05.04.2007 16:39:03
|
|
| |
Odadan alevler fışkırıyor…
Çinçin bağlarının dar sokaklarından, yokuş tırmanıyorduk…
Sokaklar mezbelelik, her tarafta pis kokular, burnumuzu kuşatıyordu…
Evler tamamen gecekondu, kapılar rast gele ve farklı merdivenler bulunmaktaydı.
Sokakta oynayan çocukların, bulundukları hal, ailelerinin geçim notları durumundaydı…
Kimisinin yanakları kızarmış, kimisinin burnu akmış, kimilerinde ise kahkaha katlıydı…
Arkadaşım Fevzi ile konuşarak ilerliyorduk.
Ankara’nın Altındağ ilçesinin dış kapı semtinde, bulunan Dr. Sami Ulus çocuk hastanesinin, hemen yanından sağa dönerek ilerliyorduk.
Birkaç yıldır göremediğim ablama, ziyarete gidiyorduk. Bir müddet sonra gelmiştik…
Merdivenler ahşaptan yağılmıştı, her bir sesi fazlasıyla yansıtıyordu…
Canım ablam içerde misafiriyle oturuyordu, pencereden görüyordum.
Misafir yabancı değildi, Dr. Aynur teyzemdi.
Bizleri görünce çok sevindiler ve sizi, hangi rüzgâr attı demişlerdi.
Sarıldık, soluklandık, hatır sual ettik…
Ablam bir müddet sonra, müsaade isteyerek mutfağa geçti.
Bir hazırlık yapacağı belliydi.
Ablamların kiracı olarak oturduğu ev, diğer evler gibi ahşap ve gecekonduydu.
Bir aralık, yatak odası ve birde misafir odası bulunuyordu.
Biz sohbeti koyulaştırmıştık.
Mevsimlerden sonbahardı, nispeten biraz rüzgâr vardı.
Bir tuhaf kokular geliyordu fakat
Bizler, mahallenin genel durumu böyle olmasından dolayı belki birileri bir ocak falan yakmıştır, onun kokusu diyorduk.
Bir müddet sonra ablam çığlık aymaya başladı ve sürekli dizlerine vuruyordu.
Biz biraz mesafe olduğundan, hemen koştum ve hayrola abla deyince,
Onun gözlerinin kaydığı yere doğru baktım.
Birde ne göreyim yatak odasından alev fışkırmıyor mu?
Hemen odaya girmek istiyorum, fakat ablam arkandan sarılıyor ve bırakmıyor.
Ancak durum çok vahim ve tamamen gecekondu, ahşap, sokaklar dar ve rampa…
İtfaiyenin gelmesi saatleri bulur ve tüm mahalle mahvolurdu.
Ablamın kollarını sert bir şekilde sıyırarak, odaya daldım ve kapıyı örttüm.
Yatak odasının penceresini de kapattım.
Çünkü oradan rüzgâr geliyordu.
Bir battaniye bularak, alevleri bunalttım.
Kapı ve arkasında asılı her bir şey polyester olduğundan yapışıyordu.
Gar dolap formika olmasına rağmen yanmıştı.
İçerden ablamın ağlayan sesi duyuluyordu.
Fakat ben asla aldırmıyordum çünkü durum gerçekten çok vahimdi.
Ellerimi açarak o jarse ve her neyse avuçlayarak, kapını dışındaki betona bırakıyordum. Birkaç sefer yapmıştım. Nihayet şükürler olsun ki Allah’a,
Yangını söndürmeyi başarmıştık.
Komşular akın etmişlerdi, fakat yapacakları pek bir şey yoktu, fevkalade tebrik ettiler.
Evlerimizi, yanmaktan sen kurtardın diyerek, dua etmişlerdi.
Ellerimin içi tamamen yanmış ve birçok yerimde su toplamıştı.
Yıl ise 1972 idi. Meğer küçük yeğenim kibritle yatak odasının kapısının arkasında ki,
Kıyafetleri bilmeyerek tutuşturmuş ve korktuğu için seslenmeden dışarıya gitmiş.
|
|
05.04.2007 16:37:50
|
|
| |
Oysa bir kızdı…
Moralsiz bir güne başlamıştım…
Her sabah işime giderken, bir haz alırdım…
İş yoğunluğu asla beni yıldırmazdı, severek yapardım…
Ekmek kapımdı, oyalanamazdım, sorumsuz olamazdım…
Sabah erkenden kahvaltımı yaparak,
Ayalimle vedalaşırdım…
Günlerden perşembeydi, o gün yoğunluğumuz ise zirvedeydi…
Muhtelif kaza raporları, ihlal haberleri,
Vatandaş şikâyetleri hat safhadaydı…
Geç bir saatte ancak öğle yemeğini yiyebilmiştim.
Bir çay söylemiştim…
Yeniden iş yoğunluğumla baş başaydım,
Sabırla evrakları inceliyordum…
Nihayet çayım gelmişti, büyük bir keyifle,
Yudumladım ve yenisini ısmarladım…
Çalışma odamın kapısını,
Sürekli açık bulundurmaya özen gösterirdim…
Gelen misafirlerin daha rahat edeceklerini,
Ve bekleyenlerin olmamasıydı dileğim…
Duyduğum bir sesle, evraklardan başımı kaldırdım,
Kapının orda genç bir bayan…
Buyurun derken, ilk kez beni bu denli çeken,
Bir çekim gücüyle karşılaştım…
Genç bayanın üzerinde ilk gözüme çarpan,
Vişne renginde çizgili bir triko buluz vardı.
Alt kısımda ise mavi kot bir etek süslüyordu.
Genç bayan doğrusu pek çok alımlıydı…
Ziyaretinin sebebi yalnızca bir tanışmak,
Ve yapılan hizmetler hakkında bilgi almakmış…
Genç bayan henüz mastır yapan bir kızmış,
Evliliği düşünmeye şimdilik fırsat bulamamış.
Kültür seviyesi fevkaladeydi,
Onunla konuştukça içim açılıyordu, çok dinleniyordum…
Dünyadan, Türkiye’nin öznesi İstanbul’dan konuşurken,
o mekânları adeta yaşıyordum…
Onun hiç haberi olmadan, kendi içimden,
Yavaş ve sessizce şunları geçiriyordum…
Ne olurdu bu genç bayanın refakatiyle, o aziz İstanbul’u,
Adaları, gül haneyi,
Beşiktaş’ı, Çamlıca’yı, Üsküdar’ı, Eminönü, galatayı,
Kız kulesi, Fatihi, Eyüp’ü,
Sultan Ahmet’i, Ayasofya ve Top kapıyı gezebilseydim.
Tarihi anekdotları servetifünün diliyle anlatıyordu.
Divan edebiyatının o nezih sayfalarını, o kadar titiz karıştırıyorduk ki,
o devri yaşıyorduk.
Kısa bir zaman içinde, bu genç bayanla dost, arkadaş olduk.
Sanki evvel ahirde ruh ikiziydik.
Fevkalade nezaketli, son derece naif bir edep timsaliydi.
Nevi şahsında bir İstanbul hanımefendisiydi.
Ne kadar büyük bir değerdi.
Harikuladeydi.
Örnek bir şaheserdi.
Fiziki güzelliğini asla ön plana çıkartmıyordu.
Yanakları kızarıyordu.
Konuşurken adeta bir buket sunuyordu.
Meğer ne kadar çok ortak paydalarımız varmış.
İşte sadece bir kız olmasına
Rağmen, tarihi hakikati, edebiyatı, kentlerin sosyolojik dokularını,
İnsan manzumelerini ortak paydalarımız olduğu için sadece paylaşmıştık.
O günden bu güne ortalama on yıl geçti…
İşte sadece bir kız olan bu bayan, gönlümü fethetmişti.
Nerde bulunuyorsa kulakları çınlasın.
Bugün itibariyle her nerede olduğunu bilsem,
yine paylaşmak adına görüşme talep ederdim.
İnanıyorum ki, onun nesli son derece münevver
ve erdem sahibi kişiler olacağına inanıyorum.
Gıyabında onu sevgiyle anıyorum, huzur,
Güven ve itminanlık onu asla yalnız bırakmamasını Cenabı Haktan,
Temenni ediyorum ve diliyorum…
|
|
30.03.2007 17:07:36
|
|
| |
O yıllar!
Muhtelif şehirleri gezerek, satış mümessilliği yapıyordum. Bir firmanın baharat pazarlaması ve taleplerin karşılanması amacıyla, Niğde, Bor, Mersini bitirdikten sonra nihayet Adana’ya gelmiştik.
Akşam olduğunda, Adana ilinde konaklama yeri olarak, pehlivan otelini seçmiştik.
Otele yerleştik, geniş bir odası ve caddeye nazır geniş pencereleri bulunuyordu, biraz dinlendikten sonra ilk iş olarak; Kayseri de ki gelişmeleri merak ettiğim için telefon açtım.
En son durum hakkında bilgi aldım, müspet olarak seyrinde gidiyormuş, bu bakımdan rahatlamıştım.
İki gün sonra, otel personelinden haber geldi, dışarıya çıkmak yasaklandı dedi. Bizde ihtiyari olarak hayırdır yine ne oldu diyerek görevliye sorduk?
Çünkü olağan üstü hal uygulandığından, askerin hali hiç belli olmazdı, her zaman yaptırım gücü bulunduğundan, gerektiği zaman asla kaçınmaz ve hemen yetkilerini uygulardı.
Dolayısıyla bir yere bombamı atıldı veya baskın mı oldu, neler oldu ki iki, üç gün otelde mahsur kaldık.
Nihayet öğrendik ki, askerlerin on yılda bir alışkanlık haline getirdikleri meşhur ihtilalleri olan harekât, devreye konmuş, parlâmento lâğvedilmiş, siyasi partiler kapatılmış, liderlerine tutuklama talimatı çıkmış. Önceden tespit edilen, her yere baskınlar düzenlenerek, zanlılar yakalanıyor ve televizyon vasıtasıyla millete güven pompalanıyordu.
Bu konularda vatandaştan, özellikle askerlere yardımcı olunması isteniyordu.
Ne enteresandır ki bir anda, vatanın her sathında ve her yerde silahlı eylemler bitmişti!
Zanlılar hemen tutuklanarak, hapishaneye konmuşlar fakat ihbarı delil telakki ederek suçlanan insanı falakaya yatırmak, tazyikli su sıkmak, askıya bağlamak, dizlerin arkasına beşe-on tahta koyarak ördek yürüyüşü yaptırmak en hafif sorgulama yöntemleri olduğu malum.
İşkenceye dayanamayıp itirafta bulunanlar ve suçu kabul etmek zorunda bırakılanlar her zaman olmuştur. Ne derlerdi: “kurunun yanında yaşta yanar”diye.
Askerler toplu temizlik yaptıklarından kendilerine göre malum suç odakları bulunmuş, terör ve anarşist olaylar bir anda kesilivermiştir. Dolayısıyla huzur ve sükûn adeta askeri ihtilali bekliyormuş, zira hiç vakit kaybetmeden bulunması gereken biçimde yerlerini almışlardı.
Daha önce de olağan üstü hal vardı, devlet güvenlik mahkemeleri mevcuttu, böyle bölgelerde emir komuta zaten askerlerin elindeydi
Neden o zamanlar askerler sessiz kalıyorlardı?
Neden her yerde baskınlar ve öldürmeler devam ediyordu?
Niçin bu olayların önü alınamıyordu ve nelerin oluşumu bekleniyordu?
Bir o kadar zulüm ve talana, gaspa, ayaklanmalara, göz yumuluyordu?
Suçsuz insanların harap olmalarına niçin sadece seyrediliyordu?
Toplumun güçsüz kalması ve panik yaşaması kimlerin işine yarıyordu?
İnsanların çaresizlik içinde bulunmaları ve birilerinden medet umması, hangi kurumların işine geliyordu? Vatandaşların devletine karşı güven bunalımına düşmesi neden sağlanıyordu?
Parlamentoya ve milletin seçtiği vekillere karşı güvensizlik niçin sürekli pompalanıyordu?
Bunca yozlaştırılma ve huzursuzluk birilerinin meşru olmayan harekâtlarına meşruiyet mi kazandırıyordu ve niçin özellikle bu ortam bekleniyordu.
Askerler aynı görevde bulunuyorlar ve kendilerine göre vazifelerini ifa ediyorlardı.
Zaten mecliste bir anlamda, zımnen de olsa onlardan sürekli çekiniyorlardı.
Askerler ne istediler ki yerine getirilmiyordu, malum devlet bütçesinden en fazla payı dahi, yurt savunması dâhilinde onlara ayrılıyordu!
Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları, hangi bir vakit yürütmenin başı olan bir başbakan kadar, basın mensupları tarafından mercek altına alınarak, sorgulanıyor ve takip ediliyorlardı, hadlerine mi düşmüş, bu nasıl mümkün olur?
Türkiye’nin en önemli mevkileri ve şehir içindeki hayatiyet atfeden yerleri, bu insanlar istediler veya talep ediyorlar diye, en ivedi bir şekilde, mesai mevhumu gözetilmeden, bunlara tahsis edilmiyor mu?
Ve sosyal tesisler yapılarak, millette yasaklanarak, yüksek duvarlarla gizlenerek, yetmedi nöbetçiler dikilerek, toplumdan çok farklı ve kopuk, özerk bir statüye bürünerek, merak edilen olmayı başarmak ne büyük bir zafer!
Böylece kuvvet dengesini elde etmek ve her zaman, yön veren konumunu üstlenerek, uygun gördüğü bir zamanda, milletin yetki verdiği, ülkeyi yönet dediği, temsilcilerini, millete rağmen, önemsemeden alaşağı ederek, devletin başına geçmek!
Ne büyük bir başarı!
Öyle değil mi?
|
|
30.03.2007 17:05:25
|
|
| |
Unutulmayan günler!
Tam altı ay nişanlı kaldık, böylece yanlışlar yapmadan birbirimizi tanımaya çalıştık, kayın pederim olan Mükremin hocam ve kayın validem hacca gitmişlerdi.
Büyük kayın biraderim olan ve aynı zamanda Bedir camisinde, imamlık yapan Ramazan hocamda, kayın pederimle birlikte aynı evi paylaşıyordu.
Son derece anlayışlı, tahammüllü bol olan, sevgi dolu, emeğini esirgemeyen evli ve bir çocuğu bulunan, güzel ve gür sesini her fırsatta cömertçe arzu edenlere sunan bir insandı.
Nişanlımın küçüğü ve benim küçük kayın biraderim olan Ali hocamda, İmam hatip lisesinde okuyan, çalışkan, duygusal, kanaatkâr, futbolu çok seven, fakat bunu babasından gizleyen, başı yumuşak, itaatkâr çok sevdiğimiz bir genç arkadaştı.
Baldızlarım Emine ve Kamile de, Ali’nin küçükleri olan, evin sevimli, hizmet ehli, nişanlıma halı dokumasında katkıları bulunan kızlarıydı.
Kayın validem, titiz, temiz, becerikli ve sürekli bir işle uğraşan, kanaatkâr, hayır öğütlü, ibadetine düşkün, hiçbir zaman şikâyetçi olmayan, oldukça sabırlı bir hanımefendidir.
Mükremin hocamın evi, adeta bir imalathane gibi, her hafta bir karyola halısı dokunuyordu, bayanlar kendi kıyafetlerini dikiyorlar, asmalardan üzümler sarkıyor, salçalar kaynıyor, aş makarnalar kesiliyor, peynirler basılıyor, asma yaprakları kışlık olarak basılıyor, patlıcan, biber kurutuluyordu.
Hocam hiç boş durmuyor, boş zamanlarında bal ve halı satıyordu.
Hülasa on nüfusu barındıran bu ev, tek bir memur aylığına bağlı kalmıyor, şartları zorluyor, gıda konusunda sınır tanımıyordu, o kadar çok misafir geliyor ki, köyden, şehirden hepsine de yemek ve meyveler ikram ediliyordu.
Hizmet ehli hocam katiyen yılmıyor köyden, şehir dışından gelen dost ve akrabalarına hanesinin kapısını açıyor, onları yatılı misafir ederek, konaklama ihtiyaçlarını karşılıyor ve gidecekleri adrese refakat ederek işlerini bitiriyordu.
Hocamın bu denli gösterdiği tahammülü, sabrı, hizmeti, sahaveti şehir şartlarında yaşayan, ayrıca on nüfusu bulunan, fakat sanki bir çocuk sahibiymiş gibi, neşesinden, ibadetinden ve metanetinden hiç taviz vermeyen bir kimlik sahibi.
Bereketin ne demek olduğunu özümsemem, anlam bütünlüğünü bu hanede görmem, araştırmaya gerek duymadan idrak etmem, benim için oldukça yeterli bir sebeptir ve ayrıca bunu bizzat yaşayarak terennüm etmem bulunmaz bir nimettir.
Hiç unutmuyorum; bir gün baldızlar kayınvalidelere gelmişler, aş makarna kesmeye karar vermişler, annemize sürpriz yapalım demişler ve böylece hamuru yoğurmanın başına geçerek bir kıvama getirmeyi başarmışlar.
Daha sonra hamurun üzerine bir örtü serilerek, kuvvetli bir şekilde hamurun üzerine çıkarak çiğnemek ve açmaya uygun kıvama getirmek gerekiyormuş, Ramazan hocama ve bana bir şekilde, kuvvetli olduğumuz düşünülerek, ihtiyaç hâsıl olmuş, burada bulunmamız bize olan talebi kolaylaştırmış.
Hamurun üzerine çıktık çiğnedik durduk, haylice de huzurluyduk, neşeli şen ve şakraktık, aniden elektrikler gitti, karanlıkta kaldık, ne yapacağımızı şaşırdık, karanlıkta her kez birbirine bakındığını hissediyordum zira iş yarım kalamazdı.
Yan binalara baktık, lambalar yanıyordu, o zaman burada bir problem vardı, fakat elektrikten kimin anladığı bilinmiyordu, hatta anlayanda yoktu.
İnşaat elektriği kullanıyorlarmış, bu bakımdan binaya çekilen kabloda bir sorun olduğunu tahmin ediyordum, büyük bir ihtimalle kablonun kabuğu inceldiğinden şase yaptığını düşünüyordum.
Lakin mesafenin uzunluğu ve oldukça yüksekte bulunması, ayrıca karanlık olması, tedirgin olmamız için yeterli sebeplerdi, çünkü anlamadığımız bir işti.
Fakat çok karanlıktı, hiç bir ışık görünmüyordu, kablo nerede bilinmiyordu, oldukçada yüksek bir mevkide olması cabasıydı.
Uzanarak havada bağlantı yapmanın zaruretini düşündüm, etrafıma bakındım, eniştem ve kayın biraderim Ramazan hoca vardı, lakin bu işe kimse talip olmadı.
Öyle ya oyuncak değil ki bu elektrik işi, şakası dahi olmazdı alır devirirdi, üstelik bir şey göremiyorsun ki kim neylesin.
Bir müddet sonra bulunan mumlar yakıldı, mumun verdiği ışıkla, hamur işine devam edilmesi denendi, fakat netice alınamıyordu, bu şekilde çok geç kalınıyordu, birileri ortaya çıkıp ben yaparım demeliydi, çünkü her kez çaresiz kalmıştı, bayanlarda sessiz bir şekilde bulunanlardan medet bekliyorlardı.
İş verimi çok düşmüştü, neşenin yerini sükûnet almıştı, elektriğin ne zaman geleceğini bilseydik ümitlenirdik.
Saat 21,15 i gösteriyordu hala çözüm bulunamamıştı, bir usta bulsak ki derhal çağırsak, bu manada her şey olumsuz gelişiyordu, hanımların mahzunlaşması ağrıma gidiyordu, mutlaka birilerinin çıkıp bu riski göğüslemesi gerekiyordu.
Ramazan hocam o dallara hiç basmıyor, enişte bey sanayici olmasına rağmen ben anlamam diyordu, dolayısıyla bu işi çözmek mecburen bana kalıyordu.
O halde hemen vakit kaybetmeden çözmeliydim ve uzun zaman alacak bu uğraştan hanımları mutlaka kurtarmalıydım.
Acele bir şekilde aşağıya indim, kablo istikametini belirledim, acele mum istedim gelmesini bekledim, yüksek yere çıktım, şar telin indirilmesini söyledim.
Mum geldi, getirene dikkat ettim nişanlımdı ve ortalık pek karanlıktı.
Nişanlımla rahat konuşmanın tam zamanıydı, ama ne mümkün iş bekliyordu ve bunun sırası değildi, farklı anlaşılır kaygısıyla, hal hatır dahi soramadım, sadece teşekkür ederek kendisini uğurladım.
Mumu yaktım, kabloya uzandım, nihayet kabloyu yerde bularak uzanıp elime aldım, bıçağı hazırladım, kabloyu uçlarından soyarak sıyıracaktım, kablo kabuğunun maksadı, korumak ve gizlemek olduğundan asıl öznesi dâhilde bulunmaktaydı.
Doğal olarak kıyafetini çıkartıp, tamir için hazır hale gelmesi gerekiyordu, asliyeye ulaşmak için.
Nihayet asıl aktif bağlantıyı yaparak, yeniden telin üzerini bandajladım ve yeniden enerji verilmesini temin ederek, aidiyetinin yerine getirilmesini ifa edecektim.
Hazırlığımı tamamladım, mumu ağzıma aldım, kollarımla uzandım, kablo bağlantısını yapıyordum, yanan mumu dudaklarımla tuttuğum için, eriyen mum aktıkça sakalıma doğru nüfus ediyor ve tabi olarak donuyordu.
Ben acele ederek işlerin biranda bitmesine gayret ediyordum, bu bakımdan başkalarından haberdar değildim lakin açık olan camdan gülme sesleri geliyordu.
Bir baktım ki, benim ve düştüğüm komik halime katılarak gülüyorlardı.
Ben onlara tepki veremiyordum çünkü yanan mum ağzımda bulunuyordu, dolayısıyla nasıl gülebilirdim, sonunda iş tamamlanmıştı ve şar telin kaldırılmasını söylenmiştim.
Evet, nihayet zorda olsa elektrik arızası işini tamir yaparak, lambaların yanmasını sağlamayı başarmış ve böylece çok rahatlamıştım ve hemen şu meşhur cümleyi hatırladım.
“Bilgi insanı kuşkudan, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır”, deyimi ne büyük bir tecrübenin eseri olduğunu daha iyi kavradım.
|
|
30.03.2007 17:03:26
|
|
| |
Yargıçlar duyarlı olsalar!
Öğrenci olayları sebebiyle, saldırıya uğramıştım.
Olay büyüdü ve polisler geldi.
Ç kişi benden davacı olunca, polisler de karakola götürdüler.
Sorgulama ve ifade derken, nezarette sabahlattılar…
Sabah 10.30 civarında mahkemeye çıkardılar…
Hâkim kilolu ve çok yaşlıydı.
Gözleri donuktu, sanki manasız bakıyordu.
Her nedense bana hiçbir şey sormadan, polislere bir işaret yaptı.
Bu işretin ne anlam içerdiğini bilen polisler, haydi gidiyoruz dediler.
Ve cezaevine götürdüler…
Kapıdaki görevliler, şöyle bir baktılar, sağcı mısın, solcu musun diye soru sordular, sağcıyım dedim.
İyi o zaman senin saçlarını, tıraş etmeyelim diyerek kendilerince lütufta bulundular ve gardiyanların refakati ile doğruca koğuşa yolladılar.
Kapılar açıldı, içerdekiler haber almışlar bekliyorlardı, geçmiş olsun diyerek bana sarılıp, kucaklaşıyorlardı.
Basık, sıkıcı, gün ışığından uzak bir mekân, odalar dar, sıkıştırılmış ikili ranzalar, herkesin gözünde muğlâk bakışlar, çok değişik ve çarpık inanışlar, sanki her şey iç içe girmiş bir vaziyeti gözlemledim.
Efkârım dağınık, keyfim kaçık, sıkıntılarım, asabiyetim hadsiz ve açık, durumun ciddiyetini anlayanlar, hemen etrafımı boşalttılar, ihtiyacımı sordular.
Vakit daraldı ikindi namazımı kılamadım, şu duvarlardaki sembol resimleri uygun bir yere kaldırın da, kıbleye yönelip namaza duralım.
Saf, katkısız, berrak, olsun ki kıble gahımız, durunca namaza, dünya ve dertlerinden arınmış olarak, öyle bir namaz kılalım ki, kendimize gelip, sabır ve metaneti kuşanalım dedim.
Tam otuz dört gün tutuklu kaldım, Allah’ın izni ile Kur’anı Kerim öğrettim, otuz üç kişinin namaza, başlamasına vesile oldum.
Çoğu zaman cemaatle kılıyorduk, kendim sürekli kitap okuyordum, din, devlet, halk bütünlüğünün, maksatlı olarak tahrip edildiğini, basit bir şekilde yozlaştırıldığını hazmedemiyordum.
Entrika ve desiselerin odağında bulunan, çıkar çevrelerinin, milleti ve devleti işbirlikçileri ile nasıl perişan ve tarumar ettiklerini, düşünüyor, analizler yapmaya çalışıyordum.
Tutuklu kaldığım günlerde, idamlık, müebbetlik mahkûmların, yalakaları tarafından ezilmek, emir uşağı edilmek istendim.
Reddettim; güreşmek bahanesi ile alt etmek istediler, becerip yenemediler, değişik oyunlar sergilediler, imtihan edip sorguladılar, ama tüm koğuşun önünde rezil oldular.
Davalarına ulaşmak için her şeyi göze alan ve meşru sayan, akıl ve izanı, çoğu zaman nefsi ve enaniyetiyle karıştıran, bu ahmak grupları;
Sonunda bölüp, parçalamak, güçsüz bırakmak için çıkar yol buldular, bana, sen Kur’an la çok ilgilisin, bizlerde Müslüman’ız ama senin gibi düşünmüyoruz diyerek, şu andan itibaren seni, yeşil komünist olarak tanıyacağız ve öyle bileceğiz dediler.
Bu kanaate nasıl varmışlar biliyor musunuz?
Takriben beş ay önce, fuarda bulunan çay bahçesinde buluşmak üzere, fatih dernek başkanı ve yönetiminde bulunan üç arkadaşı beni ve arkadaşım Mustafa’yı davet etmişlerdi.
Hakkımızda neler duymuşlarsa!
Konuşalım, tanışalım diyorlarmış.
Bize bu teklifi, bizim sınıfımızda bulunan Mustafa Saccıoğlu getirmişti, bizde tereddüt etmeden kabul ettik.
Maksat konuşmak ve tanışmak değil miydi, bizim için hiçbir sakıncası bulunmuyordu.
Bizler düşünce olarak sorunları konuşarak, karşı tarafı dinlemeyi bilerek, şiddet ve adavetten uzak kalarak, meselelerin çözüleceğine inanıyorduk.
Nihayet buluşmuştuk, başkan olan arkadaş, yüz hatlarında yorgunluğu, bakışlarında ön yargıyı barındırıyordu ve varlıklı bir aileye mensup olduğu fark ediliyordu ismi de Fatihti.
Diğer arkadaşları da maddi açıdan aynı düzeyde sayılabilecek, kolejde okumuş, çokbilmiş, aşağılayıcı tavırları ön plana çıkan, oldukça şımarık kişilerden oluşuyordu.
Dördü de Kayseriliymiş, fakat ben hem şehirlileri olarak, onların serkeş, kıvıran, birbirlerine aşırı sulu davranan, üslup ve tavırlarına şahit olunca!
Zengin bir ailenin çocuğu olmadığıma şükrettim ve Kayserili olmaktan haylice utandım.
Bizim fikir ve kanaatlerimizi biliyorlarmış, o nedenlerle kurgulu gelmişler.
Hal hatır sorduktan sonra, hemen mevzuu, milliyetçiliğe getirdiler ve hararetli bir şekilde, hiç fırsat vermeden, peş peşe sordukları sorularla, paniklememizi temin ederek, tesir altında kalmamızı istiyorlardı.
Hoş görü, nezaket ve muhabbet maalesef, ahmaklığın ve adavetin olduğu mekânlarda bulunmazlar, fakat bu değerler onları hiç bağlamıyordu.
Sordukları sorulardan bir tanesi bile seviyelerinin, şartlanmış olmalarının, akıl ve idraklerinin askıya alındığının, ipuçlarını veriyordu.
Ne diyorlar; iki kişi denize düşmüşler ‘e’, bunlardan ikisi de Müslüman’mış ‘e’, bunlardan birisi Türk boksör Mustafa Sandalmış ‘e’, bir diğeri de Muhammet Ali Kılaymış ‘e’, ve biz bunlardan hangisini kurtarırmışız.
Böyle absürd bir soruya, aklı başında bir insan nasıl cevap verirse, bizde aynı şekilde cevaplandırdık.
Fakat çok büyük bir hata yapmışız ki, cevabımız arkadaşların hoşlarına gitmemiş. Siz nasıl Muhammet Ali ile ilgilenirsiniz, bırakın onu, zenciler kurtarsın dediler, masaya yumruk vurarak şiddet gösterisi yaptılar.
Tabiî bu duruma canımız sıkıldı, moralimiz sıfırlandı.
Ben böyle tavırlara tahammül ederek, sessiz kalmayı içine sindirecek, müsait bir yapıya sahip değilim.
Ayağa kalktım, bakın arkadaşlar, biz buraya sınıf arkadaşımız Saccı oğlunun hatırını kıramadık geldik.
Şu anda ortaya koyduğunuz tavır, sizin aczinizi gösteriyor, sakın ola ki bir daha bizim bulunduğumuz mekânlar da, böyle bir kepazeliğe yeltenmeyin.
Yoksa saygıyı, hoş görüyü sizler gibi rafa kaldırır, gereğini fazlasıyla size iade ederiz dedim.
Garsonu çağırarak hesabı istedim, çok fahiş bir rakam söylemişti garson, ama hamdolsun ki, üzerimde para mevcuttu.
Bir aylık harçlığımı tereddüt göstermeden garsona ödedim.
Onlar da bir anda boşta bulunduk, kusura kalmayın diyerek yanımızdan ayrıldılar, bizde Mustafa’yla onlara, arkalarından bakıyorduk, lakin acıyor ve üzülüyorduk.
Enteresandır fakat vatan ve bayrak adına slogan atan bu insanlarda, görerek şahit olduğumuz, yumuşak ve yavşaklara haiz tavırları, bizleri daha da çok şaşırtmıştı. Bu tavırları kalabalıktan çekinmeden, fütursuzca sergilemeleri bizi çok düşündürüyordu, zira bu insanlar, lise gençliğine dava diyerek vatan millet Sakarya nakaratını atıyorlardı.
Benim muhatap olduğum ve zaman ayırarak adam sandığım ve tartıştığım bu arkadaşlardan kaynaklandığını bir kez daha öğrenmiş oldum.
İşte suçumuz, bunlar taraflarından şeriatçı olarak algılanmamız ve dolayısıyla yeşil komünist hükmüyle, yargılanmamızın nedeni buymuş.
O tartışmada babası halı toptancısı olan, babasının sermayesine güvenerek, koleji terk eden ve oldukça şımarık meziyetli tanıdığımız, Metin ismindeki sulu insan, diğer koğuşta iki aydır yatıyormuş, bazen görüşüyorduk fakat nereden tanıdığımı hatırlayamıyordum, sağ olsun o daha genç olduğu için beni tanımış. Ve üç gün sonra koğuşta düzeni bozmaktan, disiplin kurulu kararı ile falakaya yatmama karar verildi.
“Falakaya yatmam, dayak yemem, benim için sorun değil”, diyerek konuşmaya başladım ve devem ettim, sorun olan, bu kadar yanlış ve haksız uygulamaları bulunan!
Vicdanlarınızın kabul etmediğini bildiğim halde, zulmü dava diyerek insanlara yutturmaya kalkmanız ve kendinizi bilerek aldatmanızdır diyerek, konuşmama devam ettim.
Koğuşta bulunan arkadaşlarımızın hepsi, yaptığınız zulmü görüyorlar ve gözyaşı döküyorlar, ama şerrinizden korktukları için, haksızlığınızı istemeyerek acı içinde yudumluyor ve söyleyemiyorlar.
Fakat ben, bu zulüm ve haksızlığın, hiçbir anlam ifade etmediğini, gözlerinizin içine bakarak, ses çıkartmadan, karşılık vermeden, tavrımla ve imanımdan aldığım kuvvetimle, hafızanıza nakşedeceğim.
Hayatınızda utanacağınız kalıcı bir iz olarak bırakacağım, bunu her zaman hissedeceksiniz… Sakın bunu unutmayın diyerek ekledim.
Şamanizm’i savunan, idamlık mahkûm olan, babası üç gün önce kurşunlanarak öldürülen, birkaç kez tartıştığım, iriyarı, yüz on kilo bulunan Mahmut isminde bir arkadaş.
Koğuşta bulunanların pek sevmediği, fakat idamlık olduğu için ses çıkartamadığı, itici bir tip olan bu adam, karşıma dikildi, gözlerini yere eğdi, hasmını görmüş ve eline fırsat geçmiş bir keyifle başlayarak!
Kum torbasına çalışır gibi, nefes nefese kalarak, ter boşalırcasına, takatsiz kalana kadar, üzerimde yumruklarıyla çalışma yaptı ve nihayet dili dışarı çıktı ve yere yığıldı kaldı.
Ne oldu yoksa yoruldun mu, sizlere hiçbir zaman, gücünüzün yetmeyeceğini söylemiştim, neden şimdi yüzüme bakamıyorsunuz, niye nefesiniz kesildi ve soludunuz, şimdi tüm koğuşa rezil, kepaze oldunuz.
İşte sizin davanız bu, hakkaniyet yok, insaniyet yok, maneviyat yok, ne olduğu belirsiz, ilkesiz ve mesnetsiz, gözü kapalı bir şekilde ve puta taparcasına!
Çıkar ve cürümlere koşarcasına, en yakın dostlarınızı dahi, menfaatiniz uğruna harcayarak ve kandırarak aldatıyorsunuz.
Evet, ben İslam ve prensiplerini dava, Hz. Muhammedi önder, Kuran’ı rehber olarak kabul ettim, var mı itirazınız diyerek içimden geldiği gibi haykırdım.
Son söz olarak, bizler ölmeye veya öldürmeye değil, haksız yere kan döküp inletmeye değil, zulme götüren gayeye değil, parçalayıp yok etmeye asla talip değiliz ve olamayız da.
Yaşamaya anlam katarak, düşünmek varken, sükûnetle tartışıp, konuşmak dururken, severek, sevilmek mümkün iken!
Yok, etmek yerine, yetiştirmek için çalışmak, daha güzele koşmak, kâinatın en şereflisi olmak, varlık âleminde mükemmeli yakalamak, daha iyi ve manalı değil mi?
Yaratana kul olmak bilinciyle koşarak, samimiyetle el açmak, yakarmak ve aczimizi idrak ederek, vuslatta olsak, hiç olmazsa dahi bu uğurda şehit olsak, daha güzel ve manalı değil mi?
İşte benim davam diyerek gönül verdiğim ve manada mücadele ettiğim yöntemim budur.
İlkelerim sevgi ve saygıdan beslenir, doğrularım evrensel mesajın bir simgesidir, dedim ve sustum.
Tek suçum, dayak yememek adına verdiğim mücadelede, yaşamak zorunda kaldıklarımdır.
Hâkim olan, yargıçlık görevinde bulunanlar bilmeliler ki, zalim ve masumun bir farkı vardır.
Adaleti ve hakkı, Hak adına kullanmayı önemsemez ve böyle telakki etmezlerse, başka yerlerde zalim aramaya gerek kalmamaktadır. Hakkı, haklıya teslim etmemekte, bir bakıma zülüm yapmaktır.
|
|
30.03.2007 16:50:52
|
|
| |
Yaşadığım heyecan!
Düğün hazırlıkları olanca hızıyla devam ediyordu, düzen düzmek için öz mesture ve tesettür giyim ismi ile çalışan mağazalardan ihtiyaçları aldık, mütevazı olarak elimizden ne geliyorsa karşılıklı konuşarak düzen işini anlayışla hallettik.
Davetiyeleri bastırdım, çerezleri aldım, her işe ben koşturuyordum, mali yönden son derece kısıtlı bir bütçem vardı.
Öyle ki, gelin konvoyu için tuttuğum taksilerin parasını ödeyecek durumda değildim, onun için gün evveli taksi durağına giderek ön anlaşmamı ve ödeme programını konuşmuştum.
Hülasa eğer ben evlenirsem, evlenemeyecek hiç bir insan tanımıyorum demiştim, daha zorunu görmediğim için.
Çünkü yük tamamen benim üzerimdeydi, o günlerde Cenabı Hakkın yardım ve inayetini her zaman gördüm.
Düğünde yemek verilecekti, onun hazırlıkları ve malzeme alımları yapıldı, nihayet her bir hazırlık tamamlanmış, yeni çıkan sorunlar son derece hızlı biçimde çözüme kavuşturuluyordu.
Düğün herhangi bir salonda değil, evimizde yapılıyordu, yemeklerde arka bahçemizde dizilen masalarda ikram ediliyordu.
Bacılarım, yakın akrabalarım mutfak işlerini gayet güzel götürüyorlardı, seri olarak yemeklerini yiyenler kalkıyor, diğer misafirler oturuyorlardı.
Kına gecesi dini motiflerle yapılıyordu, karşı komşumuz Ağırnaslı Ahmet amcaların evine misafirler alınmıştı.
Hacı kılıç cami imamı Veli hoca ve düven önünden hastane caddesine dönüşteki solda bulunan cami imamı Mehmet Gacır hoca ile beraber ilahiler, kasideler ve sohbetlerle devam ediyordu.
Bizim evde hanımlara tahsis edilmiş, orda da benzeri uygulamalar yapılıyordu, sülalemizde ve mahallemizde ilk defa böyle farklı bir düğün olgusu gelen misafirler tarafından görülüyordu.
Alkol yoktu, çalgıcılar bulunmuyordu, nara atmak, güç gösterisi yapmak, bay, bayan karışık oturmak ve oynamak imkânı yoktu, oldukça sakin ve sükûnetli geçiyordu.
Kınalar geldi dualarla yakıldı, sağdıç ve arkadaşlarım sağ olsunlar görevlerini ihmal etmediler, her zaman fedakârlık gösterdiler.
Nisan ayının dokuzuncu gününde, düğün konvoyu hazırlıklarını tamamlamış olarak ayrılmışlardı, ben evde kalmıştım.
Bacılarımdan büyük olan Hayriye ablam, gelininin koluna girerek ve babasından teslim alarak şehir turu yaptırmışlar.
Nihayet konvoyun korna sesleri uzaklardan duyulunca, annem ve diğer yakınlarım karşıladılar ve gelinlerinin koluna girerek içeriye aldılar.
Ben bahçenin kenarında duruyordum, pür dikkat bir vaziyette etrafı, oluşumları kolluyordum.
Aynı zamanda uzaktan bakarak, orda bulunmanın heyecanını, keyifli bir şekilde deruhte ediyordum.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, düğünümüz huzurlu bir şekilde, vukuatsız ve dualarla nihayet bulmuştu.
Babamın bir oğlu olduğum için, babamlarla beraber kalıyorduk, dolayısıyla aynı evi paylaşıyorduk.
Mütevazı, huzurlu ve hayatı dolu olarak yaşamaya başlamıştık, boş vakitlerimizde bahçemizi belliyor, ekiyor, sitil yapıyor, çapalıyor, ayrık otlarını temizliyor ve çaylarımızı yudumluyorduk.
|
|
30.03.2007 16:49:11
|
|
| |
Yaşanan bir utanç!
Sıla kokusunu terennüm ediyordum. Tahayyülümde onu yaşıyordum. Erciyes’i, kar’ı,
Yılanlıyı, Hasan’ı, hıdrellezi, Ali’yi, Gesi deki bağı, Erkilet teki asmayı yaşıyordum.
Çocukluğumu, annemi, babamı, bahçedeki toprağı özlemiştim.
O gece uyuyamamıştım, saat 04.35 civarı ab dest almak niyetiyle kalktım, lâvaboya doğru yönelip adımlıyordum.
Boyaların bulunduğu yer, önemli olduğu için, idareci haricinde kimse giremezdi, üçer gram karıştırılsa, renk değişik çıkar, birçok maddi zarar olurdu.
Çok farklı sesler geliyordu, irkildim emin olmak için silkindim ve yeniden kulak kesildim. Acayip seslerin devam ettiğini fark ettim.
Teklifsiz kapıyı açtım, baktım ki ne göreyim, şaşırdım kaldım, tabi biraz bocaladım, gözlerimi açtım, sonra hiddetimi şu sözlerle sıraladım.
Eğer sizi bir daha böyle, uygunsuz biçimde görürsem, kimseye söylemem, önce ben sizi kitlerim, açılamazsınız diyerek konuşmaya devam ettim.
Bunu böyle bilin dedikten sonra, orayı terk etmelerini söyleyerek, hışımla gözlerine baktım, onları silkelememek için kendimi zor zapt ettim,
Başları öne eğik şekilde kaybolup gittiler, meşhur Mehmet usta ve evli olduğu halde, namustan arınmış bulunan ve maalesef burada çalışan güya yetkili bayan.
Çalışan bayanlar içinde, Bursa hürriyet mahallesini iskân tutmuş Bulgar ve Romen göçmen vatandaşlar çoğunluktaydı.
Çalışanların genelini oluşturan onlardı ve bu insanların yapıları, adetleri oldukça farklıydı, mesela; bayanlar, erkeklerle güreşmekten sakınmıyorlar, gayet doğal diyorlardı.
Mehmet ustada sağ olsun bunu fırsat bilerek hiç sıkılmıyor ve çok rahat bir şekilde değerlendiriyordu.
Terfi etmek isteyen, rahat işi benimseyen, izine ihtiyaç duyan, Mehmet ustanın vardiyasında, kime gidecekti elbette ve üstelik tek yetkili olan Mehmet ustaya, o ne derse onaylanır, mesele çıkmazdı.
Ama Mehmet usta sürekli, hata yapar, beş kazan iplikten en az iki kazanı abraşlı(bozuk) çıkar, hayrola neden verim sürekli düşüyor, diye sorulunca bazen, Elektrik kurumunu, bazen sigortanın attığını, eh mazeret bitmez ya Mehmet ustada, bazen de motor arıza yaptı der çıkardı.
Acaba doğrumu söylüyor demezler, tamam usta canın sağ olsun, hafta sonu acısını çıkartırız diyerek, zavallı garibanları karşılıksız olarak çalıştırırlardı. Elemanların hafta sonu, dinlenmeleri, en doğal ihtiyaçlarını gidermeleri, aile fertleriyle bir gün dahi olsa, bir araya gelmeleri, dertleşmeleri onlara sorulmadan, başkalarının hataları yüzünden, hafta sonu tatillerinden haksızca mahrum edilerek, çalıştırılmaları beni kahrediyordu.
Tabi işveren temsilcisi Sabri beyin işine geldiği için, problem çıkmıyordu.
Fakat işveren kim, asıl patron hangisi!
Çalışanlar tarafından pek bilinmiyordu.
İstanbul da ikamet eden, oradaki pazarı genişleten, sürekli siparişleri artıran amcazadem Osman bey, haftada bir gün zor geliyordu.
Diğer azınlıkta olan hisse sahipleri, nadiren gelirler, hafta sonu araçlarını temizlerler, asıl işleri olan fabrikalarına giderler, hoş geldikleri zaman, Bursa sporun transferini konuşurlardı.
Dolayısıyla asıl patron, Sabri bey olarak bilinmekteydi, zira çoğu zaman bizimle birlikteydi.
Sabri Bey Mehmet ustaya o kadar güveniyordu ki, üzerine toz kondurmuyordu her nedense birkaç kez yokladım, atmosfer zemini müsait değildi ve hemen konuyu değiştirerek vazgeçtim.
Çünkü Sabri Bey, meşrep ve mantık olarak Mehmet ustaya daha yakındı. Mehmet usta işine, işverenine saygı duysa, iş ahlakı ve disiplinine haiz olsa, Sabri beyden çekinse, boyahanenin içinde, gece yarısı ve o saatte, kendi vardiyasında, bayan elemanların başıyla, üstelik kapıyı dahi kilitlemeden, en mahrem pozisyonda, haramın doruğunda.
İdareci sorumluluğunda bu kadar pervasız olabilir miydi? Mümkün değil dedim kendime ve daha boyutlu düşünmeye başladım.
Sürekli içime atıyor, sabrediyordum, çalışma şevkim kırılıyor, kuytu, serin ve sakin mekânlar arıyordum, Sinemde beni kuşatan sırlarımı, sigaramı yakarak, hasret kalmışçasına nefes çekiyor, dumanları ile mehtaba pas atıyor, hicranımı paylaşıyordum.
Rezillik ve edepsizlik, her ne hikmetse görülmek istenmiyordu!
Böyle bir iş yerinde, hizmet ve bereket, mağfiret ve rahmet nasıl olmalıydı?
Kuvvet dengesi oluşturulmadığı müddetçe, her hareket sadece bir nefes olarak kalacaktır.
|
|
30.03.2007 16:45:03
|
|
| |
Yaşlı teyze!
Çok yoğun geçen bir gündü, bu bakımdan oldukça yorulmuştum, büroda işler yoğun olduğu için, eve saat 20.30 civarında gitmeye karar vermiştim.
Motoruma binerek, Erkilet bulvarından ilerliyordum,Sümer bez fabrikasını henüz geçmiştim, önümde beyaz renkli, fort marka bir otomobil ilerliyordu.
Atatürk lisesinin oraya yaklaşırken, sağa dönmek için sinyalini yaktı, bende tabi olarak sol şeride geçmek niyetiyle ilerliyordum.
Önümde sağa dönmek için, sinyal veren aracın şoförü, direksiyonu aniden önüme kırınca, bir anda çaresiz kaldım. Motorun frenine bastım fakat ne mümkün, kayarak vardım ve o hızla, aracın arkasında bulunan tampona çarptım.
Bu çarpmayla motordan fırlayarak, havada taksinin üzerinden iki veya üç takla atarak, kaldırımın üzerine düştüm, kulağıma bir annenin feryadı geliyordu, ama ben çarpmanın şiddetiyle, kendimde olmadığım için, hayal gibi geliyordu.
Kollarımdan, bacaklarımdan tutmuşlar, bu vaziyette araca bindirirlerken, kendime geldim, iyi olduğumu söyleyerek, hastaneye gitmeme gerek olmadığını belirttim. Yalnız karşımda hiç tanımadığım, çırpınan bir adam dikkatimi çekti, bu kişi ısrarla hastaneye gitmemizi, tavsiye ediyor ve böyle olmasını istiyordu.
Meğer arkasından çarptığım aracın sahibiymiş, sağa dönmesi gerekirken neden karar değiştirdiğini ve hangi sebeple tekrar sola döndüğünü sordum.
O dizlerine vurarak, suçsuzluğunu anlatmaya çalışan adam, bak gardaşım, sana kurban olayım ki, benim hiçbir suçum yok, önüme aniden çıkan, şu yaşlı teyzeye çarpmamak için, sola kırdım deyince, tamam onunla geçmiş olsun ve Allah hayırlısını versin diyerek onları gönderdim.
Ayağa kalktığımda, müthiş derecede kaval kemiklerim, bileklerim ve kasıkların ağrıyordu, motorun öyle enteresan duruşu vardı ki, devrilmemiş, amortisörler dikelmiş, adeta göreve hazırım der gibi bekliyordu.
Arkadaşların yardımlarıyla, motoru elimizde götürerek eve gelmiştim, fakat hiç bir şey söylemeden yatağa uzandım, ağrılarım çok fazlaydı, belki de kendimi dinleyince sakinleşirim, kanaatiyle sessizce yatıyordum.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, sakat kalmadan iki, üç gün sonra yeniden çalışmaya başlamıştım.
|
|
30.03.2007 16:43:31
|
|
| |
Yöneticiye teşekkür!
Sayın yönetici; Zatıâlinize şükranlarımı arz ederken, bir damla kabilinden de olsa…
Bir mıhın nala, nalın ata, atın adama, adamın savaşa katkısındaki, gerçekliği hatırlattı…
Biliyoruz ki, zor günlerde, yarenlerin bir el uzatması, asla unutulmaz!
Bu alaka, muhabbet ikliminde filizlenen, fidelerin yansımasıdır!
Aslında, günleri zor kılan, takvadan ve teslimiyetten uzaklaşan ahvalimizdir!
Kanaat gibi, fevkalade değerli bir hazinemiz mevcut iken, içtimai bünyemizin, hadsizliğidir!
Asimile olan ahlakımız, yozlaşan mihenk ölçümüz, idrake ulaşmayan bilgilerimiz…
Alalamayı becerdiğimiz enaniyetimiz, ne derler diyen, akideden yoksun haletiruhiyemiz… Asla, anlaşılabilir değil, tabiî ki!
Efrada, sözümüzün tesir etmemesi, duruşumuzun, ahvalimizin, tutarsızlığımızın, göstergesi olduğuna kâiniyim…
Siz her zaman, şefkat gösteren, dinlemesini bilen, efkârı paylaşan, akilâne öğütleri, destur edinmiş bir kimlik sahibi, âdemoğlusunuz!
Bizde mevcut bulunan bedevilik, sizdeki medeniliğe yetişmesi, sabır, sebat ve metanette göstereceğimiz, gayretle orantılıdır!
Sabrın kaynağı, “Hayrın ve şerrin, Allahtan olduğuna”, kesinlikle inanan ve itminan olan, bir inancın suhuletidir… Tezahürüdür!
Terbiyeden mahrum bir nefs, bazen dalıyor, unutuyor ve avunuyor…
İnsanın hayatında terbiyenin, ne kadar önemli olduğunu, ihmal ediyor!
Bir hiç olduğunu, maalesef fark edemiyor!
Öyle ki, hareket ve kuvvetin, kendisine ait olduğuna inanıyor!
Mağrurlanıyor, tekebbüre yöneliyor, enaniyetine güveniyor!
Oysaki her zerrenin asıl sahibi, Cenabı Haktır…
Her gün mezarlar açılıyor, bir gün sıranın, bize de geleceğini, her nedense bilmek istemiyor…
Oysaki mezardan sonra bizleri, ne makam ve nede hadsizliğimiz kurtaramayacak!
İnsanlık adına yaptıklarımız, kulluk bilincimiz, zerrelerin sahibine olan teslimiyetimiz… Fedakârlığımız, sahavetimiz, efendimize olan hasretimiz ve amellerimiz kurtaracak…
Sizde, fevkalade bol bulunan, şefkat ve fedakârlığa, muhtaç ahvalimin, bir beyanıdır…
Kabul buyurmanızı istirham ediyorum…
Sizlere, bu hasletleri verenlere, Cenabı Hak, rahmetini esirgemesin…
Zatınızı, efradıyla payidar olan, zümrelerden eylesin…
Arzı mekânda, hayatınızı idame ederken, her halinizde bir ahenk oluştursun!
İnsan ancak, Cenabı Hakkı, saydığı ve sevdiği oranda, insanlar tarafından, saygıyı hak eder!
Sevgilerin hası, aşkların müptelası, şekliyeti kesinlikle reddeder!
Filistin, Irak, Afganistan, Bosna hersek, Malezya, Pakistan, Etiyopya, Afrika, Sudan ve benzeri birçok dünya mazlumlarının, feryadını duyarak yaşamayı başarmak…
Sekülerle şen, kimliğimizin tedavisinde ki katkılarınızı, bilerek teşekkür etmek istedim…
|
|
30.03.2007 16:42:25
|
|
| |
Zavallı hocam!
Yoğun geçen bir günümdü!
O gün itibarıyla, dört köyü ve muhtelif mahalleleri, satış yapabilmek maksadıyla, mütevazı arabamla gezmiştim.
Yıl 1983, hazan mevsimiydi! Bitap halimle saat 19.30 civarı, evime gelmiştim.
Her iki dünya için, hayat arkadaşım bulunan, değerli refikam kapıyı, hoş bir tebessümle açmıştı.
Gördüğüm bu ikram, gönlümü rahatlattı ve bir anda sıkıntılarımdan uzaklaştırmıştı.
Metaneti ve sabrı, refikamın benden fazlaydı. Adeta bir hizmet ehliydi. Fedakârlıkta had tanımazdı.
İnancı kavi, ameli istikrarlı ve öğrenme istidatlıydı.
Her neyse, işte o akşam! Acı bir feryat duyduk!
Kimin feryadıydı diye, kulak kabartarak anlamaya çalıştık.
Bununla da yetinmeyip, süratle perdeyi açtım.
Sesin geldiği yöne doğru baktım ki, kimi göreyim!
Kayınpederim olan zavallı hocam, 6,7 kişiden oluşan bir gurup çocuğun, köpekleriyle birlikte saldırısına maruz kalmış.
Çocuklar 15.16 yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. Bir taraftan da taşlıyorlarmış!
Süratle, yalın ayak ve haykırarak geldiğimi, yetiştiğimi ilan ediyordum.
Akşam olduğu için sesim yankılanıyordu.
Ben hocamın yanına geldiğimde, çocuklar kaçıyorlardı! Sesimi duyunca, hocamı bırakıp, kaçmaya başlamışlar.
Uzaklaştıkları mesafeye baktım, 600–700 metre civarındaydı!
Hatun kişiye, ayakkabılarımı acele getir diye, talimat verdim.
Fakat kesin bir emir olmasına rağmen, anlamamış gibi davranıyordu!
Göndermek mi istemiyordu, bilmiyorum fakat bunu düşünecek zamanım yoktu.
Tez zamanda, ayakkabılarımı giydim ve süratle o çocukları takibe başladım.
Bu zamanlar 85 kilo civarındaydım.
Yılmadım… Yorulmak istemedim… Takip ettim…
Çocuklar, dağılarak kaçıyorlardı ve tenha yolları seçiyorlardı…
Köpekler ise gecenin karanlığında, havlayarak ritim tutuyorlardı.
Nihayet 20 dakika koştuktan sonra, çocuğun birini yakaladım.
Ağlıyordu!
Dayanamadım!
Niçin yaptıklarını sordum, bir cevap alamadım!
Arkadaşlarının kimler diye sordum, yine sessiz kalmayı tercih etti.
Döverim bak dedim!
Gözyaşını dökmeyi başladı!
Karakola götürürüm dedim, sen bilirsin dedi ve götürdüm!
Karakolda görevli memurlara, önce kendimi tanıttım ve hadiseyi olduğu anlattım…
Memurları biraz acımasız buldum, çok sert vuruyorlardı, acıdım!
Memurlar siz gidebilirsiniz, biz gereğini yaparız dediler ve ben vedalaştım.
Bir müddet sonra evimize geldim ve hocama durumu anlattım.
Hocam, sanki inanmamıştı, yakalaya bileceğime ihtimal vermiyordu!
Lisanıhâlinden apaçık belli oluyordu!
Dayanamadım, hüznümü yudumladım!
Ve yeniden sözlerime başladım.
Hiç alakası yoktu, ama mecbur kaldım!
Hocam, polis memurları şimdi hocamızı yormayalım, fakat sabah ifadesini almalıyız dediler.
Yarın karakola birlikte gidelim de, meseleyi vuzuha kavuşturalım dedim.
Hocam, ancak o zaman biraz daha fazla, inanmış gibi yaptı.
Gittik karakola ve memur arkadaşlar, ilgilendiler, hocamı teselli ettiler ve neler yaptıklarını, bir bir zikrettiler.
Hocamın şaşkınlığı artıyordu ve arada bir bana bakıyordu.
İşte hocam, nihayet bu çocukları akşam yakaladığıma inanmıştı!
Ne kadar garip değil mi?
|
|
30.03.2007 16:38:56
|
|
| |
Zorundaydım!
Günlerden perşembeydi, mesaiye kalıyorduk, yemek fabrikasından yemekler gelmeyince, oldukça acıktık çalışanlar gözüme bakıyorlardı.
Fabrikada benden başka hiçbir idareci yoktu, yüklü malı İstanbul’a teslim etmek ve bir iki gün kalmak için gitmişlerdi.
Yemek haneye defalarca telefon ettik, cevap verecek kimse çıkmıyordu, işletme fakültesinde okuyan, aynı zamanda yanımızda çalışan Ferhat isminde, karakter sahibi elemana, araca bin ilerdeki bakkaldan yiyecek olarak, çalışanlara yetecek kadar, bir şeyler alda gel dedim ve dikkatli olmasını söyledim.
Çalışarak Ferhat’ın gelmesini bekliyorduk, telefona çağrıldım, ahizeyi alarak alo dedim, Ferhat’tı sesi kısılıyor mahcuptu, gelirken su birikintisinden hızlı geçmiş, aracın bujileri ıslanmış ve orada kalmış.
Tamam, Ferhat üzülme, bekle geliyorum diyerek, telefonu kapattım, hemen bir halat aldım, hızlı bir şekilde hedefe varmak üzere, fabrikadan ayrıldım.
Hava biraz yağışlıydı, sil geçler faal çalışmıyordu.
200 Docta kalas gibi bir arabaydı, mübarekte hiç estetik yok, bu araçları sürenler sanki farklı insanlardı.
Nihayet personelimizin servisini yapan fort minibüsü ve içinde oturan Ferhat’ı gördüm,yaklaşarak önüne durdum,araçtan indim geçmiş olsun dedim ve ne yapabiliriz diye düşündüm.
Personel yemek bekliyordu, yağmur yağıyordu, aracı çekmekten başka bir çözüm görünmüyordu.
Ferhat’a hangisini sürersin, nasıl olsa ikimizin de şoförlüğü var, ama ehliyetimiz yok, tercihini sen yap dedim.
Ferhat’ta, çekilmesi gereken aracı tercih etti, dikkat et sinyallerden gözünü ayırma diyerek tembihledim. Problem olursa kornayı çalmayı unutma sakın dedim.
Aracı çekerken çalıştırmak mümkündü, fakat Ferhat bundan çok çekiniyordu. Çekmeye başladık, gayet güzel gidiyorduk, Fabrikanın önüne yaklaştığımızda Ferhat küt diye, arkadan çarptı, hemen frene bastım, stop ederek araçtan atladım.
Baktım ki fort minibüsün önü,kaputu,panjurları,marş dinamosu,maf olmuş ve içinden çıkılmaz bir hal almıştı.
Ferhat’ın gözüne baktım mahzunlaşmış, kızarmıştı, dişlerimi sıktım, donup kaldım. Bu servis personel taşıyacak, elimiz ayağımız olacak, şimdi ne olacak diye hayıflandım.
Allah’ım sen kerimsin, merhametlisin, zorda kalanın imdadına yetişirsin, acze düştük, naçar kaldık Rabbimiz olarak sana el açtık, sen bizlere genişlik ve imkân ver diye içimden dua yaptım.
Tamam, Ferhat yardım ette, şu erzakları taşıyalım, elemanlar yemeklerini yerken, bizler de çözüm arayalım, haydi fazla üzülme, dedim fakat Ferhat daha çok matlaşıyor, karamsarlığa doğru gidiyordu.
Ferhat sana diyorum, ne düşünüyorsun deyince, Ferhat derince bir nefes alarak, tamamda ağabey, duyulunca benim işime son vermezler mi, ne olacak benim halim, dedi.
Aldığım parayla hem okumaya çalışıyorum, hem de annemlere bakmak zorundayım demez mi?
Bak güzel kardeşim, yaratan, yoktan var eden, bu güzel kâinatı halk eden, rızkı veren Allah olduğunu bilmeliyiz. En güzel sevgiliye neden yönelmiyorsun, çözümü onu anarak düşünmüyorsun.
Hamdolsun Allah’a, bak aklıma bir fikir geldi, şöyle yapabiliriz deyince, nasıl dedi sevinerek, ben seninle yer değiştirmiş olurum, dolayısıyla çarpan, ben olurum dedim,
Mümkün değil kabul edemem, zaten bizler için ne kadar, gayret gösterdiğini, kendini heder ettiğini bilerek, nasıl böyle bir şeyi kabul ederim.
Ferhat beni yorma, ben yaşlı bir insanım, sana sormadan, söz hakkı vermeden, gitmen için talimat veren benim, yemeğin gelmeme sorunu bizim, dolayısıyla sen, kendi üstünlüğünü kullanarak tercih yapmış değilsin.
Lütfen kendini daha fazla üzerek, beni de çıkmaza sokma, ehliyetin olmadığı halde, ses çıkarmadan talimatıma uyman, benim için çok yeterli bir sebeptir diyerek, araçları orada bırakıp, fabrikaya daldık.
Elemanlar yemeklerini yerken, odama geçerek telefona sarıldım, sanayide böyle geç saate, açık bir dükkân buluruyuz belki, diye çare arıyordum.
Fakat ne mümkün, cevap veren bulamıyordum, ama yılmıyor, komşu fabrikaları arayarak, emek harcıyordum.
Maalesef telefonla netice alamadık, doç kamyonete atlayarak, sanayiye doğru yol alıyorduk, bir ümitti bizim ki açık bir dükkân bulur muyuz diye.
Üç saatten fazla bütün sokakları taradık, aramadık bir yer bırakmadık, aradık. Takatsiz kaldık, fabrikaya dönmek için karar aldık, geçici bir servisle personeli evlerine dağıttık, ben yine orda fabrikada, sessizliğin en cömert ortamında, tüm dertlerimle baş başa kalmıştım.
Bekliyordum Mehmet ustanın büyük bir keyifle, bana bakacağını, patrona katkı yaparak anlatacağını, Sabri beyin inanacağını, onlar için bulunmaz fırsattı bu, onlara sormadan karar vermiştim çünkü.
Durumu Ferhat’a söylediğim şekilde, üstlenerek, ben yaptım diyerek, nasıl olduğunu izah ettim, Sabri bey Allah var, anlayışlı davrandı, sebep olan yemekhane ile işleri kopardı.
Fakat böyle kolay geçiştirilmeyeceğine dair kuşkularım vardı. Çünkü Sabri Bey, samanın altından su yürütürdü. Epey sıkıntı çekmeme rağmen, Ferhat için yapmaya değerdi.
|
|
30.03.2007 16:32:23
|
|
| |
Odadan alevler fışkırıyor…
Çinçin bağlarının dar sokaklarından, yokuş tırmanıyorduk…
Sokaklar mezbelelik, her tarafta pis kokular, burnumuzu kuşatıyordu…
Evler tamamen gecekondu, kapılar rast gele ve farklı merdivenler bulunmaktaydı.
Sokakta oynayan çocukların, bulundukları hal, ailelerinin geçim notları durumundaydı…
Kimisinin yanakları kızarmış, kimisinin burnu akmış, kimilerinde ise kahkaha katlıydı…
Arkadaşım Fevzi ile konuşarak ilerliyorduk.
Ankara’nın Altındağ ilçesinin dış kapı semtinde, bulunan Dr. Sami Ulus çocuk hastanesinin, hemen yanından sağa dönerek ilerliyorduk.
Birkaç yıldır göremediğim ablama, ziyarete gidiyorduk. Bir müddet sonra gelmiştik…
Merdivenler ahşaptan yağılmıştı, her bir sesi fazlasıyla yansıtıyordu…
Canım ablam içerde misafiriyle oturuyordu, pencereden görüyordum.
Misafir yabancı değildi, Dr. Aynur teyzemdi.
Bizleri görünce çok sevindiler ve sizi, hangi rüzgâr attı demişlerdi.
Sarıldık, soluklandık, hatır sual ettik…
Ablam bir müddet sonra, müsaade isteyerek mutfağa geçti.
Bir hazırlık yapacağı belliydi.
Ablamların kiracı olarak oturduğu ev, diğer evler gibi ahşap ve gecekonduydu.
Bir aralık, yatak odası ve birde misafir odası bulunuyordu.
Biz sohbeti koyulaştırmıştık.
Mevsimlerden sonbahardı, nispeten biraz rüzgâr vardı.
Bir tuhaf kokular geliyordu fakat
Bizler, mahallenin genel durumu böyle olmasından dolayı belki birileri bir ocak falan yakmıştır, onun kokusu diyorduk.
Bir müddet sonra ablam çığlık aymaya başladı ve sürekli dizlerine vuruyordu.
Biz biraz mesafe olduğundan, hemen koştum ve hayrola abla deyince,
Onun gözlerinin kaydığı yere doğru baktım.
Birde ne göreyim yatak odasından alev fışkırmıyor mu?
Hemen odaya girmek istiyorum, fakat ablam arkandan sarılıyor ve bırakmıyor.
Ancak durum çok vahim ve tamamen gecekondu, ahşap, sokaklar dar ve rampa…
İtfaiyenin gelmesi saatleri bulur ve tüm mahalle mahvolurdu.
Ablamın kollarını sert bir şekilde sıyırarak, odaya daldım ve kapıyı örttüm.
Yatak odasının penceresini de kapattım.
Çünkü oradan rüzgâr geliyordu.
Bir battaniye bularak, alevleri bunalttım.
Kapı ve arkasında asılı her bir şey polyester olduğundan yapışıyordu.
Gar dolap formika olmasına rağmen yanmıştı.
İçerden ablamın ağlayan sesi duyuluyordu.
Fakat ben asla aldırmıyordum çünkü durum gerçekten çok vahimdi.
Ellerimi açarak o jarse ve her neyse avuçlayarak, kapını dışındaki betona bırakıyordum. Birkaç sefer yapmıştım. Nihayet şükürler olsun ki Allah’a,
Yangını söndürmeyi başarmıştık.
Komşular akın etmişlerdi, fakat yapacakları pek bir şey yoktu, fevkalade tebrik ettiler.
Evlerimizi, yanmaktan sen kurtardın diyerek, dua etmişlerdi.
Ellerimin içi tamamen yanmış ve birçok yerimde su toplamıştı.
Yıl ise 1972 idi. Meğer küçük yeğenim kibritle yatak odasının kapısının arkasında ki,
Kıyafetleri bilmeyerek tutuşturmuş ve korktuğu için seslenmeden dışarıya gitmiş.
|
|
30.03.2007 16:31:12
|
|
| |
Sevgili hocam;
Ey sevgili saygıdeğer Hayrettin hocam;
Biliyor musunuz bu günlerde bir mahzunluk çöktü üstüme...
Arzı mekân kan ağlıyor.
Yeryüzünün taltif edilen, en şerefli insanları çaresiz, kalb tekliyor, zihinler havale geçiriyor...
Yaşamak artık bir şeref bahşetmiyor, zillet her tarafı sarıyor…
Dinimübin yabancılaştı, âdemi beşer artık anlayamaz oldu...
Dil unutuldu, saadet asrı maziye gömüldü...
Peygamberimiz, rahmet deryanız, gülümüz efendimiz burnumuz da tütüyor.
Gözyaşlarımızı süslüyor. Dilimizi güzelleştiriyor...
Ey sevgili Hayrettin Hocam;
Ha ne olurdu zatınız, ayaliniz, öğrencileriniz en çok hasretini çektiğimiz sevgili efendimizi, Kur'anı kerim hakikatlerini, mekânın geçici sakinlerine, biraz daha gayretli anlatsalar… Yılmasalar… Yorulmasalar...
Eğer bir ihmalleri bulunuyorsa şayet, bu boşluğu lafazan ve şekliyeti önceleyen, belamlar dolduruyorlar...
Ben'i önceliyorlar, teganniyi kaçıyorlar, onu bir marifet telakki ediyorlar...
Ey sabrımın sembolü, metanetimin özensi sevgili Hayrettin Hocam;
Biliyorum zatınızın gayreti asla azımsanmaz.
Fedakârlığınız katiyen örtülemez, şefkatiniz gizlenemez...
Fakat siz bu dini ve efendimizi ve yüce Kur'anı, herkesten daha başka,
Ve daha derinlikli ve bir ahengin meşkiyle terennüm ediyorsunuz…
Siz bu bakımdan, bizlerden çok daha farklısınız…
Siz Cemal'e âşıksınız, kişiliğinizin mayası ancak bununla kaimdir.
Ne olur sevgili hocam, mekânları geziniz, hazıruna çıkınız,
hiç olmazsa sık sık ekranlara çıkınız...
Siz bir duruşun, vakarın temsilcisiniz, edeb müdavimisiniz...
Gönüller hasret, efrat çaresiz, ümmet pür melal...
Sevgili Hayrettin hocam, siz bilirsiniz, nasıl isterseniz...
Efendim, kusurumu lütfen bağışlayın, hislendim, ellerinizden saygı ve muhabbetle öpüyorum...
Cenabı Hak ve Tekaddes hazretleri, zatınızı ve ayalinizi payidar eylesin… |
|
24.03.2007 19:15:54
|
|
| |
Biçare kadın!
Telsiz konuşmaları hız kazanmıştı, garip şeylerin habercisiydi.
Santral memurunu aradım, hayırdır diyerek sordum.
Efendim; bir ihbar aldık ve arkadaşlara çıkış verdim.
Nedir durum Ahmet çabuk söylesene diyerek çıkıştım.
Müdürüm, serken mahallesin de bir evde tüp kokusu binayı sarmış,
Deyince Ahmet, tahmin ettiğim, ihtimal dâhilin de zehirlenme vakasıydı.
Şoför durumuma vakıf olunca, aracı çekti ve hazır bir vaziyette bekliyordu.
Santral görevlisine ihbarı saat kaçta aldığını ve çıkan ekibin şu an nerde olduğunu,
Öğrendikten sonra, en kestirme yoldan ve ekiple aynı anda olay mahallindeydik.
Bina sakinleri çok telaşlı ve içerde üç tane küçük çocuğun olduklarını söylediler.
Anormal derecede gaz kokusu her tarafı sarmıştı.
Kapıyı kilitliydi, açan yoktu.
Merkez mahaller de polisler bizlere yardımcı olurlar.
Mesela kilitli kapıları, polis nezaretiyle açılması sağlanırken,
Merkez haricinde ki, müdahalelere jandarma nezaretiyle neticelendirirdik.
Bu olay mahallin de kapı kilitli, polis müdahale edemiyor, jandarmanın gelmesi,
Bir saatten fazla sürer, peki ne yapacağız dediğim de polislere, bizim yapacak
Bir şeyimiz yok, sorumluluğu alamayız dediler.
Bina sakinleri çaresizler…
İçerde mahsur kalanlar, kaderleriyle baş başalar, yani o anda bir canın kurtarılması
Kolluk görevlilerce önemsenmiyordu. Başımızı beleye sokamayız diyorlardı.
İşte o an, biten zaman kanaatiyle, bizzat kendim müdahalede bulunarak,
Kapıyı bir şekilde açtık.
Görünen manzara korkunçtu!
Zavallı genç bir bayan yerde ağız üstü ve perişan halde yatıyordu.
Zavallı üç çocuk, mecaller kesik ve çaresizlerdi.
Şükürler olsun henüz yaşıyorlardı.
Kucağımıza alarak, eğilmiş bir vaziyette dışarıya çıktık.
Çocuklara, oksijen takviyesi yapmaları, talimatını vermiştim.
Yeniden arkadaşlarla içeriye girerek, biçare kadını kucaklayıp,
Dışarıya fırlamıştık.
Kadın sapsarı kesilmiş, hareketsizdi. Oldukça zayıftı.
Fakir bir aile olduğu belliydi.
Bayana ilk acil müdahaleyi bizler yaparak, oksijen takviyesi,
Dizlerin kaldırılması, suni teneffüs vesaire derken bayanda,
Bir hareket görüldü, çok mecalsizdi, şaşkındı.
Ambülâns hala gelememişti.
Ben yeniden eve girerek, neden’i arıyordum.
Milangaz özellikle açık bırakılmış,
Biçare bayan kasten canına kıyacakmış.
Eşi veya bir kimsesi etrafta görülmüyordu.
Kılavuz aracına bindirerek, hastaneye yetiştirmiştik.
Gün boyu takip ettik, hepside kurtulmuşlardı.
İşte o gün, stresten tamamen sıyrılmıştım.
Vicdanımın rahatladığını. İliklerime kadar hissettim.
Yardımın, iyiliğin, fedakârlığın, bir can kurtarmanın,
Kurtarmanın sevincini, riske girmeme rağmen yaşıyordum.
|
|
24.03.2007 15:42:52
|
|
| |
Güzel haber!
Nihayet evlilik vakti gelmişti. Annemin yıllar süren hasreti bitecekti.
Annem gelin adayını gözüne kestirmişti. Benden daha ziyade heyecanlıydı.
Hazırlık yapılarak dünürlüğe gidildi.
Müstakbel kayın peder, henüz oğlumu yeni everdim. Bize biraz müsaade ederseniz sevinirim diyerek, zaman istemiş. Annem bir telaşa kapılmış ve bu talep yüzünden moralsizdi.
Annemi dinledim ve hemen ekledim, anne tasalanma artık bu işi olmuş bil, böyle hayırlı sonuçlanacağına yürekten inanıyorum, dedim. İçim oldukça ferahlamıştı, bu vaziyette şehir dışına, Adana ya gidebilirdim.
Nitekim öylede yaptım, işin yoğunluğuna kendimi bıraktım, zamana dahi bakmadım, çünkü yorulmuyordum, iş bitiyor fakat ben, çalışmak istiyordum, tüm hücrelerim, en canlı vaziyette, teyakkuza geçmişlerdi.
Bütün kaslarıma, bitmez bir kuvvet gelmiş, gönlüm ferahlamış, içimde kıpırdanmalar başlamış ve yıllarca baskı altına aldığım, çırpınan hislerime kapı aralanmıştı, onun sevinciyle olsa bile.
Sinem, meltem rüzgârının okşayan, esintisinin serinliğinde, yirmi üç yıl boyunca, gönlümün en ücra köşesinde ve bitmeyen bir umutla beklediğim.
Erkek, eş, efendi ve baba olmanın, anlamını kazandıran ve onsuz olan hayatı manasız kılan, faktörlerin temsilcisini bulmuştu.
Bir anda, canlı, diri, dinamik potansiyel enerjiyi, mantık, plan ve stratejik ilkeler doğrultusunda,
Sevk ve idare etmek, yönetmek, dolayısıyla geçiş planı dâhilinde, üretim yapmak, üretilen ürünün maliyet hesabını ve meydana geliş sürecini, aşamaları, zorlukları, irdeleyerek değerinin anlaşılması sağlanacak,
Ve o anlamda, üzerinde titizlikle durularak, yıpranma, yozlaşma etkileri hesaplanarak, ön tedbirlerin alınması ve gerektiğinde, koruma yöntemlerinin geliştirilmesi planlanacaktı.
Çalışırken, otururken, yemek yerken durmuyor, bunları düşünüyordum, geleceğimi, aldığım sorumluluğu ve yükümün önem ve rüknünü idrak ediyordum.
Bana böyle kısa zamanda, duygular bütününü, bir buket gibi sunan, Cenabı Hakka nasıl hamt etmezdim.
Adana da çok aşırı sıcak vardı, terlemiştim sokağın köşesinde, seyyar olarak satış yapan, terleyenleri soğutan ve vişne renginde bir içecek olan, çok insanın sıraya girerek aldığı, bu içeceği;
Bir solukta, boğazından aşağıya indirdiği ve benimde merakımı celbettiği, içmek hissimin belirdiği bir anda, yaklaştım, baktım, sakinleşince ortalık, seyyar satıcıya seslenerek birader bir bardakta bana ver dedim.
Vişne suyu olduğuna inandığım, içeceği aldım, içimin yanan hararetini, normale getirmek niyetiyle, hemen içmek için aralıksız yudumladım.
Fakat bir anda şaşırdım kaldım, bir bardağa baktım ve bir de satan adama, durumu anlamaya çalıştım, fakat ne mümkün anlamak, içinden çıkılmaz bir hal aldım.
Adama efendi, bu nasıl bir vişne suyu, hala anlamadım, deyince.
Seyyar satıcı, şaşkın bir vaziyette yüzüme baktı ve siz yabancı mısınız diyerek sorunca, daha çok meraklandım.
Adanalı olmadığımı nasıl anladı bu adam ve bu sorunun vişne suyuyla ne alakası bulunuyordu anlamadım.
Hayırdır neden sordun diyerek, yönelttiği sen yabancı mısın sorusuna, soruyla mukabelede bulundum.
Meğer benim, vişne suyu diye içtiğim, meşhur içeceğin, şalgam suyu olduğunu söylemesi beni daha çok sarstı ve aniden sanki haksızlığa uğramış bir kanaatle;
Kardeşim, o zaman neden söylemiyorsun, bunun şalgam suyu olduğunu, biz nerden bilelim bunun şalgam suyu olduğunu, diyerek çıkıştım.
Adam tamam ama ben nereden bileyim, sizin Şalgam suyundan bihaber olduğunuzu, deyince daha da çok şaşırdım kaldım.
Ve o anki halime, öyle hayıflandım ki, kendi kendime ve içine düştüğüm açziyet unutulur gibi değildi.
Sıkılarak birader kusurumu bağışlayın dedim ve sessiz bir şekilde o mekânı, arkama dahi bakmadan terk ettim. |
|
24.03.2007 15:41:18
|
|
| |
İlk gün!
Nihayet Ankara ya geldim, fakat nedense keyfim yoktu, hiç bir yeri gezmedim, hemen teslim olayımda meseleyi biran önce anlayalım.
Dolayısıyla askerliğin havasını, bir an önce soluklanırsam, meseleleri unutabilirim düşüncesiyle, Etimesğut’a gidecektim, yani meşhur 12 Eylül harekâtını yapan, zırhlı tümene asker olarak varacaktım.
Etimesğut’a geldim, benim gibi gelen başka askerlerde vardı, ben bu yuvaya kendimden emin bir şekilde, peygamber ocağı diyerek, kutsallık atfederek geliyordum, bu vatana hizmeti Allah’a ibadet olarak görüyordum.
Kapıdan içeriye girdim, nereye başvuracağıma bakıyor ve düşünüyordum ki, bir onbaşı beni hızlı bir şekilde çekti ve sırtımı ağaca yasladı, dirseğini çenemin altına dayayarak, peş peşe sualler sormaya başladı.
O kadar enteresan ve hazin bir durumdu ki, sanki bir zanlıyı kıs kıvrak yakalamışlar, sıkıştırarak itirafta bulanmasını ve gerçek maksadının açığa çıkmasını istiyorlardı. Etrafıma bakınıyordum, bir taraftan cevap vererek, durumu anlamaya çalışıyordum, aksi takdirde onbaşıyı alaşağı ederek tekmeleyecektim.
Kimsenin durumu benden farklı görünmüyordu, demek ki buranın durumu böyleymiş diyerek, içimden geçiriyordum fakat tahammülüm kalmamıştı artık, sıkılmaya başlamıştım.
O kadar çok konuşmanın arasında, Kayserili olduğumu söyleyince, onbaşı Kazımı tanıyor musun, diyerek bana soru yöneltti.
Kendimi badireden, bir vukuat işlemeden kurtarmak düşüncesiyle, hiç tanımadığım halde, evet tanıyorum demek, zorunda bırakılmıştım, onbaşı doğru söyle yoksa sonun çok kötü olur diyerek, tehdit dolu edayla yeniden sordu.
Anlama özürlü müsün tanıyorum dedim, duymadın mı, diye emin bir vaziyette tekrar ifade edince, onbaşının biraz gevşediğini hissettim, çağırtıyorum bak karışmam dedi, tamam sen çağır gerisine karışma dedim.
Orada birinin Kayserili olması benim için yeterliydi, onun beni tanımaması mümkündü, fakat ben her halükârda onu tanıdığıma ikna ederdim, zira reddetmezdi, edemezdi, bu fırsatı ona asla vermezdim, aldığım riskin gereği buydu, öyleyse bunun üstesinden gelmeliydim. Her şeyden ziyade kendime olan güvenim tamdı, o bakımdan böyle kararlı olmam, beni kuvvetli kılıyordu.
Merakla bekliyorduk, hem şehrimizi, benim rahatlamamın veya tam tersi olarak, yalan söyledin diyerek, çarptırılacağım cezanın, mümessili olacaktı, bu hiç tanımadığım hem şehrim. Onbaşı benim rahat oluşum karşısında, etkilenmiş olacak ki, durmuyor anlatıyordu, Kazım çavuşun nizamiyeden sorumlu olduğunu, albayın yakını bulunduğunu, dolayısıyla onun himayesinde bulunan askerin, yaşayacağını anlatıyor.
Bir anda beni ağaca yaslayarak ve bir zanlı yakalamış gibi sorular sorarak, ufkumu tarumar eden onbaşı gitmiş, onun yerini bir insan evladı almıştı, oldukça mülayim, aklı başında sorular soran biri gelmişti. Korkunun ve torpilin, bir insanı bu kadar değiştireceğini ve aynı anda, çift kişiliği yaşatacağını, ne kadar düşünsem de, bu denli bariz şahit olacağıma asla beklemezdim.
Hafif kilolu, çakı gibi, uyanık olduğu uzaktan fark edilen, Kazım ismindeki çavuş, bir onbaşıyla bize doğru geldiği görününce, yanımdaki onbaşının kendine çeki düzen verdiğini fark ettim.
Zatım için düşündüğüm, çavuş Kazımı hiç tanımasam bile, ruhlar âleminde tanıştığımızı biliyordum, dolayısıyla onun beni tanımaması, benim için pek fark etmiyordu, nasıl olsa benim kendisini tanıdığıma, ikna edeceğime hiç şüphem yoktu.
Yanımıza iyice yaklaştılar, çavuşun yüz ifadesi oldukça sertti, başında duran kepini ani bir hareketle eline aldı ki, karşımda kimi göreyim, sanat okulu bando takımında birlikte çalıştığımız Uğurdu.
Ne kadar şaşırdıysam, Uğur ne yapıyorsun burada, dediğimi hatırlıyorum, tabi sarılıp, kucaklaştık ve beni alarak o mıntıkadan uzaklaştık. |
|
24.03.2007 15:39:32
|
|
| |
Kaygı ve zan!
Sevgili babamı ve garip olan gelinini, ben evde bulunmadığım zaman, oldukça rahat bir şekilde gagalardı, babam annemden çekindiği için, onun olmadığı zaman bana içini dökerdi, hatun zaten hiç şikâyette bulunmazdı!
Annem benden çok çekinirdi, babamdan değil de benden korkardı, yıllarca tespit ettiğim yanlış ve hissi, nefsi tavırları çekilecek gibi değildi.
Bir keresinde, eğer babama bir daha bağırdığını görürsem ve hizmetinde kusur edersen, seni bir daha anam diye saymam, bunu bilesin diye kızmıştım!
Benim böyle bir hakkım olmadığını biliyordum, ama babam için yaptıklarımın, şahsımla alakası olmadığından, bu nedenle zulüm sayılmayacağına inanıyordum!
Çünkü annem her şeyin tazesini, iyisini kendine ayırır, kalanını babama ikram ederdi, bununla da yetinmeyip, onu uşağı gibi çarpıp azarlardı, bu yüzden babam sürekli mazlum durumundaydı.
O nedenle, çocukluğumdan itibaren gelişen ve bu konularda, kronikleşen hassasiyetim, bir kadının bu anam dahi olsa, sesini yükseltmesine, pervasızca davranmasına, asla tahammülüm yoktu, mutlaka hanımefendi olmalıydı, olmasa dahi, olmaya çalışmalıydı.
Aksi takdirde kadınsız bir hayatı tercih etmek zorunda kalırdım.
Epey sonra öğrendim ki, annemle, kaynanam biraz atışmışlar, sebepte eşim halı dokurken, bazen annesi de yardıma gelirdi, annem gariptir fakat istemezdi.
Kayın validem sabretmiş dayanamamış, efendisine durumu izah etmiş, bana anlatılan bunlar.
Bunlar doğru bile olsa, kayın pederin böyle davranmasını asla gerektirmez ve böyle bir üslûp hatasını da, kesinlikle affettirmez, tüm bunlardan daha da önemlisi!
Kayın pederler, hiçbir suretle talak talebinde veya teklifinde bulunamazlar, onların böyle bir hakları bulunmamaktadır, bu nedenle bazen böyle gelişen müessif olaylar, sinemizde silinmeyen izler olarak kalacaktır.
Eşimle oldukça güzel bir şekilde anlaşarak, huzur buluyordum, fakat bazen annem ne hikmetse, sudan bahanelerle huzursuzluk çıkartıyordu.
Bazen bahçede çalışırken yanıma geliyordu, gelininin olumsuz davranışları olduğunu söylüyordu.
Oysaki benim olmazsa olmaz kanaatim, eşimin haklı gerekçeleri dahi olsa, anneme ve babama katiyen sesini yükseltemez ve hürmette kusur edemez, bunu ima olarak dahi gösteremez.
Bana uygun bir zamanda meseleyi izah eder ve ben müdahaleyi gerekli gördüğüm vakit yapardım.
Gariptir ama eşim, annem hakkında hiç şikâyette bulunmuyordu, bana şikâyette bulunan sürekli annem oluyordu. |
|
24.03.2007 15:38:39
|
|
| |
Mecburdum!
Günlerden Perşembe, yıl 1995, yöneticilik yaptığım bölge şefliğine, kümbet bölgesinin şefliğini yapan, Mak. Müh. Yusuf Bey geldi.
Biraz şaşırdım, mesai dâhilinde ve bölgesinden hayli uzak sayılan bir mekâna, zatımı ziyarete gelmişti! Her neyse, hoş, beşten sonra Yusuf beyin sıkıntılı olduğunu gözlemledim.
Hayırdır Yusuf bir durum mu var diyerek kelam ettim. Hemen bekliyormuş gibi ağabey hiç sorma, durum kritik demez mi! Haliyle daha çok şaşırdım!
Nedir mesele diyerek yeniden sordum!
Ağabey Yakup Yamanı, yanıyorsun değil mi dedi.
Elbet te tanıyorum, senin baş şoförün değil mi dedim. Evet, ağabey doğru dedi.
Peki, ne olmuş dedim.
Bu adam servise çıktığında, liseye giden bir kız çocuğunu, müşterilerin indiği bir anda, sıkıştırarak korkutmuş ve cinsel istismara yönelmiş.
Zavallı kız çocuğuna, bir kimseye söylersen seni, rezil ederin diyerekten tehdit etmiş!
Bu kız, korkusundan birkaç kez çıkmak zorunda kalmış ve artık dayanamadığından, ağlayarak bana konuyu anlattı.
Ben gizlice takip ettim, gerçekten tehdit ediyordu.
Çaresiz kaldım ve ne yapacağımı bilemediğimden sana geldim dedi!
Bak Yusuf durum tehlikeli, seni ezer geçer, sen şimdilik sessiz kal, ben mutlaka bir çaresini bulurum, diyerek yolcu ettim.
Yüzüm kızardı!
Hiddetim arttı!
İçim kan ağladı!
Körpe bir kız çocuğuna, bu zulüm, nasıl yapılırdı!
O gece uyuyamadım!
Bir strateji geliştirmeliydim.
Bir gün sonra, icradan sorumlu daire başkanı, teftiş yapmak maksadıyla ziyaretime geldi. Aramız oldukça iyiydi, çalışmalarımı takdir ederdi!
Öğle saatleri olduğundan, yemek ikram ettim, radyo da hüzzam bir eser çalıyordu, biraz sesini açtım, bu durumdan keyif aldı.
İçimde kanayan yarayı, ilmi siyasetin ritmik vurgularıyla, teneffüs etmeye başladım.
İlk olarak, mevzua girmeden, ilgili kızın ismini zikrederek, kanaatini sordum.
Konuya vakıfmış, fakat hiç beklemediğim bir üslupla, …miş ki, sen kendi bölgene bak, başka şeylerle ilgilenmeyi bırak deyince!
Öyle bir afalladım ki, gözlerine hiddetle baktım.
Aniden kalkarak, kapıyı çarparak, mıntıkayı terk etti!
Diğer gün ve sabahleyin saat 8.30 da öyle bir telsiz anonsu geldi ki, hiddet bin parçaydı! Yardımcısı olan zavallı Nurullah beye, Mustafa beyle, derhal kümbet harekete, gelin dedi. Tabii olarak Nurullah beyde şaşırdı!
Daire başkanından çok korkardı!
Bir araca binerek, ilgili mekâna intikal ettik.
Daire başkanı adeta kükrüyordu!
Kümbet bölgesinin eksiklerini, peş peşe sıralıyordu!
Nihayet kümbeti bitirdi ve gelelim besinse bölgesine dedi!
Zavallı Yusuf zaten silkelendiğinden perişanlaşmıştı! Bir kelime dahi söyleyemedi!
Bay başkan, sakın ha, hadsizlik yapma ve beni kimseyle karıştırma, dün belsin bölgesindeydin, neden orada eksiklerimi, benim yüzüme söylemedin.
Ben sana bir zarf attım ve sende bu zarfa düştün, ben ne olduğunu anlatmadan, sen bizzat abesle iştigal ettin.
Bakın sizin asla bir saygınlığınız yok, saygıyı katiyen hak etmiyorsunuz.
Seçilmiş bir insan, sizi bu makama getirdiği için, saymak zorunda kalıyoruz.
Bizzat müdahale etmen gereken, mazlumu koruma gayretini esirgerken, bir de haklıymış gibi edepsizce bağırıyorsun.
Bakın şu anda sizi dövmemek için kendimi zor zapt ediyorum deyince, arkasına dahi bakmadan, kapıyı süratle çarparak ayrıldı gitti.
Beni genel sekreter yardımcısına şikâyet etmiş!
Hayatta, asla bir rızk endişesi duymuyordum. Çalıştıktan sonra, sıra semere gelsin!
İlgili makama vardım ve dinledim.
Genel sekreter yardımcısı, bakın Mustafa bey, daire başkanınız olan Ahmet bey, sizi gıyabınızda oldukça methediyor.
Dürüst, harbi, çalışkan olmasına rağmen, kızınca gözü bir şey görmüyor diyor.
Lütfen biraz daha itidalli olalım, olmaz mı dedi!
Peki, neden kızdığımı, söyledi mi diye sordum, bir şeyler anlattı fakat pek anlayamadım dedi. Duramadım, sizin liseye giden kız çocuğunuza, bizde çalışan bir şoför, sarkıntılık yapsa ne yaparsınız dedim.
Gerçekten böyle mi dedi, bende aynan böyle diyerek karşılık verdim.
Şoför işten atıldı ve ilgili daire başkanı bir müddet sonra görevden alınmıştı.
Oysaki ben, kız çocuğunu dahi hiç görmemiştim! |
|
24.03.2007 15:35:19
|
|
| |
O yıllar!
Muhtelif şehirleri gezerek, satış mümessilliği yapıyordum. Bir firmanın baharat pazarlaması ve taleplerin karşılanması amacıyla, Niğde, Bor, Mersini bitirdikten sonra nihayet Adana’ya gelmiştik.
Akşam olduğunda, Adana ilinde konaklama yeri olarak, pehlivan otelini seçmiştik.
Otele yerleştik, geniş bir odası ve caddeye nazır geniş pencereleri bulunuyordu, biraz dinlendikten sonra ilk iş olarak; Kayseri de ki gelişmeleri merak ettiğim için telefon açtım.
En son durum hakkında bilgi aldım, müspet olarak seyrinde gidiyormuş, bu bakımdan rahatlamıştım.
İki gün sonra, otel personelinden haber geldi, dışarıya çıkmak yasaklandı dedi. Bizde ihtiyari olarak hayırdır yine ne oldu diyerek görevliye sorduk?
Çünkü olağan üstü hal uygulandığından, askerin hali hiç belli olmazdı, her zaman yaptırım gücü bulunduğundan, gerektiği zaman asla kaçınmaz ve hemen yetkilerini uygulardı.
Dolayısıyla bir yere bombamı atıldı veya baskın mı oldu, neler oldu ki iki, üç gün otelde mahsur kaldık. Nihayet öğrendik ki, askerlerin on yılda bir alışkanlık haline getirdikleri meşhur ihtilalleri olan harekât, devreye konmuş, parlâmento lâğvedilmiş, siyasi partiler kapatılmış, liderlerine tutuklama talimatı çıkmış. Önceden tespit edilen, her yere baskınlar düzenlenerek, zanlılar yakalanıyor ve televizyon vasıtasıyla millete güven pompalanıyordu.
Bu konularda vatandaştan, özellikle askerlere yardımcı olunması isteniyordu.
Ne enteresandır ki bir anda, vatanın her sathında ve her yerde silahlı eylemler bitmişti!
Zanlılar hemen tutuklanarak, hapishaneye konmuşlar fakat ihbarı delil telakki ederek suçlanan insanı falakaya yatırmak, tazyikli su sıkmak, askıya bağlamak, dizlerin arkasına beşe-on tahta koyarak ördek yürüyüşü yaptırmak en hafif sorgulama yöntemleri olduğu malum.
İşkenceye dayanamayıp itirafta bulunanlar ve suçu kabul etmek zorunda bırakılanlar her zaman olmuştur. Ne derlerdi: “kurunun yanında yaşta yanar”diye.
Askerler toplu temizlik yaptıklarından kendilerine göre malum suç odakları bulunmuş, terör ve anarşist olaylar bir anda kesilivermiştir. Dolayısıyla huzur ve sükûn adeta askeri ihtilali bekliyormuş, zira hiç vakit kaybetmeden bulunması gereken biçimde yerlerini almışlardı.
Daha önce de olağan üstü hal vardı, devlet güvenlik mahkemeleri mevcuttu, böyle bölgelerde emir komuta zaten askerlerin elindeydi
Neden o zamanlar askerler sessiz kalıyorlardı?
Neden her yerde baskınlar ve öldürmeler devam ediyordu?
Niçin bu olayların önü alınamıyordu ve nelerin oluşumu bekleniyordu?
Bir o kadar zulüm ve talana, gaspa, ayaklanmalara, göz yumuluyordu?
Suçsuz insanların harap olmalarına niçin sadece seyrediliyordu?
Toplumun güçsüz kalması ve panik yaşaması kimlerin işine yarıyordu?
İnsanların çaresizlik içinde bulunmaları ve birilerinden medet umması, hangi kurumların işine geliyordu? Vatandaşların devletine karşı güven bunalımına düşmesi neden sağlanıyordu?
Parlamentoya ve milletin seçtiği vekillere karşı güvensizlik niçin sürekli pompalanıyordu?
Bunca yozlaştırılma ve huzursuzluk birilerinin meşru olmayan harekâtlarına meşruiyet mi kazandırıyordu ve niçin özellikle bu ortam bekleniyordu.
Askerler aynı görevde bulunuyorlar ve kendilerine göre vazifelerini ifa ediyorlardı.
Zaten mecliste bir anlamda, zımnen de olsa onlardan sürekli çekiniyorlardı.
Askerler ne istediler ki yerine getirilmiyordu, malum devlet bütçesinden en fazla payı dahi, yurt savunması dâhilinde onlara ayrılıyordu! Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları, hangi bir vakit yürütmenin başı olan bir başbakan kadar, basın mensupları tarafından mercek altına alınarak, sorgulanıyor ve takip ediliyorlardı, hadlerine mi düşmüş, bu nasıl mümkün olur?
Türkiye’nin en önemli mevkileri ve şehir içindeki hayatiyet atfeden yerleri, bu insanlar istediler veya talep ediyorlar diye, en ivedi bir şekilde, mesai mevhumu gözetilmeden, bunlara tahsis edilmiyor mu? Ve sosyal tesisler yapılarak, millette yasaklanarak, yüksek duvarlarla gizlenerek, yetmedi nöbetçiler dikilerek, toplumdan çok farklı ve kopuk, özerk bir statüye bürünerek, merak edilen olmayı başarmak ne büyük bir zafer! Böylece kuvvet dengesini elde etmek ve her zaman, yön veren konumunu üstlenerek, uygun gördüğü bir zamanda, milletin yetki verdiği, ülkeyi yönet dediği, temsilcilerini, millete rağmen, önemsemeden alaşağı ederek, devletin başına geçmek! Ne büyük bir başarı! Öyle değil mi? |
|
24.03.2007 15:33:01
|
|
| |
Yanan ev!
İhbar gelmişti. Santralde ki telefonların hepside çalıyordu.
Santral memuru sıkışmıştı, adres doğrulatıyordu.
Nihayet alarm butonuna basarak, çıkış talimatı alınmıştı.
Alarm sesi duyulduğun da, hiçbir itfaiye görevlisi nereye
Ve hangi istikamete gideceğini bilemezler…
Hangi şartta bulunursa bulunsunlar, uygun veya değil,
Çok süratli bir şekilde, iniş direklerine sarılarak, bırakırlar kendilerini.
Duşta ise, spor da ise, yemekte ise, yatıyorsa, hatta namaz da ise
Derhal, bulunduğu hal üzerine, koşmak zorundalar…
Araçlardan, kılavuzluk yapan ufak minibüs yola çıkar.
Sreni açık vaziyette seyrederken, diğer büyük araçlara yol açar.
İtfaiye amiri telsizle istikameti öğrenir ve olay hakkın da bilgi alır.
Santral memuru, yangının veya olayın büyüklüğüne göre,
Beş ekibi konumuna göre yönlendirir, daha sonra gelecek,
Yangın veya kurtarma ihbarları da, hesaplamak zorunluluğundadır.
İtfaiye araçların da, her ihtimal göz önüne alınarak teçhizatlıdırlar.
Her aracın ve itfaiye erinin çok farklı görevleri vardır.
Bu teşkilatlar, ihmale, lakaytlığa, unutkanlığa, duyarsızlığa kapalıdırlar…
Ancak bir insan olunduğunu ve istisnaların bulunduğunu bilmemiz kaydıyla…
Şahsım, bir Büyükşehir belediyesinin itfaiye müdürlüğünü yapmaktaydı.
Adres belirlenmişti, Mimarsinan’ın kasabası olan, Mimarsinan’ın mahallesin de,
Ah bu vatandaşlarımız, trafikte araç kullanırken, biraz daha anlayışlı olsalar…
Süratle gitmek istiyoruz fakat çok zorlanıyoruz, nihayet dumanlar görünmüştü.
Aşırı bir rüzgâr vardı, poyraz rahat bırakmıyordu. Yaklaştık zor olacağını anlamıştık.
Durum çok vahim, sitenin üçüncü katı öyle bir yanıyordu ki hiç sormayın…
Araçları hızlı bir şekilde, konuşlandırdıktan sonra,
Yangının merkezine doğru koşmaya başladık, er olanlar, hortum çekiyorlar,
Onbaşılar, bir can olabilir kaygısıyla yangının mekânına fırladılar.
Asıl hedef, sebebi ve merkezi bulmaktır. Daha sonra nihai çözümdür.
Yanma fiilinin üç şartı bulunmaktadır. Oksijen ateş ve yanıcı madde.
Bunların üçü bir araya gelince, yanma fiili gerçekleşir.
Yangın ise, yanma fiilinin çoğuludur. İşte itfaiyeci bu üç birleşenleri,
Ayırarak yanma fiilini nihayetlendirir. Havanın olmadığı yerde yanma olmaz.
Çatı katı alevin merkeziydi, beş adet tüp gaz vardı. Bir adam da perişandı.
Oksijen maskeleri yetersiz kalıyordu, alevler gerçek yanmayı anlatıyorlardı.
Nefessiz kaldık, perişanlığı yaşadık, ciğerlerimize duman yudumladık…
Yangını söndürmüştük, fakat bizler de bitmiştik, adamı kurtardık,
Tüp gazları uzaklaştırdık, bu arada suyun yetersiz geldiğini anladık.
Nihayet durum tespiti için aşağıya indiğim de, suyun azlığının sebebi olarak,
Pompa arızalandı efendim demişlerdi. Peki dedim fakat karargâha anons yaptım,
Gönderdiğim aracın arızasını tespit edin ve bana bildirin diye talimat verdim.
Artık yangın mahallinden, merkeze gelmiştik, hemen kademeye giderek,
Kaygımın sebebini öğrenecektim. Çünkü bakım ve onarım konusun da çok hassastım.
Pompanın arıza yapması çok mümkün değildi, inanmamıştım, koruma kaygısıydı.
Evet, maalesef öğrendiğim gerçek, aracın tankı boştu, hiçbir dirhem dahi su yoktu.
Bu şoför, bir aile sahibiydi, güya mükellefti, yanan ev kendi evi dahi olabilirdi.
Araştırdığım da karşıma çıkan acı tablo, bir siyasinin akrabası olduğundan,
Korunuyormuş, mesai ücreti için burada bulunuyormuş.
Siyasiyle mücadele ederek, ilgili şahsı bir başka bölüme göndermiştim. |
|
24.03.2007 15:32:16
|
|
| |
Titreyen bir ses!
Yoğun çalışma temposundaydım. Masan da içmemi bekleyen çayı unutuyordum. Çaycı arkadaş, müdürüm bu üçüncü kez değiştirdiğim çayınız deyince,
Ona mahcup bir edayla bakma zorunda kaldım. Özümlendim. İş stresi pek çoktu, şikâyetler artıyordu. Yeni bir uygulama başlattığımızdan, her bireyde acemilik hat safhadaydı. Telefonun zili çalınca, ahizeyi kaldırdım, efendim dedim.
Bir kız sesine benziyordu. Heyecanlıydı, yutkunuyordu, doğru konuşamıyordu. Sesin perişanlığı karşısında kayıtsız kalamazdım, sızlandım... Kızımız lütfen öncelikle bir nefes alınız, biraz tekrarlayınız, merak etmeyin ben sizi bekliyorum, sakın sıkılmayın.
Bir müddet sonra sesin sahibi kızın, rahatlamış olduğu konuşmalarından anlaşılıyordu.
İşimi bıraktım ve onu dikkatlice dinlemeye koyuldum.
Müessif bir haber olmasından kaygılanıyordum. Titreyen bu sesin sahibi kız, hissiyat dünyamda duygulanmama sebep oldu. Kendisine eğer daha iyi olacaksa, ziyaretime bekleyeceğimi söyledim.
Teşekkür etti.
Bu sesin sahibi kızın utangaç olduğu belliydi.
Oldukça nezaketliydi.
Edebi bir kaftan olarak giymişti.
Tanımıyordum fakat gönlümü fethetmişti. Bu kızımız tıp öğrencisiymiş, babası cumhurbaşkanlığı makamında aşçıymış. Burs kazanamamış ve referans gerekliymiş.
Kızımız bir arayış içinde bulunduğundan, sıkıntıya düşmüş, bizar olmuş. Personel arkadaşlarımızdan birinin kızı,
Hakkımda duyduklarından bir kanaatin sahibi olmuş.
Bu titrek sesli kızı tanıdığından ismimi ve telefonumu vermiş. Mesele buymuş.
Bizde elimizden gelenleri seferber ederek,
Bu kızımızın burs almasını sağlamıştık.
Yinede bir sıkıntısı olduğun da,
Hiç çekinmeden gelmesini ve yardımcı olacağımı söylemiştim. İyilikler, vicdanı rahatlatır ve musibetleri defeder. Derler… |
|
24.03.2007 15:28:42
|
|
| |
İsimsiz mektup!
Bir mektup aldım, biraz şaşırmıştım...
Biliyoruz ki artık mektuplar, bir iletişim için gereği kadar kullanılmıyor.
Şaşkınlığım bunun içindi.
Zarfı getiren postacı, mektubu bıraktı ve çekti gitti.
Doğrusu merak etmiştim, kimden geldiğin.
İşimi bir müddet durdurup, zarfa yeniden baktım.
Kimden geldiğini bileyim diye. Fakat ne mümkün,.....?
Den başka bir şey yok. Daha çok meraklandım.
Zarfı uygun bir biçimde açarak, içindeki yazılı bulunan pusulayı çıkarttım.
Kâğıt özenle seçilmiş, açık pembe renginde, mısralar ise çok özenle yazılmıştı.
Mısralar nezaketi öyle bir işlemiş ki, çok duygulandım.
Yeniden bir kez daha mısraları okumaya başladım.
Satırlar, kişiliğimi deşifre etmiş bir kimlikten geldiği o kadar belliydi ki,
Beni bu denli kim tanıya bilir'i düşünmeye başladım.
Duygu yüklüydü, hasret ve özlemi vurguluyordu.
Beni çok uzak diyarlara götürdü.
Hala merak ederim, o isimsiz mektubun yazarını.
Çok üzülürüm, gafletimin neresinde bir kapı araladım, bu yürek sahibine diye… |
|
|
1957 yılın da Kayseri doğumlu Mustafa Cilasun
İşletme fakültesini 2ci sınıfta,
okul heyecanı kaybolduğu için bırakmak zorunda kalır. Daha sonra ticarete başlayarak
On yıl kadar ticaretle iştigalini sürdürür.
Ulusal bir gazetenin bölge temsilciliğini yaparak yorum yapmak fiiline başlamıştır.
Aldığı olumlu bir davet ile kamuda görev yapmaya başlayan Sayın Cilasun
yönetici sıfatıyla çalışmalarını sürdürmektedir.
Yaptığı görevler itibariyle Otobüs İşletme Müdürlüğü, İtfaiye Müdürlüğü,
Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü, Sivil Savunma Müdürlüğü, iştirak ve işletmeler Müdürlüğü, İdari işler Müdürlüğü görevlerini yaptıktan sonra
hâlihazırda Hunat hatun Medresesi Kültür ve Sanat Müdürlüğü görevini sürdürmektedir.
(Ayrıca Aile şirketi olan ve oğullarımın başında bulunduğu Suffe Giyim Mağazaları şirketi sebebiyle işadamı kimliğini de devam ettirmektedir.)
İzedebiyat, antoloji, edebidefter, Sanat âlemi, Şiir ve şair dünyası, Zemheri edebiyat, edebiyat dünyası Türkiye şairler birliği, Hikâyeler net, Kalbi mecruh, Şiir ve şair dünyası, Yazım hane, Edebik, Forum tayfa, N-f-k form, istikamet form, Gümüşhane, Edepyahu, Viranvebahar, İslamiyet.gen, ,Risaleform, Güfeşan, Yenidendoğuş, islamiform.ingo, formankebut, ,fussilet.com, Mumsema, Edebiyat öğretmeni,Hayal denizi, Felsefe, Anlamak,ıhvanform, Tabut.net,İlimhazinem,Edebiyatevi,Formfırtına,İslamidüşünce,Ihvanform,Rehberimnet,Cerezform,Estanbul com, Sevgiform, Kun feyekun form,İslami form,Muhakeme net,Dervişler net,Moryağmur form,Hakikatdamlalarıform ve benzeri olan, edebiyat-şiir ağırlıklı sitelerde yazmaya devam etmektedir…
Sırası ile bugüne kadar;
1 anı roman(Nakşeden izler), muhtelif hikâye, makale, deneme ve
birçok şiir çalışması bahsi geçen sitelerde okuyucuların ilgisine sunulmuştur.
Diyor ki Sayın Cilasun;
”Yazmaktan maksadım şimdiye kadar gönül hücremde hapsolan duygularımın,
dostlarla paylaşım esasına dayanmaktadır.”
Mutlu bir evliliği olan Sayın Cilasunun dört erkek ve iki kız çocuğu bulunmaktadır.
Aynı zamanda Enes, Ayşe, Rana, Muhammet, Ahmet, Kerem Tahanın dedesidir.
Dört çocuğunun mürüvvetini gören Mustafa Cilasun’un halen Kayseri de ikamet etmektedir.
Aynı zamanda Türkiye Şairler birliği üyesidir...
Tel: 05354656856
Twitter:@mustafacilasun
|
|