçalar kaynıyor, aş makarnalar kesiliyor, peynirler basılıyor, asma yaprakları kışlık olarak basılıyor, patlıcan, biber kurutuluyordu.
Hocam hiç boş durmuyor, boş zamanlarında bal ve halı satıyordu.
Hülasa on nüfusu barındıran bu ev, tek bir memur aylığına bağlı kalmıyor, şartları zorluyor, gıda konusunda sınır tanımıyordu, o kadar çok misafir geliyor ki, köyden, şehirden hepsine de yemek ve meyveler ikram ediliyordu.
Hizmet ehli hocam katiyen yılmıyor köyden, şehir dışından gelen dost ve akrabalarına hanesinin kapısını açıyor, onları yatılı misafir ederek, konaklama ihtiyaçlarını karşılıyor ve gidecekleri adrese refakat ederek işlerini bitiriyordu.
Hocamın bu denli gösterdiği tahammülü, sabrı, hizmeti, sahaveti şehir şartlarında yaşayan, ayrıca on nüfusu bulunan, fakat sanki bir çocuk sahibiymiş gibi, neşesinden, ibadetinden ve metanetinden hiç taviz vermeyen bir kimlik sahibi.
Bereketin ne demek olduğunu özümsemem, anlam bütünlüğünü bu hanede görmem, araştırmaya gerek duymadan idrak etmem, benim için oldukça yeterli bir sebeptir ve ayrıca bunu bizzat yaşayarak terennüm etmem bulunmaz bir nimettir.
Hiç unutmuyorum; bir gün baldızlar kayınvalidelere gelmişler, aş makarna kesmeye karar vermişler, annemize sürpriz yapalım demişler ve böylece hamuru yoğurmanın başına geçerek bir kıvama getirmeyi başarmışlar.
Daha sonra hamurun üzerine bir örtü serilerek, kuvvetli bir şekilde hamurun üzerine çıkarak çiğnemek ve açmaya uygun kıvama getirmek gerekiyormuş, Ramazan hocama ve bana bir şekilde, kuvvetli olduğumuz düşünülerek, ihtiyaç hâsıl olmuş, burada bulunmamız bize olan talebi kolaylaştırmış.
Hamurun üzerine çıktık çiğnedik durduk, haylice de huzurluyduk, neşeli şen ve şakraktık, aniden elektrikler gitti, karanlıkta kaldık, ne yapacağımızı şaşırdık, karanlıkta her kez birbirine bakındığını hissediyordum zira iş yarım kalamazdı.
Yan binalara baktık, lambalar yanıyordu, o zaman burada bir problem vardı, fakat elektrikten kimin anladığı bilinmiyordu, hatta anlayanda yoktu.
İnşaat elektriği kullanıyorlarmış, bu bakımdan binaya çekilen kabloda bir sorun olduğunu tahmin ediyordum, büyük bir ihtimalle kablonun kabuğu inceldiğinden şase yaptığını düşünüyordum.
Lakin mesafenin uzunluğu ve oldukça yüksekte bulunması, ayrıca karanlık olması, tedirgin olmamız için yeterli sebeplerdi, çünkü anlamadığımız bir işti.
Fakat çok karanlıktı, hiç bir ışık görünmüyordu, kablo nerede bilinmiyordu, oldukçada yüksek bir mevkide olması cabasıydı.
Uzanarak havada bağlantı yapmanın zaruretini düşündüm, etrafıma bakındım, eniştem ve kayın biraderim Ramazan hoca vardı, lakin bu işe kimse talip olmadı.
Öyle ya oyuncak değil ki bu elektrik işi, şakası dahi olmazdı alır devirirdi, üstelik bir şey göremiyorsun ki kim neylesin.
Bir müddet sonra bulunan mumlar yakıldı, mumun verdiği ışıkla, hamur işine devam edilmesi denendi, fakat netice alınamıyordu, bu şekilde çok geç kalınıyordu, birileri ortaya çıkıp ben yaparım demeliydi, çünkü her kez çaresiz kalmıştı, bayanlarda sessiz bir şekilde bulunanlardan medet bekliyorlardı.
İş verimi çok düşmüştü, neşenin yerini sükûnet almıştı, elektriğin ne zaman geleceğini bilseydik ümitlenirdik.
Saat 21,15 i gösteriyordu hala çözüm bulunamamıştı, bir usta bulsak ki derhal çağırsak, bu manada her şey olumsuz gelişiyordu, hanımların mahzunlaşması ağrıma gidiyordu, mutlaka birilerinin çıkıp bu riski göğüslemesi gerekiyordu.
Ramazan hocam o dallara hiç basmıyor, enişte bey sanayici olmasına rağmen ben anlamam diyordu, dolayısıyla bu işi çözmek mecburen bana kalıyordu.
O halde hemen vakit kaybetmeden çözmeliydim ve uzun zaman alacak bu uğraştan hanımları mutlaka kurtarmalıydım.
Acele bir şekilde aşağıya indim, kablo istikametini belirledim, acele mum istedim gelmesini bekledim, yüksek yere çıktım, şar telin indirilmesini söyledim.
Mum geldi, getirene dikkat ettim nişanlımdı ve ortalık pek karanlıktı.
Nişanlımla rahat konuşmanın tam zamanıydı, ama ne mümkün iş bekliyordu ve bunun sırası değildi, farklı anlaşılır kaygısıyla, hal hatır dahi soramadım, sadece teşekkür ederek kendisini uğurladım.
Mumu yaktım, kabloya uzandım, nihayet kabloyu yerde bularak uzanıp elime aldım, bıçağı hazırladım, kabloyu uçlarından soyarak sıyıracaktım, kablo kabuğunun maksadı, korumak ve gizlemek olduğundan asıl öznesi dâhilde bulunmaktaydı.
Doğal olarak kıyafetini çıkartıp, tamir için hazır hale gelmesi gerekiyordu, asliyeye ulaşmak için.
Nihayet asıl aktif bağlantıyı yaparak, yeniden telin üzerini bandajladım ve yeniden enerji verilmesini temin ederek, aidiyetinin yerine getirilmesini ifa edecektim.
Hazırlığımı tamamladım, mumu ağzıma aldım, kollarımla uzandım, kablo bağlantısını yapıyordum, yanan mumu dudaklarımla tuttuğum için, eriyen mum aktıkça sakalıma doğru nüfus ediyor ve tabi olarak donuyordu.
Ben acele ederek işlerin biranda bitmesine gayret ediyordum, bu bakımdan başkalarından haberdar değildim lakin açık olan camdan gülme sesleri geliyordu.
Bir baktım ki, benim ve düştüğüm komik halime katılarak gülüyorlardı.
Ben onlara tepki veremiyordum çünkü yanan mum ağzımda bulunuyordu, dolayısıyla nasıl gülebilirdim, sonunda iş tamamlanmıştı ve şar telin kaldırılmasını söylenmiştim.
Evet, nihayet zorda olsa elektrik arızası işini tamir yaparak, lambaların yanmasını sağlamayı başarmış ve böylece çok rahatlamıştım ve hemen şu meşhur cümleyi hatırladım.
“Bilgi insanı kuşkudan, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır”, deyimi ne büyük bir tecrübenin eseri olduğunu daha iyi kavradım.
|
|
30.03.2007 17:03:26
|
|
| |
Yargıçlar duyarlı olsalar!
Öğrenci olayları sebebiyle, saldırıya uğramıştım.
Olay büyüdü ve polisler geldi.
Ç kişi benden davacı olunca, polisler de karakola götürdüler.
Sorgulama ve ifade derken, nezarette sabahlattılar…
Sabah 10.30 civarında mahkemeye çıkardılar…
Hâkim kilolu ve çok yaşlıydı.
Gözleri donuktu, sanki manasız bakıyordu.
Her nedense bana hiçbir şey sormadan, polislere bir işaret yaptı.
Bu işretin ne anlam içerdiğini bilen polisler, haydi gidiyoruz dediler.
Ve cezaevine götürdüler…
Kapıdaki görevliler, şöyle bir baktılar, sağcı mısın, solcu musun diye soru sordular, sağcıyım dedim.
İyi o zaman senin saçlarını, tıraş etmeyelim diyerek kendilerince lütufta bulundular ve gardiyanların refakati ile doğruca koğuşa yolladılar.
Kapılar açıldı, içerdekiler haber almışlar bekliyorlardı, geçmiş olsun diyerek bana sarılıp, kucaklaşıyorlardı.
Basık, sıkıcı, gün ışığından uzak bir mekân, odalar dar, sıkıştırılmış ikili ranzalar, herkesin gözünde muğlâk bakışlar, çok değişik ve çarpık inanışlar, sanki her şey iç içe girmiş bir vaziyeti gözlemledim.
Efkârım dağınık, keyfim kaçık, sıkıntılarım, asabiyetim hadsiz ve açık, durumun ciddiyetini anlayanlar, hemen etrafımı boşalttılar, ihtiyacımı sordular.
Vakit daraldı ikindi namazımı kılamadım, şu duvarlardaki sembol resimleri uygun bir yere kaldırın da, kıbleye yönelip namaza duralım.
Saf, katkısız, berrak, olsun ki kıble gahımız, durunca namaza, dünya ve dertlerinden arınmış olarak, öyle bir namaz kılalım ki, kendimize gelip, sabır ve metaneti kuşanalım dedim.
Tam otuz dört gün tutuklu kaldım, Allah’ın izni ile Kur’anı Kerim öğrettim, otuz üç kişinin namaza, başlamasına vesile oldum.
Çoğu zaman cemaatle kılıyorduk, kendim sürekli kitap okuyordum, din, devlet, halk bütünlüğünün, maksatlı olarak tahrip edildiğini, basit bir şekilde yozlaştırıldığını hazmedemiyordum.
Entrika ve desiselerin odağında bulunan, çıkar çevrelerinin, milleti ve devleti işbirlikçileri ile nasıl perişan ve tarumar ettiklerini, düşünüyor, analizler yapmaya çalışıyordum.
Tutuklu kaldığım günlerde, idamlık, müebbetlik mahkûmların, yalakaları tarafından ezilmek, emir uşağı edilmek istendim.
Reddettim; güreşmek bahanesi ile alt etmek istediler, becerip yenemediler, değişik oyunlar sergilediler, imtihan edip sorguladılar, ama tüm koğuşun önünde rezil oldular.
Davalarına ulaşmak için her şeyi göze alan ve meşru sayan, akıl ve izanı, çoğu zaman nefsi ve enaniyetiyle karıştıran, bu ahmak grupları;
Sonunda bölüp, parçalamak, güçsüz bırakmak için çıkar yol buldular, bana, sen Kur’an la çok ilgilisin, bizlerde Müslüman’ız ama senin gibi düşünmüyoruz diyerek, şu andan itibaren seni, yeşil komünist olarak tanıyacağız ve öyle bileceğiz dediler.
Bu kanaate nasıl varmışlar biliyor musunuz?
Takriben beş ay önce, fuarda bulunan çay bahçesinde buluşmak üzere, fatih dernek başkanı ve yönetiminde bulunan üç arkadaşı beni ve arkadaşım Mustafa’yı davet etmişlerdi.
Hakkımızda neler duymuşlarsa!
Konuşalım, tanışalım diyorlarmış.
Bize bu teklifi, bizim sınıfımızda bulunan Mustafa Saccıoğlu getirmişti, bizde tereddüt etmeden kabul ettik.
Maksat konuşmak ve tanışmak değil miydi, bizim için hiçbir sakıncası bulunmuyordu.
Bizler düşünce olarak sorunları konuşarak, karşı tarafı dinlemeyi bilerek, şiddet ve adavetten uzak kalarak, meselelerin çözüleceğine inanıyorduk.
Nihayet buluşmuştuk, başkan olan arkadaş, yüz hatlarında yorgunluğu, bakışlarında ön yargıyı barındırıyordu ve varlıklı bir aileye mensup olduğu fark ediliyordu ismi de Fatihti.
Diğer arkadaşları da maddi açıdan aynı düzeyde sayılabilecek, kolejde okumuş, çokbilmiş, aşağılayıcı tavırları ön plana çıkan, oldukça şımarık kişilerden oluşuyordu.
Dördü de Kayseriliymiş, fakat ben hem şehirlileri olarak, onların serkeş, kıvıran, birbirlerine aşırı sulu davranan, üslup ve tavırlarına şahit olunca!
Zengin bir ailenin çocuğu olmadığıma şükrettim ve Kayserili olmaktan haylice utandım.
Bizim fikir ve kanaatlerimizi biliyorlarmış, o nedenlerle kurgulu gelmişler.
Hal hatır sorduktan sonra, hemen mevzuu, milliyetçiliğe getirdiler ve hararetli bir şekilde, hiç fırsat vermeden, peş peşe sordukları sorularla, paniklememizi temin ederek, tesir altında kalmamızı istiyorlardı.
Hoş görü, nezaket ve muhabbet maalesef, ahmaklığın ve adavetin olduğu mekânlarda bulunmazlar, fakat bu değerler onları hiç bağlamıyordu.
Sordukları sorulardan bir tanesi bile seviyelerinin, şartlanmış olmalarının, akıl ve idraklerinin askıya alındığının, ipuçlarını veriyordu.
Ne diyorlar; iki kişi denize düşmüşler ‘e’, bunlardan ikisi de Müslüman’mış ‘e’, bunlardan birisi Türk boksör Mustafa Sandalmış ‘e’, bir diğeri de Muhammet Ali Kılaymış ‘e’, ve biz bunlardan hangisini kurtarırmışız.
Böyle absürd bir soruya, aklı başında bir insan nasıl cevap verirse, bizde aynı şekilde cevaplandırdık.
Fakat çok büyük bir hata yapmışız ki, cevabımız arkadaşların hoşlarına gitmemiş. Siz nasıl Muhammet Ali ile ilgilenirsiniz, bırakın onu, zenciler kurtarsın dediler, masaya yumruk vurarak şiddet gösterisi yaptılar.
Tabiî bu duruma canımız sıkıldı, moralimiz sıfırlandı.
Ben böyle tavırlara tahammül ederek, sessiz kalmayı içine sindirecek, müsait bir yapıya sahip değilim.
Ayağa kalktım, bakın arkadaşlar, biz buraya sınıf arkadaşımız Saccı oğlunun hatırını kıramadık geldik.
Şu anda ortaya koyduğunuz tavır, sizin aczinizi gösteriyor, sakın ola ki bir daha bizim bulunduğumuz mekânlar da, böyle bir kepazeliğe yeltenmeyin.
Yoksa saygıyı, hoş görüyü sizler gibi rafa kaldırır, gereğini fazlasıyla size iade ederiz dedim.
Garsonu çağırarak hesabı istedim, çok fahiş bir rakam söylemişti garson, ama hamdolsun ki, üzerimde para mevcuttu.
Bir aylık harçlığımı tereddüt göstermeden garsona ödedim.
Onlar da bir anda boşta bulunduk, kusura kalmayın diyerek yanımızdan ayrıldılar, bizde Mustafa’yla onlara, arkalarından bakıyorduk, lakin acıyor ve üzülüyorduk.
Enteresandır fakat vatan ve bayrak adına slogan atan bu insanlarda, görerek şahit olduğumuz, yumuşak ve yavşaklara haiz tavırları, bizleri daha da çok şaşırtmıştı. Bu tavırları kalabalıktan çekinmeden, fütursuzca sergilemeleri bizi çok düşündürüyordu, zira bu insanlar, lise gençliğine dava diyerek vatan millet Sakarya nakaratını atıyorlardı.
Benim muhatap olduğum ve zaman ayırarak adam sandığım ve tartıştığım bu arkadaşlardan kaynaklandığını bir kez daha öğrenmiş oldum.
İşte suçumuz, bunlar taraflarından şeriatçı olarak algılanmamız ve dolayısıyla yeşil komünist hükmüyle, yargılanmamızın nedeni buymuş.
O tartışmada babası halı toptancısı olan, babasının sermayesine güvenerek, koleji terk eden ve oldukça şımarık meziyetli tanıdığımız, Metin ismindeki sulu insan, diğer koğuşta iki aydır yatıyormuş, bazen görüşüyorduk fakat nereden tanıdığımı hatırlayamıyordum, sağ olsun o daha genç olduğu için beni tanımış. Ve üç gün sonra koğuşta düzeni bozmaktan, disiplin kurulu kararı ile falakaya yatmama karar verildi.
“Falakaya yatmam, dayak yemem, benim için sorun değil”, diyerek konuşmaya başladım ve devem ettim, sorun olan, bu kadar yanlış ve haksız uygulamaları bulunan!
Vicdanlarınızın kabul etmediğini bildiğim halde, zulmü dava diyerek insanlara yutturmaya kalkmanız ve kendinizi bilerek aldatmanızdır diyerek, konuşmama devam ettim.
Koğuşta bulunan arkadaşlarımızın hepsi, yaptığınız zulmü görüyorlar ve gözyaşı döküyorlar, ama şerrinizden korktukları için, haksızlığınızı istemeyerek acı içinde yudumluyor ve söyleyemiyorlar.
Fakat ben, bu zulüm ve haksızlığın, hiçbir anlam ifade etmediğini, gözlerinizin içine bakarak, ses çıkartmadan, karşılık vermeden, tavrımla ve imanımdan aldığım kuvvetimle, hafızanıza nakşedeceğim.
Hayatınızda utanacağınız kalıcı bir iz olarak bırakacağım, bunu her zaman hissedeceksiniz… Sakın bunu unutmayın diyerek ekledim.
Şamanizm’i savunan, idamlık mahkûm olan, babası üç gün önce kurşunlanarak öldürülen, birkaç kez tartıştığım, iriyarı, yüz on kilo bulunan Mahmut isminde bir arkadaş.
Koğuşta bulunanların pek sevmediği, fakat idamlık olduğu için ses çıkartamadığı, itici bir tip olan bu adam, karşıma dikildi, gözlerini yere eğdi, hasmını görmüş ve eline fırsat geçmiş bir keyifle başlayarak!
Kum torbasına çalışır gibi, nefes nefese kalarak, ter boşalırcasına, takatsiz kalana kadar, üzerimde yumruklarıyla çalışma yaptı ve nihayet dili dışarı çıktı ve yere yığıldı kaldı.
Ne oldu yoksa yoruldun mu, sizlere hiçbir zaman, gücünüzün yetmeyeceğini söylemiştim, neden şimdi yüzüme bakamıyorsunuz, niye nefesiniz kesildi ve soludunuz, şimdi tüm koğuşa rezil, kepaze oldunuz.
İşte sizin davanız bu, hakkaniyet yok, insaniyet yok, maneviyat yok, ne olduğu belirsiz, ilkesiz ve mesnetsiz, gözü kapalı bir şekilde ve puta taparcasına!
Çıkar ve cürümlere koşarcasına, en yakın dostlarınızı dahi, menfaatiniz uğruna harcayarak ve kandırarak aldatıyorsunuz.
Evet, ben İslam ve prensiplerini dava, Hz. Muhammedi önder, Kuran’ı rehber olarak kabul ettim, var mı itirazınız diyerek içimden geldiği gibi haykırdım.
Son söz olarak, bizler ölmeye veya öldürmeye değil, haksız yere kan döküp inletmeye değil, zulme götüren gayeye değil, parçalayıp yok etmeye asla talip değiliz ve olamayız da.
Yaşamaya anlam katarak, düşünmek varken, sükûnetle tartışıp, konuşmak dururken, severek, sevilmek mümkün iken!
Yok, etmek yerine, yetiştirmek için çalışmak, daha güzele koşmak, kâinatın en şereflisi olmak, varlık âleminde mükemmeli yakalamak, daha iyi ve manalı değil mi?
Yaratana kul olmak bilinciyle koşarak, samimiyetle el açmak, yakarmak ve aczimizi idrak ederek, vuslatta olsak, hiç olmazsa dahi bu uğurda şehit olsak, daha güzel ve manalı değil mi?
İşte benim davam diyerek gönül verdiğim ve manada mücadele ettiğim yöntemim budur.
İlkelerim sevgi ve saygıdan beslenir, doğrularım evrensel mesajın bir simgesidir, dedim ve sustum.
Tek suçum, dayak yememek adına verdiğim mücadelede, yaşamak zorunda kaldıklarımdır.
Hâkim olan, yargıçlık görevinde bulunanlar bilmeliler ki, zalim ve masumun bir farkı vardır.
Adaleti ve hakkı, Hak adına kullanmayı önemsemez ve böyle telakki etmezlerse, başka yerlerde zalim aramaya gerek kalmamaktadır. Hakkı, haklıya teslim etmemekte, bir bakıma zülüm yapmaktır.
|
|
30.03.2007 16:50:52
|
|
| |
Yaşadığım heyecan!
Düğün hazırlıkları olanca hızıyla devam ediyordu, düzen düzmek için öz mesture ve tesettür giyim ismi ile çalışan mağazalardan ihtiyaçları aldık, mütevazı olarak elimizden ne geliyorsa karşılıklı konuşarak düzen işini anlayışla hallettik.
Davetiyeleri bastırdım, çerezleri aldım, her işe ben koşturuyordum, mali yönden son derece kısıtlı bir bütçem vardı.
Öyle ki, gelin konvoyu için tuttuğum taksilerin parasını ödeyecek durumda değildim, onun için gün evveli taksi durağına giderek ön anlaşmamı ve ödeme programını konuşmuştum.
Hülasa eğer ben evlenirsem, evlenemeyecek hiç bir insan tanımıyorum demiştim, daha zorunu görmediğim için.
Çünkü yük tamamen benim üzerimdeydi, o günlerde Cenabı Hakkın yardım ve inayetini her zaman gördüm.
Düğünde yemek verilecekti, onun hazırlıkları ve malzeme alımları yapıldı, nihayet her bir hazırlık tamamlanmış, yeni çıkan sorunlar son derece hızlı biçimde çözüme kavuşturuluyordu.
Düğün herhangi bir salonda değil, evimizde yapılıyordu, yemeklerde arka bahçemizde dizilen masalarda ikram ediliyordu.
Bacılarım, yakın akrabalarım mutfak işlerini gayet güzel götürüyorlardı, seri olarak yemeklerini yiyenler kalkıyor, diğer misafirler oturuyorlardı.
Kına gecesi dini motiflerle yapılıyordu, karşı komşumuz Ağırnaslı Ahmet amcaların evine misafirler alınmıştı.
Hacı kılıç cami imamı Veli hoca ve düven önünden hastane caddesine dönüşteki solda bulunan cami imamı Mehmet Gacır hoca ile beraber ilahiler, kasideler ve sohbetlerle devam ediyordu.
Bizim evde hanımlara tahsis edilmiş, orda da benzeri uygulamalar yapılıyordu, sülalemizde ve mahallemizde ilk defa böyle farklı bir düğün olgusu gelen misafirler tarafından görülüyordu.
Alkol yoktu, çalgıcılar bulunmuyordu, nara atmak, güç gösterisi yapmak, bay, bayan karışık oturmak ve oynamak imkânı yoktu, oldukça sakin ve sükûnetli geçiyordu.
Kınalar geldi dualarla yakıldı, sağdıç ve arkadaşlarım sağ olsunlar görevlerini ihmal etmediler, her zaman fedakârlık gösterdiler.
Nisan ayının dokuzuncu gününde, düğün konvoyu hazırlıklarını tamamlamış olarak ayrılmışlardı, ben evde kalmıştım.
Bacılarımdan büyük olan Hayriye ablam, gelininin koluna girerek ve babasından teslim alarak şehir turu yaptırmışlar.
Nihayet konvoyun korna sesleri uzaklardan duyulunca, annem ve diğer yakınlarım karşıladılar ve gelinlerinin koluna girerek içeriye aldılar.
Ben bahçenin kenarında duruyordum, pür dikkat bir vaziyette etrafı, oluşumları kolluyordum.
Aynı zamanda uzaktan bakarak, orda bulunmanın heyecanını, keyifli bir şekilde deruhte ediyordum.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, düğünümüz huzurlu bir şekilde, vukuatsız ve dualarla nihayet bulmuştu.
Babamın bir oğlu olduğum için, babamlarla beraber kalıyorduk, dolayısıyla aynı evi paylaşıyorduk.
Mütevazı, huzurlu ve hayatı dolu olarak yaşamaya başlamıştık, boş vakitlerimizde bahçemizi belliyor, ekiyor, sitil yapıyor, çapalıyor, ayrık otlarını temizliyor ve çaylarımızı yudumluyorduk.
|
|
30.03.2007 16:49:11
|
|
| |
Yaşanan bir utanç!
Sıla kokusunu terennüm ediyordum. Tahayyülümde onu yaşıyordum. Erciyes’i, kar’ı,
Yılanlıyı, Hasan’ı, hıdrellezi, Ali’yi, Gesi deki bağı, Erkilet teki asmayı yaşıyordum.
Çocukluğumu, annemi, babamı, bahçedeki toprağı özlemiştim.
O gece uyuyamamıştım, saat 04.35 civarı ab dest almak niyetiyle kalktım, lâvaboya doğru yönelip adımlıyordum.
Boyaların bulunduğu yer, önemli olduğu için, idareci haricinde kimse giremezdi, üçer gram karıştırılsa, renk değişik çıkar, birçok maddi zarar olurdu.
Çok farklı sesler geliyordu, irkildim emin olmak için silkindim ve yeniden kulak kesildim. Acayip seslerin devam ettiğini fark ettim.
Teklifsiz kapıyı açtım, baktım ki ne göreyim, şaşırdım kaldım, tabi biraz bocaladım, gözlerimi açtım, sonra hiddetimi şu sözlerle sıraladım.
Eğer sizi bir daha böyle, uygunsuz biçimde görürsem, kimseye söylemem, önce ben sizi kitlerim, açılamazsınız diyerek konuşmaya devam ettim.
Bunu böyle bilin dedikten sonra, orayı terk etmelerini söyleyerek, hışımla gözlerine baktım, onları silkelememek için kendimi zor zapt ettim,
Başları öne eğik şekilde kaybolup gittiler, meşhur Mehmet usta ve evli olduğu halde, namustan arınmış bulunan ve maalesef burada çalışan güya yetkili bayan.
Çalışan bayanlar içinde, Bursa hürriyet mahallesini iskân tutmuş Bulgar ve Romen göçmen vatandaşlar çoğunluktaydı.
Çalışanların genelini oluşturan onlardı ve bu insanların yapıları, adetleri oldukça farklıydı, mesela; bayanlar, erkeklerle güreşmekten sakınmıyorlar, gayet doğal diyorlardı.
Mehmet ustada sağ olsun bunu fırsat bilerek hiç sıkılmıyor ve çok rahat bir şekilde değerlendiriyordu.
Terfi etmek isteyen, rahat işi benimseyen, izine ihtiyaç duyan, Mehmet ustanın vardiyasında, kime gidecekti elbette ve üstelik tek yetkili olan Mehmet ustaya, o ne derse onaylanır, mesele çıkmazdı.
Ama Mehmet usta sürekli, hata yapar, beş kazan iplikten en az iki kazanı abraşlı(bozuk) çıkar, hayrola neden verim sürekli düşüyor, diye sorulunca bazen, Elektrik kurumunu, bazen sigortanın attığını, eh mazeret bitmez ya Mehmet ustada, bazen de motor arıza yaptı der çıkardı.
Acaba doğrumu söylüyor demezler, tamam usta canın sağ olsun, hafta sonu acısını çıkartırız diyerek, zavallı garibanları karşılıksız olarak çalıştırırlardı. Elemanların hafta sonu, dinlenmeleri, en doğal ihtiyaçlarını gidermeleri, aile fertleriyle bir gün dahi olsa, bir araya gelmeleri, dertleşmeleri onlara sorulmadan, başkalarının hataları yüzünden, hafta sonu tatillerinden haksızca mahrum edilerek, çalıştırılmaları beni kahrediyordu.
Tabi işveren temsilcisi Sabri beyin işine geldiği için, problem çıkmıyordu.
Fakat işveren kim, asıl patron hangisi!
Çalışanlar tarafından pek bilinmiyordu.
İstanbul da ikamet eden, oradaki pazarı genişleten, sürekli siparişleri artıran amcazadem Osman bey, haftada bir gün zor geliyordu.
Diğer azınlıkta olan hisse sahipleri, nadiren gelirler, hafta sonu araçlarını temizlerler, asıl işleri olan fabrikalarına giderler, hoş geldikleri zaman, Bursa sporun transferini konuşurlardı.
Dolayısıyla asıl patron, Sabri bey olarak bilinmekteydi, zira çoğu zaman bizimle birlikteydi.
Sabri Bey Mehmet ustaya o kadar güveniyordu ki, üzerine toz kondurmuyordu her nedense birkaç kez yokladım, atmosfer zemini müsait değildi ve hemen konuyu değiştirerek vazgeçtim.
Çünkü Sabri Bey, meşrep ve mantık olarak Mehmet ustaya daha yakındı. Mehmet usta işine, işverenine saygı duysa, iş ahlakı ve disiplinine haiz olsa, Sabri beyden çekinse, boyahanenin içinde, gece yarısı ve o saatte, kendi vardiyasında, bayan elemanların başıyla, üstelik kapıyı dahi kilitlemeden, en mahrem pozisyonda, haramın doruğunda.
İdareci sorumluluğunda bu kadar pervasız olabilir miydi? Mümkün değil dedim kendime ve daha boyutlu düşünmeye başladım.
Sürekli içime atıyor, sabrediyordum, çalışma şevkim kırılıyor, kuytu, serin ve sakin mekânlar arıyordum, Sinemde beni kuşatan sırlarımı, sigaramı yakarak, hasret kalmışçasına nefes çekiyor, dumanları ile mehtaba pas atıyor, hicranımı paylaşıyordum.
Rezillik ve edepsizlik, her ne hikmetse görülmek istenmiyordu!
Böyle bir iş yerinde, hizmet ve bereket, mağfiret ve rahmet nasıl olmalıydı?
Kuvvet dengesi oluşturulmadığı müddetçe, her hareket sadece bir nefes olarak kalacaktır.
|
|
30.03.2007 16:45:03
|
|
| |
Yaşlı teyze!
Çok yoğun geçen bir gündü, bu bakımdan oldukça yorulmuştum, büroda işler yoğun olduğu için, eve saat 20.30 civarında gitmeye karar vermiştim.
Motoruma binerek, Erkilet bulvarından ilerliyordum,Sümer bez fabrikasını henüz geçmiştim, önümde beyaz renkli, fort marka bir otomobil ilerliyordu.
Atatürk lisesinin oraya yaklaşırken, sağa dönmek için sinyalini yaktı, bende tabi olarak sol şeride geçmek niyetiyle ilerliyordum.
Önümde sağa dönmek için, sinyal veren aracın şoförü, direksiyonu aniden önüme kırınca, bir anda çaresiz kaldım. Motorun frenine bastım fakat ne mümkün, kayarak vardım ve o hızla, aracın arkasında bulunan tampona çarptım.
Bu çarpmayla motordan fırlayarak, havada taksinin üzerinden iki veya üç takla atarak, kaldırımın üzerine düştüm, kulağıma bir annenin feryadı geliyordu, ama ben çarpmanın şiddetiyle, kendimde olmadığım için, hayal gibi geliyordu.
Kollarımdan, bacaklarımdan tutmuşlar, bu vaziyette araca bindirirlerken, kendime geldim, iyi olduğumu söyleyerek, hastaneye gitmeme gerek olmadığını belirttim. Yalnız karşımda hiç tanımadığım, çırpınan bir adam dikkatimi çekti, bu kişi ısrarla hastaneye gitmemizi, tavsiye ediyor ve böyle olmasını istiyordu.
Meğer arkasından çarptığım aracın sahibiymiş, sağa dönmesi gerekirken neden karar değiştirdiğini ve hangi sebeple tekrar sola döndüğünü sordum.
O dizlerine vurarak, suçsuzluğunu anlatmaya çalışan adam, bak gardaşım, sana kurban olayım ki, benim hiçbir suçum yok, önüme aniden çıkan, şu yaşlı teyzeye çarpmamak için, sola kırdım deyince, tamam onunla geçmiş olsun ve Allah hayırlısını versin diyerek onları gönderdim.
Ayağa kalktığımda, müthiş derecede kaval kemiklerim, bileklerim ve kasıkların ağrıyordu, motorun öyle enteresan duruşu vardı ki, devrilmemiş, amortisörler dikelmiş, adeta göreve hazırım der gibi bekliyordu.
Arkadaşların yardımlarıyla, motoru elimizde götürerek eve gelmiştim, fakat hiç bir şey söylemeden yatağa uzandım, ağrılarım çok fazlaydı, belki de kendimi dinleyince sakinleşirim, kanaatiyle sessizce yatıyordum.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, sakat kalmadan iki, üç gün sonra yeniden çalışmaya başlamıştım.
|
|
30.03.2007 16:43:31
|
|
| |
Yöneticiye teşekkür!
Sayın yönetici; Zatıâlinize şükranlarımı arz ederken, bir damla kabilinden de olsa…
Bir mıhın nala, nalın ata, atın adama, adamın savaşa katkısındaki, gerçekliği hatırlattı…
Biliyoruz ki, zor günlerde, yarenlerin bir el uzatması, asla unutulmaz!
Bu alaka, muhabbet ikliminde filizlenen, fidelerin yansımasıdır!
Aslında, günleri zor kılan, takvadan ve teslimiyetten uzaklaşan ahvalimizdir!
Kanaat gibi, fevkalade değerli bir hazinemiz mevcut iken, içtimai bünyemizin, hadsizliğidir!
Asimile olan ahlakımız, yozlaşan mihenk ölçümüz, idrake ulaşmayan bilgilerimiz…
Alalamayı becerdiğimiz enaniyetimiz, ne derler diyen, akideden yoksun haletiruhiyemiz… Asla, anlaşılabilir değil, tabiî ki!
Efrada, sözümüzün tesir etmemesi, duruşumuzun, ahvalimizin, tutarsızlığımızın, göstergesi olduğuna kâiniyim…
Siz her zaman, şefkat gösteren, dinlemesini bilen, efkârı paylaşan, akilâne öğütleri, destur edinmiş bir kimlik sahibi, âdemoğlusunuz!
Bizde mevcut bulunan bedevilik, sizdeki medeniliğe yetişmesi, sabır, sebat ve metanette göstereceğimiz, gayretle orantılıdır!
Sabrın kaynağı, “Hayrın ve şerrin, Allahtan olduğuna”, kesinlikle inanan ve itminan olan, bir inancın suhuletidir… Tezahürüdür!
Terbiyeden mahrum bir nefs, bazen dalıyor, unutuyor ve avunuyor…
İnsanın hayatında terbiyenin, ne kadar önemli olduğunu, ihmal ediyor!
Bir hiç olduğunu, maalesef fark edemiyor!
Öyle ki, hareket ve kuvvetin, kendisine ait olduğuna inanıyor!
Mağrurlanıyor, tekebbüre yöneliyor, enaniyetine güveniyor!
Oysaki her zerrenin asıl sahibi, Cenabı Haktır…
Her gün mezarlar açılıyor, bir gün sıranın, bize de geleceğini, her nedense bilmek istemiyor…
Oysaki mezardan sonra bizleri, ne makam ve nede hadsizliğimiz kurtaramayacak!
İnsanlık adına yaptıklarımız, kulluk bilincimiz, zerrelerin sahibine olan teslimiyetimiz… Fedakârlığımız, sahavetimiz, efendimize olan hasretimiz ve amellerimiz kurtaracak…
Sizde, fevkalade bol bulunan, şefkat ve fedakârlığa, muhtaç ahvalimin, bir beyanıdır…
Kabul buyurmanızı istirham ediyorum…
Sizlere, bu hasletleri verenlere, Cenabı Hak, rahmetini esirgemesin…
Zatınızı, efradıyla payidar olan, zümrelerden eylesin…
Arzı mekânda, hayatınızı idame ederken, her halinizde bir ahenk oluştursun!
İnsan ancak, Cenabı Hakkı, saydığı ve sevdiği oranda, insanlar tarafından, saygıyı hak eder!
Sevgilerin hası, aşkların müptelası, şekliyeti kesinlikle reddeder!
Filistin, Irak, Afganistan, Bosna hersek, Malezya, Pakistan, Etiyopya, Afrika, Sudan ve benzeri birçok dünya mazlumlarının, feryadını duyarak yaşamayı başarmak…
Sekülerle şen, kimliğimizin tedavisinde ki katkılarınızı, bilerek teşekkür etmek istedim…
|
|
30.03.2007 16:42:25
|
|
| |
Zavallı hocam!
Yoğun geçen bir günümdü!
O gün itibarıyla, dört köyü ve muhtelif mahalleleri, satış yapabilmek maksadıyla, mütevazı arabamla gezmiştim.
Yıl 1983, hazan mevsimiydi! Bitap halimle saat 19.30 civarı, evime gelmiştim.
Her iki dünya için, hayat arkadaşım bulunan, değerli refikam kapıyı, hoş bir tebessümle açmıştı.
Gördüğüm bu ikram, gönlümü rahatlattı ve bir anda sıkıntılarımdan uzaklaştırmıştı.
Metaneti ve sabrı, refikamın benden fazlaydı. Adeta bir hizmet ehliydi. Fedakârlıkta had tanımazdı.
İnancı kavi, ameli istikrarlı ve öğrenme istidatlıydı.
Her neyse, işte o akşam! Acı bir feryat duyduk!
Kimin feryadıydı diye, kulak kabartarak anlamaya çalıştık.
Bununla da yetinmeyip, süratle perdeyi açtım.
Sesin geldiği yöne doğru baktım ki, kimi göreyim!
Kayınpederim olan zavallı hocam, 6,7 kişiden oluşan bir gurup çocuğun, köpekleriyle birlikte saldırısına maruz kalmış.
Çocuklar 15.16 yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. Bir taraftan da taşlıyorlarmış!
Süratle, yalın ayak ve haykırarak geldiğimi, yetiştiğimi ilan ediyordum.
Akşam olduğu için sesim yankılanıyordu.
Ben hocamın yanına geldiğimde, çocuklar kaçıyorlardı! Sesimi duyunca, hocamı bırakıp, kaçmaya başlamışlar.
Uzaklaştıkları mesafeye baktım, 600–700 metre civarındaydı!
Hatun kişiye, ayakkabılarımı acele getir diye, talimat verdim.
Fakat kesin bir emir olmasına rağmen, anlamamış gibi davranıyordu!
Göndermek mi istemiyordu, bilmiyorum fakat bunu düşünecek zamanım yoktu.
Tez zamanda, ayakkabılarımı giydim ve süratle o çocukları takibe başladım.
Bu zamanlar 85 kilo civarındaydım.
Yılmadım… Yorulmak istemedim… Takip ettim…
Çocuklar, dağılarak kaçıyorlardı ve tenha yolları seçiyorlardı…
Köpekler ise gecenin karanlığında, havlayarak ritim tutuyorlardı.
Nihayet 20 dakika koştuktan sonra, çocuğun birini yakaladım.
Ağlıyordu!
Dayanamadım!
Niçin yaptıklarını sordum, bir cevap alamadım!
Arkadaşlarının kimler diye sordum, yine sessiz kalmayı tercih etti.
Döverim bak dedim!
Gözyaşını dökmeyi başladı!
Karakola götürürüm dedim, sen bilirsin dedi ve götürdüm!
Karakolda görevli memurlara, önce kendimi tanıttım ve hadiseyi olduğu anlattım…
Memurları biraz acımasız buldum, çok sert vuruyorlardı, acıdım!
Memurlar siz gidebilirsiniz, biz gereğini yaparız dediler ve ben vedalaştım.
Bir müddet sonra evimize geldim ve hocama durumu anlattım.
Hocam, sanki inanmamıştı, yakalaya bileceğime ihtimal vermiyordu!
Lisanıhâlinden apaçık belli oluyordu!
Dayanamadım, hüznümü yudumladım!
Ve yeniden sözlerime başladım.
Hiç alakası yoktu, ama mecbur kaldım!
Hocam, polis memurları şimdi hocamızı yormayalım, fakat sabah ifadesini almalıyız dediler.
Yarın karakola birlikte gidelim de, meseleyi vuzuha kavuşturalım dedim.
Hocam, ancak o zaman biraz daha fazla, inanmış gibi yaptı.
Gittik karakola ve memur arkadaşlar, ilgilendiler, hocamı teselli ettiler ve neler yaptıklarını, bir bir zikrettiler.
Hocamın şaşkınlığı artıyordu ve arada bir bana bakıyordu.
İşte hocam, nihayet bu çocukları akşam yakaladığıma inanmıştı!
Ne kadar garip değil mi?
|
|
|
1957 yılın da Kayseri doğumlu Mustafa Cilasun
İşletme fakültesini 2ci sınıfta,
okul heyecanı kaybolduğu için bırakmak zorunda kalır. Daha sonra ticarete başlayarak
On yıl kadar ticaretle iştigalini sürdürür.
Ulusal bir gazetenin bölge temsilciliğini yaparak yorum yapmak fiiline başlamıştır.
Aldığı olumlu bir davet ile kamuda görev yapmaya başlayan Sayın Cilasun
yönetici sıfatıyla çalışmalarını sürdürmektedir.
Yaptığı görevler itibariyle Otobüs İşletme Müdürlüğü, İtfaiye Müdürlüğü,
Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü, Sivil Savunma Müdürlüğü, iştirak ve işletmeler Müdürlüğü, İdari işler Müdürlüğü görevlerini yaptıktan sonra
hâlihazırda Hunat hatun Medresesi Kültür ve Sanat Müdürlüğü görevini sürdürmektedir.
(Ayrıca Aile şirketi olan ve oğullarımın başında bulunduğu Suffe Giyim Mağazaları şirketi sebebiyle işadamı kimliğini de devam ettirmektedir.)
İzedebiyat, antoloji, edebidefter, Sanat âlemi, Şiir ve şair dünyası, Zemheri edebiyat, edebiyat dünyası Türkiye şairler birliği, Hikâyeler net, Kalbi mecruh, Şiir ve şair dünyası, Yazım hane, Edebik, Forum tayfa, N-f-k form, istikamet form, Gümüşhane, Edepyahu, Viranvebahar, İslamiyet.gen, ,Risaleform, Güfeşan, Yenidendoğuş, islamiform.ingo, formankebut, ,fussilet.com, Mumsema, Edebiyat öğretmeni,Hayal denizi, Felsefe, Anlamak,ıhvanform, Tabut.net,İlimhazinem,Edebiyatevi,Formfırtına,İslamidüşünce,Ihvanform,Rehberimnet,Cerezform,Estanbul com, Sevgiform, Kun feyekun form,İslami form,Muhakeme net,Dervişler net,Moryağmur form,Hakikatdamlalarıform ve benzeri olan, edebiyat-şiir ağırlıklı sitelerde yazmaya devam etmektedir…
Sırası ile bugüne kadar;
1 anı roman(Nakşeden izler), muhtelif hikâye, makale, deneme ve
birçok şiir çalışması bahsi geçen sitelerde okuyucuların ilgisine sunulmuştur.
Diyor ki Sayın Cilasun;
”Yazmaktan maksadım şimdiye kadar gönül hücremde hapsolan duygularımın,
dostlarla paylaşım esasına dayanmaktadır.”
Mutlu bir evliliği olan Sayın Cilasunun dört erkek ve iki kız çocuğu bulunmaktadır.
Aynı zamanda Enes, Ayşe, Rana, Muhammet, Ahmet, Kerem Tahanın dedesidir.
Dört çocuğunun mürüvvetini gören Mustafa Cilasun’un halen Kayseri de ikamet etmektedir.
Aynı zamanda Türkiye Şairler birliği üyesidir...
Tel: 05354656856
Twitter:@mustafacilasun
|
|