İkizler
(Oyhan Hasan BILDIRKİ) 10 Temmuz 2007 |
Ortamsal |
| |
O da, gördüğüne şaşırdı. Şapkasını havaya attı.
Taylar, anasının memesine uzandılar.
Dışarı çıktık. Babamla burun buruna geldik. Dayanamadım, konuştum.
- "Müjde baba!" dedim, "İkiz tayımız var:"
O;
- "Sahi mi?" dedi, ahıra girdi.
Artık aramızdaki soğukluk bitmiş, boşanan, koşan, akın akın akan atlar geri dönmüş, avlumuza, evimize bereket gelmiş, soframız şenlenmişti.
|
|
Son Düş
(Oyhan Hasan BILDIRKİ) 6 Nisan 2009 |
Aşk ve Romantizm |
| |
İkinci katın terasında demleniyorlardı.
Öğle vakti, hava tutuşmuş, yanıyor.
Sanki bu yangın yetmiyormuş gibi terasa önceden düşmüş gölge gide gide kısalıyordu. Biraz sonra terasın zevki kaçacak.
Aşağıda masmavi deniz…
Ufukta nokta nokta gemiler. |
|
|
Bir bakarsınız hayâl meyâl gülümser biri,
İlk aşkınızdır bu ışık ışık gözlerinden belli.
Uzatsa elini, çekincesiz tutarsınız,
İlk heyecanınızı yeniden yaşarsınız…
Acaba bu mu mutluluk dedikleri?
Oyhan Hasan BILDIRKİ
|
10.03.2008 22:02:39
|
DARKAPI |
| |
"Vatan yahşi
Herkese vatan yahşi
Gezmeğe gurbet eller
Ölmeğe vatan yahşi."
VATAN
Dünyanın bir bölümüne; havası, suyu ve toprağıyla sahibiz. Hava, su, toprak üçgeni bizi vatan fikrine götürür. Fakat tek tek düşünülünce vatan, ne hava, ne su, ne de topraktır. Her üçü de bir araya gelip kutsallaşmamışlarsa, vatanlaşamazlar. Bu yüzden olsa gerek, ne güzel söylemiş şair:
"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır."
Havasına, suyuna, toprağına sahip çıkamadığımız, uğrunda ölümü göze alamadığımız dünyanın herhangi bir bölümü, bize vatan olamaz. Halbuki bir vatana sahip olmak, kişiyi yüceltir. Onun temiz havası bile göğsümüzü kabartır. Toprağına, başımız yukarıda dimdik basarız. Hür olmanın gururunu duyarız. Yazın serin, kışın ılık pınarlarından yudum yudum içtiğimiz su, damarımızda kan, dizimizde derman olur.
Ben, vatanımı severim. Onu, her şeyden aziz bilirim. Yeşilin binlerce tonunu taşıyan ormanlar, tek tek veya sırt sırta vermiş ulu dağlar, uçsuz bucaksız bereket dolu ovalar, neler neler, ne hatıralarla doludur değil mi? Çamlıbel'ler, Sakarya'lar, baştan başa Menderes ovaları hatıralarla kucak kucağadır. Bu hatıralarda başkaldırışımız, düşmana karşı duruşumuz, istiklâle olan tam bağlılığımız, vatan için duyduğumuz sebil sevgimiz yatar. Demem odur ki, sahiplik duygusu hatıralarla birleşince toprak, vatanlaşır.
Biz, bu topraklar üzerinde doğduk. Bir tohumken körpe fidan olduk, olgunlaştık. Anamız en güzel ninnileriyle sarıp sarmaladı, büyüttü bizi. Babamız azarlasa bile, koruyup arkaladı bizi. Karnımız doydu, sırtımız çıplak kalmadı. Vatanımızın dağını, bağını anlar, sever olduk. Bu topraklar üzerinde, oyunların en güzelleriyle tanıştık. Kederlerimizle birlikte, sevinçlerimizi paylaşacak arkadaşlar bulduk. Yaşadığımızın farkına vardık.
Yaşamak için, yaşatmak da gerekir! Vatana olan bağlılığımızı zayıflatan duygulara yakamızı kaptırdığımız gün, göğün bütün yıldızları başımıza yağar. Bu kızgın, öfkeli yıldızların ağırlığına katlanamayız. Katlansak bile, vatanımızın elden çıktığını, yangın yerine dönmüş bir toprak parçası haline geldiğini görürüz. O zaman da, yandığımız gündür! Böylesine bir yangından kurtulmak zordur. Filistinlileri bilirsiniz. Vatanlarının değerini anlamadıklarından olacak, göğün bütün yıldızlarını üzerlerine çektiler. Şimdi kan, kin, göz yaşları yağmurlarıyla boğuşuyorlar. Artık ne fayda? Koca Arap dünyasını bölmüşler, kâh Suriyeli, kâh Ürdünlü, kâh Mısırlı olmuşlar, kıyım kıyım kıyılmışlar. Biz, onların bu talihsiz durumlarından ibret almalıyız. Birbirimize Lâz, Çerkez, Yörük, Kürt, Arnavut gibi çirkin sıfatlarla seslenmemeliyiz. Hepimiz Türk'üz. Bunu anlamalı, gereğince yaşatmalıyız. Yoksa biz de bölündükçe, Türk olmaktan ayrıldıkça, vatanımızı da bölük pörçük eder, küçültürüz. Küçülen parçalar da eninde sonunda kaybolur, vatanımız elden çıkar. O zaman, başımızı vuracak bir taş bile bulamayız.
Taş deyince aklıma geldi. Size "Kutsal Kaya" efsanesini de yeri gelmişken anlatayım.
Eski anayurdumuzda, Türklerle Çinliler yan yana, uzun süren bir barış devrini yaşıyorlardı. Nedense Çinli hanlar, barışı bozmak istediler. Oturup konuştular. Savaşmak için bir bahane bulmaya çalıştılar. Çinlilerden bir ulu, söz aldı. Türkleri kızdıracak, barışı bozacak olan çareleri sayıp döktü.
- İlkin, dedi, Türk Kağanı'nın atını isteyelim.
Hazırladıkları elçiyi yola çıkardılar, Türk ülkesine uğurladılar. Elçi vardı, Türk sarayına dayandı.
Saraydan sordular:
- Ne istersiniz?
Cevapladı:
- Kağanınızın küheylânının methini işitmişiz. Öyle bir at, yalnız bizim hanımıza lâyıktır. Güzellikle verirseniz, verin. Yoksa?..
- Yoksa? dediler.
- Zorla alırız!
Beyler ayaklandı. Bu yılan dilli elçiye haddini bildirmeyi, oracıkta tez boynunu kırmayı istediler. Türk Kağanı, beylerini topladı, susturdu, ve söyledi.
- Attır değil mi? Verin, gitsin!
Beyler, denileni istemeye istemeye yaptılar. Elçi, küheylânla birlikte geri döndü. Çinliler, ilk çarenin tutmadığını gördüler, üzüldüler.
Ulu kişi, dedi:
- Sabredin, göreceksiniz ikincisini vermeyecekler. O zaman bizim çok istediğimiz savaş başlatılacak.
Dediler:
- Neymiş o?
- Kağan'ın kızını isteyelim. Han'ımıza cariye olsun.
Kabul ettiler. Elçiyi yeniden yola çıkardılar.
Kağan, yeniden ayaklanan beylerini dinlemedi.
- Kızdır değil mi? Köküne kıran girmedi ya! Verin, gitsin!
Kağan kızı, Çin hanına cariye oldu. Beyler üzüldü, Kağan'a küstüler. Aralarında karar verdiler, sözleştiler… Artık korkak Kağan'ın hiçbir işine karışmayacaklar, bir başka istek karşısında da onu yalnız bırakacaklardı.
Beri yanda Çinliler, bozulan ikinci oyuna da öfkelendiler, bağırıp çağırdılar. Ulu kişi, onları yatıştırdı.
Söyledi:
- Durunuz! Daha oyunumuz bitmedi. Bu sonuncusunda, buraya yazıyorum işte, isteğimize ulaşacağız.
- Neymiş o?
- Kuzeydeki sınırımızın yakınında, Türklerce kutsal bilinen, çıplak, bizce hiçbir değeri olmayan bir ulu kaya var. O kayayı bilir misiniz?
- Belli! Biliriz!
- Onu isteyelim!
- İsteyelim! Güzellikle olmazsa, zorla alırız.
Elçiyi hazırladılar. Kağan'a yeniden gönderdiler.
Kapıda, beylerden hiçbiri yoktu. Elçi vardı, doğruca, biraz da küstahça bir şekilde, Kağan'a çıktı.
Dedi:
- Kutsal kayayı isteriz. Ya gönlünce verirsin, ya da zorla gelir, alırız! Bilesin!
Kağan dedi:
- Ya, öyle mi?
- Öyle!
- Bir düşüneyim, danışayım!
- Kime danışacaksın? Hem niçin?
- Kime olacak? Kayanın sahiplerine...
Kağan, elçiyi daha fazla konuşturmadı. Tez elden beylerine buyruk çıkardı. Beyler toplandı. Kağan, onlara son isteği anlattı. Bu konuda, beylerinin düşüncesini sordu.
Dediler:
- Bir kaya parçası değil mi? Ver, gitsin!
Kağan, bu karşılığa güldü. Elçiyi işaret etti.
- Tez, şu yılan dilli adamı tutun! Bir kaya parçası, ha? Gülerim aklınıza. Görüyorum şaşırdınız. Fakat şunu neden düşünemediniz? At, benimdi. İstediler, verdim! Kız da benimdi. İstediler, verdim. Kayaya gelince, o milletimindir, vatanımızın bir parçasıdır. Nice canlarımızı uğrunda fedâ ettik. Niçin verecekmişim? Haydi, çabuk toparlanın. Buyruğumu da ikiletmeyin! Çin'e akın var!
Toparlandılar. Bölük bölük Çin'e aktılar. Çin Seddi'ni aştılar. Atı geri aldılar. Ar'ından, sıkıntısından kendi canına kendisi kıyan Kağan kızına bir türbe yaptılar. Dönüp vatanlarına geldiler. Mutluluk, şenlik içinde yaşadılar.
Bilirsiniz: Vatan, kutsal bir ocaktır. Ocakları tüttürebildiğimiz nice zamanlarda, hürriyetin de, bayrağın da sahibi oluruz. Fakat adına vatan denilen ocak sönerse, ne hürriyet, ne bayrak kalır.
Ne dersiniz? Vatan konusunda biz de Kağan'ı kendimize örnek alalım, değil mi?
Oyhan Hasan BILDIRKİ |
|
10.07.2007 23:53:07
|
DARKAPI |
| |
MARTILAR
Kaderlerinde biraz doluca yaşanacak bir aşk ve sonunda da büyük bir ıstırap vardı... Fakat bunu ne o, ne de ötekisi, deniz köpüğü kadar berrak, martı beyazlığındaki sevgilisi dahi bilmiyordu. Sadece alınyazısıydı bu, o kadar. Alınyazısı!.. Yıldızlar bir başkaydı o gece... Nedense aşk üzerine söyleşmiyorlardı bu akşam. Samanyolu, altın saraya, Gök Tanrı'nın yanına giden yıldız yolu değildi. Sanki eriyip eriyip ayrılıverecek gibiydi. Bu durum, yüreğini hoplatıyordu adamın. Adam bekledi. Bir bekledi, iki bekledi. Gelecekti... Hani o, Türkmen kızı ne demişti ona? Beraber engin denizleri aşacaktılar. Denizin ötesindeki sırça saraylar, henüz daha kapıları açılmadık som saraylar onları bekliyordu. Mutluluk dolu bir yolculuk, onları bekliyordu. Çok geçmedi yıldızlar, birer birer sönmeye başladılar. Her sönen yıldız, ağlatıyordu adamı saatlerce. Deniz azmıştı. Adama yapılan ihanete de oldukça kızmıştı. Deniz yükseldi. Tam bu sırada Deniz Tanrısı gözüktü adama. Kırmızı oldu kabardı, mavi oldu söndü deniz. Arada bir yeşil de oluyordu. Adam için ümit kaynağıydı bu! Yeşil murat ve gelecek demekti. Adamın yüreğinde sayısız hayâl panayırları. Nihayet Demirkazık da söndü. Bu sönüşle birlikte, bütün yıldızlar da kayboldu. Kıyıda uzanmış, denizle oynaşan Balıkçı köyü pırıl pırıldı. Adam yürüdü. Daha doğrusu, İlahî kuvvet adamı yürüttü. Denizin kızı gelmemiş, onu yine kandırmıştı. Böyle düşündü adam ilkin! Aslında gerçek de buydu. Yalnız deniz azgındı. Fırtına vardı. Adam, Deniz Tanrısı'na meydan okudu. Fırtınaya da aldırmadı, verdi yürüdü. "Sal"ını azgın sulara bıraktı. Sular, adamakıllı yükseldi. O da yükseldi. Denizin kızı yoktu! Denizin berrak köpüğü, kıpkızıldı... Sular, o azgın sular, sapsarıydı. Adam gidiyordu. Sadece dudağında eski bir şarkı vardı. Sonra çıldırdı, haykırdı. Delicesine ağladı. Denizin kızı hâlâ yoktu. Adam, alınyazısına egemen değildi. Yosun kokan, balıkçıl kayalıklar, salı zedeliyordu. Deniz kızını ilk gördüğü yerdi burası. O, ay ışığında sulara karışmıştı. Adam ağlıyordu. Haykırıyordu! Azgın deniz de, bu ağlama ve haykırışlara sadece kabarma ile cevap veriyordu. Nihayet bir başkalık oldu. Adamın muhayyilesi durdu. Deniz de yelkenlerini suya indirdi, sakinleşti. Sabaha az vakit vardı. Kayalıklarda denizin kızının yalvaran sesi duyuldu. Adam koştu. Bu koşma, onun sonu olmuştu. Ama mes'ut bir sondu bu!..Gök Tanrı, Deniz Tanrısı'na emretmişti. "Bırak!" diye. Emir yerine getirildi, deniz kızı bırakıldı. Fakat Gök Tanrı, adamla deniz kızını, bir çift martı yapmıştı. Mutluydular, uçtular, yıkandılar, çırpındılar... Balıkçı köyünde herkes adamı aradı, bulamadı. Yalnız oldum olası denize aşık Deli Davud; - "Onu deniz kızı helâk etmiştir." dedi. Sonra gökte uçuşan bir çift beyaz kuşu gördü. Deniz köpüğünden yapıldıklarını anladı. Başlarının üstünde uçuşan kuşları, bütün balıkçılara da gösterdi. - "Martı!" dedi. "Martı!.." Bu sözü kimse bilmiyordu. Herkes "martı" deyip, işin içinden sıyrıldı. Ve böylece deniz köpüğü ile adamın buluşmasından, günlerce binlerce martı türedi. Yalnız nedense balıkçının evinden hiç ayrılmadılar. Bütün herkes, balıkçı köyünün halkı ağız birliği ettiler: - "O" dediler, "kuş oldu!.." Sonra sahile vuran salın parçalarını gördüler.
Oyhan Hasan BILDIRKİ |
|
30.07.2006 10:59:02
|
DARKAPI |
| |
ATATÜRK VE SANAT
Kendisini özlemeye başladığımız, “arar olduğumuz” Atatürk, komple bir insan. Biz, millet olarak; O’nunla “mükemmel”i yakaladık. Gösterdiği ışıkla, kendi kimliğimizi bulduk. Söylenmesinde, her devirde “çeşitli sakıncalar” görülen adımızı, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyerek haykırdık. o, şimdi aramızda değil. Ayrılışının üzerinden “şu kadar yıl” geçmiş. Buna rağmen, “elli yedi yıllık ömre” sığdırdığı düşünceleriyle yanımızda. Eskiyeceğine “yenileşiyor”, daha da zenginleşiyor. Bundaki sır, Atatürk’ün sanata verdiği önemde yatıyor.
“Biz daima hakikat arayan ve onu buldukça, ve bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız.”
Cesaretimin kaynağı, Atatürk. Cesaretim, cüretimi artırdı. Sanata susadığımız şu günlerde, “Atatürk ve Sanat” kavramı hakkında konuşmak istedim. Çünkü sanat, insanın aynasıdır. Yaşadığımız çağın farkına, başka bir yolla varmak zor. Sanat, sevgiye açılan altın kapıdır. Biz, bunun “susuzluğu”ndayız.
Peki, nedir sanat?
“Sanat, güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa şiir, nağme ile olursa musîkî, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık olur.” “İnsanlar olgunlaşmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapamaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin getirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur. Halbuki bizim milletimiz, hakiki özellikleriyle medenî ve ileri olmaya lâyıktır ve olacaktır.”
Tutulacak yol, bu! Olgunlaşmak istiyorsak, kapımızı sanata açmalıyız. “Uygar ve ileri olmak”, güzellik denizinde yaşamak demektir. Bu denizin getirecekleri oldukça fazla. Yüzmeyi becerebilirsek, çok şey kazanırız. “Aynı kavmin çocuklarının hep beraber bulunarak birbirlerini tanımaları, birbirlerini sevmeleri ve bu birlik sevgisinden çıkacak yüksek hislere aynen tabi olmaları güzel bir şeydir.” “Güzel sanatlarda muvaffakiyet, bütün inkılâpların muvaffak olduğunun en kat’i delilidir. Bunda başarılı olamayan milletlere ne yazıktır. Onlar, bütün başarılarına rağmen medeniyet alanında, yüksek insanlık sıfatıyla tanınmaktan daima mahrum kalacaklardır.”
Hepiniz, çok iyi bilirsiniz: Tarih, sanatı olmayan, sanata önem vermemiş milletlerin “ölüm tarlası” değil midir? Bu tarlaların tuzağına düşmemek için, daha doğrusu olgunlaşmak, sevgilere, birlik ve beraberliklere gönlümüzü açmak için, adı ne olursa olsun, sanata sığınmalıyız. Bir şiirin sıcaklığını, bir türkünün duygusallığını, bir resmin büyüsünü fark edebilmeli ve bunların sahiplerini sevmeliyiz. “Efendiler... Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz; hatta reisicumhur olabilirsiniz. Fakat bir sanatkâr olamazsınız. Hayatlarını büyük bir sanata adayan bu çocukları sevelim.” Çünkü onlar; “Cemiyette uzun çalışma ve çabalamalardan sonra, alnında ışığı ilk hisseden insandır.” Bu ışık, bize yol göstermektedir. Hisse kaparsak, kazancımız şunlar olacaktır: “Türk çocuğu konuşurken, onun beyan ve anlatış tarzı, Türk çocuğu yazarken, onun ifade üslûbu, kendisini dinleyenleri, onun yürüdüğü yola götürebilecek bu kabiliyet sayesinde, Türk çocuğu kendisini dinleyen veya yazısını okuyanları, peşine takarak yüksek Türk ülküsüne iletebilecek, ulaştırabilecektir.”
Oyhan Hasan BILDIRKİ |
|
|