Atlamaya karar vermişti. Onu bu kararından döndürebilecek hiçbir güç yoktu. Elini güneşten kamaşan gözlerine siper edip balkondan aşağı baktı. Güneş öylesine gözüne giriyordu ki hiçbir şey göremez olmuştu bir an. Gözlerini kırpıştırdı, yeniden baktı. Kapalı gözkapaklarından içeri dolan ışıkların arasından her şey ne kadar da güzel görünüyordu. Uzaklarda ince bir yol ağaçlıkların arasında gözden kayboluyordu. Yolun kenarında beyaz, küçük bir ev vardı. Kırmızı çatılı, mavi pancurlu küçük bir ev. Bahçesi bile vardı. Küçücük, bakımsız, ama çiçeklerle dolu, yemyeşil bir bahçe. Pancurlar açıktı, pencereler de öyle. Pencerelerin yarı kapalı tül perdeleri rüzgarda hafif hafif dalgalanıyordu. Evin uzakta olmasına karşın bu açık pencerelerden içerisini görebildiğini hissediyordu. Görmesine gerek yoktu zaten. O evde yaşayanın içeride olduğunu hissediyordu, daha doğrusu biliyordu bunu. Nasıl bildiğini bilmiyordu ama biliyordu, şimdi içerideydi o. Odasına dolan sabah güneşi onu çoktan uyandırmış olmalıydı. Güneşle birlikte uyanmayı sevdiğini söylerdi hep. Hiç uyumamış olsa bile güneşle birlikte uyanırdı. Uyandığında yüzünde bir gülümseme de olur muydu acaba... Belki. En azından gözlerinde... Uyku ve gülümseme karışmış olurdu her halde gözlerinde tam uyandığı anda. Bunu düşününce kendi gözlerinde de bir gülümseme belirdiğini hissetti. İnsan kendi gözlerinin nasıl baktığını bilebilir miydi acaba... Aynaya baksa görebilir miydi bunu... Hayır, aynada kendine bakarken nasıl bilebilirdi karşısında sevdiği biri varsa ona nasıl baktığını. Ya da nefret ettiği birine. Aynada gördüğü yüzü ne seviyor, ne de ondan nefret ediyordu. Kendi yüzü işte, hepsi bu. Acaba kendi yüzü nasıl görünüyordu... Biraz sonra atladığında insanlar nasıl göreceklerdi onun yüzünü. Elini saçlarında dolaştırdı. Düzeltmeye çalıştı onları. Sonra yaptığına kendisi de güldü. Nasıl olsa atlayınca yine karışacaklardı. Aşağıya epey uzun bir yol vardı.
Eğilip bir kez daha baktı aşağıya. Apartmanın arka bahçesi olması gereken yerdeki beton kaplı park yerinde iki araba vardı. Yeni olanının gümüş rengi kaportası güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Onun biraz uzağında eskiliğinden utanıyormuş gibi köşeye çekilmiş beyaz, paslı bir minibüs vardı. Atlayınca bu minibüsün hemen yakınına düşecekti herhalde. Gözlerini daha ilerilere çevirdi. Binalar, binalar, binalar... Ne çok bina vardı bu şehirde. Her şey kül rengiydi. Kırmızı olması gereken çatılar ve binaların arasına sıkışmış bir kaç tozlu ağacın yaprakları bile kül rengine dönmüştü. Binaların çatılarından yukarı, gökyüzüne bakmaya çalıştı. Yeterince yüksekte değildi durduğu yer. Aralardan küçük bir gökyüzü parçası görebildi ancak. Masmavi, parlak bir gökyüzü parçası. Maviliğe dikti gözlerini, mendil kadar bir gökyüzü bile olsa arkasında sonsuzluk yatan bir şey görmek istiyordu atlamadan önce. Kitaplarda okuduğu gibi gökyüzüne bakarak sonsuzluğu içine doldurmaya çalıştı. Ama sonsuzluk direniyordu. O gökyüzüne baktıkça gökyüzü kapanıyor, arkasını göstermeyen tek boyutlu bir maviliğe dönüşüyordu. Vazgeçti uğraşmaktan. Önündeki binanın kirli, gri duvarındaki bir çatlağı incelemeye başladı dikkatle. Acaba ne kadar derindi... Yalnızca sıva çatlağı... Öyle demişti geçen gün yaşlı bir kadın yanındaki kendisinden de yaşlı adama bu çatlağı göstererek. Endişelenecek bir şey yok, yalnızca sıva çatlağı. Aman ne güzel. Demek endişelenecek bir şey yoktu. İçinin rahatladığını hissetti. Karşıdaki çatlağın yalnızca sıva çatlağı olduğunu bilmek ona huzur vermişti. Ama ya değilse... Bir kez daha inceledi çatlağı dikkatli gözlerle. Kendini bunun bir sıva çatlağı olduğuna inandırdı. Yoksa imkanı yok atlayamazdı. Endişe iyi bir şey değildi. Hele de tam atlamaya karar vermişken.
O çevresine bakınırken rüzgar şiddetini arttırmaya başlamıştı. Saçlarını uçuruyor, burnuna şehrin kokularını dolduruyordu. Keskin, metalik bir koku vardı rüzgarda. Bu koku herşeyi bastırıyordu. Çürümüş tahta kapıların, yol kenarındaki çöplerin, kadınların ve erkeklerin parfümlerinin kokularının içine işliyor, hepsini keskin, batıcı, delici, kışkırtıcı, soğuk, metalik bir kokuya dönüştürüyordu. Dikkatle çevresini koklamaya başladı. Başka bir koku arayan burnunun delikleri tavşan gibi açılıp kapanıyordu. Hiç olmazsa aşağıda bütün gece bağıran kedilerin kokularını duyabilirim belki diye umuyordu. Ama metalik koku öylesine keskindi ki her yere işlemişti. Alt kat balkonuna asılı çamaşırlardan da aynı metalik koku yükseliyordu. Eskiden bunlar temiz çamaşır, güneş kokardı diye düşündü. Şimdi bambaşka, endüstriyel bir koku yükseliyordu balkondan, keskin, metalik. Paranın kokusu çamaşırların içine bile işlemişti, artık temiz kokmuyorlardı. Eliyle burnunu kapadı. Duymak istemiyordu bu kokuyu.
Avucu nemliydi, burnuna nemli, yumuşak bir koku geldi avucundan. Biraz paslı, biraz topraklı bir koku. Islak ellerle tahta bir bahçe kapısının paslı sürgüsünü çekerken insanın eline bulaşan koku. Beyaz eve gitti aklı, beyaz evin içindeki güneş ışığına, güneş ışığına gülümseyen bir çift göze. Bahçe kapısının sürgüsünü çeken nemli parmaklara. Niye sürgülerdi ki o bahçe kapısını... İsteyen kapının hemen yanından da girebilirdi bahçeye. Tahta perdeler çoktan yıkılmıştı nasıl olsa. Yine de sürgülerdi. Bahçenin bir bahçe olduğunu, bütün bakımsızlığına karşın onu çevreleyen doğadan ayrı bir yer olduğunu göstermek için belki. Herhalde şimdi çoktan kalkmış, bahçeye çıkmış, kapının önündeki köpek yavrusunu besliyor olmalıydı. Her zaman bir köpek yavrusu olurdu o bahçede. Hiçbir zaman büyük bir köpek görmemişti, hep yavru köpekler. Büyüdüklerinde nereye gittiklerini bilmiyordu. Kapının önünde duran bakır sahana her sabah süt ve ekmek doldururdu. Yalnızca süt ve ekmek. Onun sorumluluğu orada bitiyordu. Yavrulara süt ve ekmek vermekti görevi. Başka şeyler yemek istiyorlarsa kendileri bulmak zorundaydılar. Yavrular büyüdüklerinde nereye gidiyorlardı acaba... Onlar da atlıyorlar mıydı...
Yavrular ne yaparsa yapsın, o atlayacaktı. Balkonun kenarına doğru bir adım attı. Güzel bir uçuş olacaktı. Rüzgarın hızı iyice artmıştı. Acaba atladığında onu uçurup minibüsün üstüne atar mıydı rüzgar... O kadar da değil canım. Peki ya atarsa. Minibüsün üstüne düşerse tavanını çökerteceği kesindi. Zaten neredeyse yürüyemeyecek hale gelmişti minibüs. Bir de tavanı çökerse artık işi biterdi. Üzgün gözlerle baktı minibüse. ‘Kusura bakma, sana zarar vermek istemezdim, ama atlamaya karar verdim bir kere,’ diye mırıldandı. Hem canım rüzgar da o kadar sert esmiyordu artık. Bir kez daha aşağı baktığında minibüsün yanında bir adamla üç dört yaşlarında bir çocuk duruyordu. Tanıyordu onları, adam minibüsün sahibiydi, çocuk da onun oğlu. Adam kapıyı açıp çocuğu kucakladı ve ön koltuğa oturttu. Sonra kendisi de binip motoru çalıştırdı. Sevinmişti. Demek minibüs gidiyordu. Böylece onun üzerine düşmesi tehlikesi de kalmamıştı. Ama motor bir iki tekledikten sonra duruverdi. Adam bir kaç kez daha denedikten sonra hızla inip arka kapıyı açtı. Hareketleri sinirliydi. İçeride bir şeyler arıyordu. Bu sırada küçük oğlan da kendi kapısını açıp aşağı atlamış, babasının yanına gelmişti. Adam onun yanında durduğunu farketmemişti. Arabanın içinden büyük bir kutuyu çıkarmaya çalışıyordu. Çocuk iyice yanına yaklaştı. Adam oflaya puflaya kutuyu çıkarırken dirseği çocuğun kafasına çarptı. Çocuk betonun üzerine düştü. Aslında kötü düşmemişti. Öylesine oturuvermişti yalnızca. Eliyle alnını oğuşturuyor, ağlasın mı ağlamasın mı karar vermeye çalışıyordu. Babası çocuğa çarptığını fark edince kutuyu bırakıp oğluna eğildi. Alnını oğuşturduğunu görünce endişeyle elini uzatıp çocuğun alnına dökülen saçları araladı, baktı. Görülecek bir şey yoktu. Baba rahatlamıştı. Uzanıp çocuğun alnına küçük bir öpücük kondurdu, elinin altındaki küçük kafanın saçlarını karıştırıp yeniden işine geri döndü.
Bu kadar tedavi oğlana yetmiş olacak ki o da yerinden kalkıp duvarın dibinde uyuklayan kedinin yanına yürüdü. Ama bir eli hala alnını oğuşturuyordu. Karışık saçlarından yükselen uykulu bebek kokusu havaya karışıp balkona kadar yükselmişti. Alt kat balkonunda asılı çamaşırların keskin kokuları saygılı bir şekilde yana çekilip bu kokuya yol açtılar. Koku yükseldi, yükseldi, apartmanların arasından görünen mendil kadar maviliğin içine yayıldı. Yayılırken gökyüzünü de yanında taşıyordu. Mavilik derinleşmiş, artık üç boyutlu olmuştu. Şimdi gökyüzü beyaz evin arkasındaki küçük göle benzemeye başlamıştı. Göl de mendil kadardı ve baktıkça derinleşirdi. Tek farkı mavi olmamasıydı. Yeşil, kahverengi, turuncu, hatta güneş batarken beyaz bile olurdu ama hiçbir zaman mavi olmadı o göl. Niye mavi olsun ki, nasıl olsa tepelerindeki uçsuz bucaksız gökyüzü masmaviydi zaten. Gölün işi başkaydı. Çevresi yansıtacağı renklerle, ışıklarla doluydu. Tıpkı... Tıpkı... Evet tıpkı beyaz evin bahçe kapısında ona bakan gözler gibi. Baktıkça derinleşen, bir türlü dibine ulaşılamayan renkler, ışıklar... Sahi niye bakıyordu o gözler ona... Ne diyorlardı... Gel demiyorlardı. Git de demiyorlardı. Ondan yalnızca bakmasını isteyen gözler. Neye bakacaktı acaba... Bir türlü anlayamamıştı neye bakacağını. Hala da anlamıyordu. Yoksa anlıyor muydu... Anlamaz olur mu, elbette anlıyordu. Atla! Diyordu o gözler. Yoksa niye durup dururken balkona çıkıp da atlaması gereksindi ki... Madem gözler atla diyordu, o da atlayacaktı.
Bak, iyice bak, ve sonra da atla. Tamam, böyle diyorlardı. İşte şimdi bakıyordu o da. İyice bakıyordu. Bakması biter bitmez atlayacaktı zaten. Sessizce kendini aşağı bırakıverecekti. Nedense bu işin sessizce olması gerektiğini düşünüyordu. Tam bir sessizlik olmalıydı o atlarken. Hatta yalnızca sessizlik de değil. Hiçbir şey kıpırdamamalıydı. Öyle olması gerekiyordu. Niye öyle olması gerektiğini bilmiyordu ama öyle olmalıydı işte. Madem atlayacaktı, bu işi yoluyla yordamıyla yapması gerekiyordu. Çevresini dinlemeye başladı. Evet, ortalık gerçekten sessizdi. Şehir seslerini saymıyordu elbette. Gürültüler sesten sayılmazdı ki. Dikkatle dinlemeye başladı. Araba homurtuları, motor sesleri, sabahın o saatinde açılan televizyonlardan yükselen insan sesi benzeri gürültüler. Yok, hiç ses duyulmuyordu çevresinde. Rahatça atlayabilirdi. İyi ki balkondayım, diye düşündü.
Şimdi beyaz evde ya da evin bahçesinde olsaydı hiç atlayamazdı. Ne kadar çok ses vardı orada. Sesler, yankılarla doluydu evin içi. Bu sesler öyle yüksekti ki evden dışarı yayılır, gölün yüzeyinde minik dalgacıklar oluştururlardı. Nereye gitse peşinden gelmişti bu sesler epey bir zaman. Ama artık kesilmişti. Kesildiğine emindi, kaç gündür hiç duymuyordu onları. Kaç gündür, kaç aydır, kaç yıldır, kaç yüzyıldır... Ne önemi var, duymuyordu artık işte. Kimse ona seslenmiyordu. Rüzgarla kıpırdayan yaprakların hışırtısına karışan hiçbir fısıltı yoktu. Aslında yapraklar da kalmamıştı pek, ama olsun, eğer ses olsaydı mutlaka bir yolunu bulur ona ulaşırdı. Kulağına ‘dinle’ diye fısıldardı. O da dinlerdi o zaman. Beyaz evin içindeki sesleri dinlerdi, yankılara kulağını verir, içinde dolaşan müziğe bırakırdı kendini. Müzik de olurdu o zaman. Yüreğini çarptıran, kanını dolaştıran, beyninde kıvılcımlar çaktıran müzik. Önce müziği duymaz olmuştu. Müziği duymayınca hareket de bitmişti zaten. Hiçbir şey kıpırdamaz olmuştu birden. Oysa beyaz ev ne kadar hareketliydi. Hiçbir şey yerinde durmazdı orada. Herşey bahçedeki tastan süt ve ekmek yiyen köpek yavrularının kuyrukları gibi kıpır kıpırdı.
Sahi ne yapıyordu o yavru köpekler büyüdüklerinde. Artık süt ve ekmekle yetinemez olduklarında, karınlarını başka şeylerle doyurup geri geldiklerinde bahçe kapısının sürgüsünü kimse açmayınca ne yapıyorlardı... Acaba atlıyor muydu onlar da... Yoksa bahçe kapısına aldırmadan kırık tahta perdenin aralıklarından giriyorlar mıydı içeri. Girmiyorlardı herhalde. Girselerdi bahçede görürdü onları, oysa bahçede yalnızca bir yavru köpek olurdu her zaman. Belki de bahçedeki yavru hiç büyümüyordu. Yalnızca süt ve ekmekle beslendiği için hiç büyümeden hep yavru kalıyordu belki.
Yeniden aşağı baktı, çevresini dikkatle dinledi. Yüzüne çarpan rüzgar saçlarını karıştırıyor, yanaklarını serin serin okşuyordu. Serin, yumuşak bir dokunuş. Rüzgarı durdurmak ister gibi telaşla elini havaya kaldırdı. Ona hiçbir şeyin dokunmasını istemiyordu. Tam atlamak üzereyken dokunuşlara da yer yoktu, hem de hiç yer yoktu. Şöyle rahatça atlayabilmek için sesleri susturmuş, müziği kesmiş, hareketleri durdurmuştu o. Rüzgara öfkeli gözlerle bakmaya çalıştı ama rüzgara nasıl bakılacağını bilmiyordu. Rüzgara ‘dur, bana dokunma’ demek isterdi ama şimdiye kadar hiç rüzgarla konuşmadığı için nasıl konuşulacağını da bilmiyordu. O bir şey söylemediği için rüzgar yanaklarını serin serin okşamayı sürdürüyordu. Aslında hava o kadar serin değildi, niye rüzgarın dokunuşu bu kadar serin geliyordu acaba. Elini yanağına götürdü. Yanağı ıslaktı. Vay canına, demek ki ağlamıştı. Nereden çıkmıştı bu gözyaşları şimdi. Birden o kimbilirdir ne zamandır duymadığı sesleri duyar gibi oldu. Daha doğrusu çok uzaklardan gelen tek bir sesi. Neredeyse yalvarır gibi bir sesti bu. ‘Kendini kurtar,’ diyordu. Dikkatle dinledi. Yok canım, yanılmıştı, ses filan duyduğu yoktu. O, sesleri susturmayı başarmış bir insandı. Kendisiyle gurur duyuyordu bunu başardığı için. Ayağını balkonun demirine doğru kaldırıyordu ki aklına takılan bir düşünceyle hareketi yarıda kesildi. Ne demişti tam şimdi. Sesleri durdurmayı başardığını söylemişti. Nasıl yani... Sesler kendi kendilerine susmamışlar mıydı... O mu durdurmuştu sesleri. Peki, ya içinde yankılanan, beynini, yüreğini harekete geçiren müziği. Onu da kendisi mi susturmuştu. Kafası karışmaya başlıyordu. Nasıl yapabilmişti böyle bir şeyi... Nasıl başarabilmişti... Ve daha da önemlisi ne için... Yaşayabilmek için elbette.
Beyaz evden ayrıldıktan sonra bir türlü yer bulamamıştı oradan gelen seslere, içinde yankılanan müziğe. Kimseyle paylaşamamıştı onları bahçeden dışarı çıktığında, ya da belki paylaşmak istememişti. Ama bahçeden dışarı çıkması gerekmişti. Artık dışarıda yaşaması gerekiyordu, ya da belki dışarıda yaşamak istiyordu. O da sesleri susturarak yapabilmişti bunu.
İyi ama bahçeden niye dışarı çıkması gerekmişti sahi... Yavaş yavaş anılar canlanıyordu. Bahçeden dışarı her zaman çıkıyordu zaten. Arka taraftaki ağaçlıklara, küçük gölün kıyısına her zaman gidip geliyordu. Ama bir gün başka bir şeyler olmuştu. Hatırlamak istemiyordu o günü ama ne yaparsa yapsın anılar bir kere başlayınca durmuyordu. Bir gün dolaşmaya çıktığında canı beyaz eve geri dönmek istememişti nedense. Nedense... Hiç de nedense değil. Bir koku almıştı. Şimdiye kadar duymadığı bir kokuydu bu. Çok çekici, ilginç gelmişti bu koku ona. Koku ona yepyeni şeylerin sözünü veriyordu. Şimdiye kadar hiç sahip olmadığı şeylerin sözünü. Aslında zaten şimdiye kadar hiçbir şeye sahip olmamıştı ki. Şimdiye kadar yalnızca yaşamıştı o. Şimdi koku ona istediği şeylerin sahibi olabileceğini söylüyordu. Çok güçlü bir kokuydu bu, çok kışkırtıcı. Bildiği, tanıdığı bütün kokuları bastıran, keskin, metalik, çok ama çok güçlü bir koku. Bu kokunun peşine takılmıştı. O uzaklaştıkça koku daha da keskinleşmiş, içine işlemişti. Koku içine işledikçe daha da uzaklaşıyordu beyaz evden. Sonra bir gün her yerine işleyen o metalik kokuyla birlikte beyaz eve geri dönmüştü. İşte o gün beklemişti bahçe kapısının önünde. Kapının sürgüsünü kimse açmamıştı, doğru. İsterse elini uzatıp kendisi de açabilirdi, bu da doğru. Ama o da açmamıştı. Tek yaptığı şey kapının dışında durup içerideki parlak gözlere bakmak olmuştu. Bekliyordu. Nemli parmakların uzanıp kapının sürgüsünü çekmesini, onu elinden tutup içeri almasını bekliyordu. Parmaklar ona uzanmadılar. Yalnızca baktıkça derinleşen gözler vardı. Bir şey diyorlardı ama ne... Gel demiyorlardı, git de demiyorlardı. Belki de hiçbir şey demiyorlardı. Şimdi artık eskisi kadar emin değildi o gözlerin ondan altıncı kat balkonundan atlamasını istediklerinden. Bakmasını istiyorlardı, bak ve atla diyorlardı. Ama neye bakacaktı, nereye atlayacaktı... Başı önüne eğik uzaklaşmıştı kapının önünden. Üzerinden buram buram keskin, metalik bir koku yükseliyordu. Sesler, müzik susmamıştı daha o zamanlar. Sonra onları da susturmuştu. Başarmıştı susturmayı. Başka türlü yaşayamazdı çünkü.
Ve şimdi her şey susmuş, müzik kesilmiş, hiçbir şey hareket etmez olmuştu. Demek ki atlama zamanı gelmişti. Böyle olması gerekiyordu. Her şeyi hatırlıyordu artık. Sesleri nasıl susturduğunu, müziği nasıl kestiğini bir bir hatırlayabiliyordu. Üzerine sinen metalik kokudan başka hiçbir şeyi hissetmez olduğu ana kadar yaptığı her şeyi hatırlayabiliyordu. Sesleri susturmak, müziği susturmak hiç de kolay olmamıştı. Tam başardığını sandığı anda karşısına çıkıp kafasını dağıtanlar olmuştu zaman zaman. Ama o çok güçlüydü, karşısına çıkanları birer birer yok etmeyi başarmıştı. Yok etmek mi... Aslında onları yok etmemişti ki. Yalnızca seslerini kesmişti o kadar. Böylece onların da kendisi gibi yaşamlarını sürdürebileceklerini, seslerini keserek onlara iyilik ettiğini düşünmüştü yalnızca. Kendisi gibi güçlü olmalarına yardımcı olmaktı amacı. Kendisi gibi yaşamalarına yardımcı oluyordu. Kendisi gibi sessizce yaşamalarına. Müziksiz, kıpırtısız yaşamalarına. Ya da kendisi gibi ölmelerine. Sessiz, müziksiz, kıpırtısız kalıp ölmelerine. Yaşayarak ölmelerine, ölerek yaşamalarına...
Çok güçlüydü. Öylesine güçlüydü ki atlama zamanı geldiğinde bunu gözünü kırpmadan yapacaktı. Ve o zaman gelmişti işte. Hiçbir ses kalmamıştı, son sesi de susturmayı başarmıştı. Balkonun korkuluğuna tırmandı. Sessizce atladı. Kendini boşluğa bıraktığında güneşten kamaşan gözlerini kıstı. Işıkların arasından uzaklarda ağaçlıkların içinde gözden kaybolan ince bir yol gördü. Yolun kenarında beyaz, küçük bir ev vardı. Sonra kendini gördü. Evin bahçesini çevreleyen kırık tahta perdenin üzerinden atlıyordu. Oysa hiç gerek yoktu. İyi baksaydı görecekti, bahçe kapısı açıktı zaten.
