Kalemime bir şemsiye gerekiyor. Tek çare bu. Yağmur hiç kesilmeden sürecek gibi görünüyor. Kalemimin üzerine yağıyor en çok da. Elimde güzel bir şemsiyem var, bu kafama dökülen damlalardan koruyor beni ama gel de kalemime anlat. O sırılsıklam olmuş. Kafamdan kağıda kadar olan yolu geçemiyor bir türlü düşünceler.
Dolu dizgin akan ırmağın kıyısında rüzgara karşı yürüyoruz geceleyin. Işıklar oynaşıyor küçük köprünün sarı yaprak kaplı, ıslak, kara tahtalarında. Çağlayan suların seslerine kollarını sallayarak tempo tutan ağaçlardan ışıklı yapraklar yağıyor. Kıyıdan sulara atlayan ördekler her nasılsa köpüklü sularda akıntının tersine gitmeyi başarıyorlar bir süre. Sonra kendilerini bırakıp aşağılara doğru süzülüyorlar. Böyle günlerde ortalıkta onlara ekmek atan kimse kalmadığından mecburen balık avlıyorlardır herhalde. Ben de oltamı atsam şu deli gibi akan sulara. Acaba bir balık da bana vurur mu? Ama beklemek gerek onun için. Sabırlı olmak. Ne zor iş. En iyisi yürümeye devam. Hep birlikte yürüyoruz. Yapraklar, ışıklar, ördekler, yağmur damlalarıyla birlikte. Ve elbette akşam gazetesini okumak, arkadaşlarının ayaklarını kaldırıp oraya buraya bıraktığı işaretleri bulmak için burnunu yerden kaldırmadan sağa sola koşan küçük bir köpekle.
Bunca hareketin ortasında kımıltısız duran bir siluet çarpıyor gözüme. Ağaçları içlerine alıp yükselen suların durgun bir koy oluşturduğu küçük bir girintide tek ayağının üzerinde duran bir leyleğe benziyor. Ne işi var orada? Kış yaklaşıyor son hızla. Arkadaşları çoktan gitmiştir sıcak diyarlara. Geride kalmış olmalı her nasılsa. Leylek dedim ama belki de leylek değildir. Belki buralı bir balıkçıldır, şu göl kenarında yaşayan, kışlardan korkmayanlardan. Artık her kimse, suyun içinde minik bir heykel gibi dikilmiş duruyor. Sonra başını bizden yana çeviriyor. Yüzünü görmüyorum elbette ama gözlerini üzerimize diktiğini hissediyorum. Aramızda sessiz bir sohbet başlayıverdiğinde ne kadar şaşırdığımı tahmin edersiniz.
“Ne var ne yok?” diye başlıyor söze.
“Ne olsun, dolaşıyoruz,” diye yanıtlamak gerekir bu soruyu elbette.
“Amma çok yağmur yağdı bu hafta,” diyor. Havadan sudan sohbetleri seviyor belli ki.
“Sorma, her sokağa çıkışta sırılsıklam oluyoruz, şemsiye de para etmiyor,” diye onun suyuna gidiyorum ben de. Sonra sırılsıklam olmanın onun için pek de önemli bir şey olmadığı geliyor aklıma. Sonuçta suyun içinde duruyor.
“Boşver şemsiyeyi, ne olacaksa olsun,” diyor. Ne demek şimdi bu? Tamam, belki o sırılsıklam olmaya aldırmıyor olabilir ama benim ceketimden, kazağımdan geçip içime işleyen yağmurdan ne anlar ki bu kuş?
“Nerelisin sen?” diye konuyu değiştirmeye çalışıyorum.
“Niye soruyorsun?” dediğinde ne diyeceğimi şaşırıyorum. Şimdi ona sıcak diyarlar türü şeyler söylemek istemiyorum. Belki gerçekten leylektir. Arkadaşlarının onu terk edip gittiklerini düşünmek istemiyordur.
“Hiç, daha önce seni buralarda görmemiştim de,” diye geçiştirmek en iyisi.
“Ben de seni görmemiştim, ne var bunda?” diyor pek önemsemeden.
Kafam karışıyor biraz. Sohbeti başlatan o değil miydi? Şimdi artık bir an önce bitirmek ister gibi. Gönlü bilir, ben zaten yürüyordum. Burada dikilip onunla saatlerce konuşmaya o kadar da meraklı değilim. Aslında birazcık meraklıyım ama yiğitliğe leke sürdürmemek en iyisi. Susup bir süre bekledikten sonra “Neyse, sana iyi akşamlar, belki yine görüşürüz” deyip yürümeye başlamışken arkamdan sesleniyor.
“Senin sorunun şemsiye değil, yağmurda çok dolaşıyorsun.”
Aslında haklı olabilir ama ona ne? Yine de onu bu karanlık gecenin içinde tek başına bıraktığım için küçük bir üzüntü var içimde. Aslında bu durumdan pek de şikayetçiymiş gibi görünmüyor ama ben olsaydım kendimi biraz yalnız hissederdim kesin.
Irmağın kenarından ayrılıp eve dönen yollara saptığımızda yağmur giderek şiddetleniyor. Sokaklar boşalmış. Yolun aşağılarındaki kafelerin, barların ışıkları renkli küçük bulutlar gibi görünüyor yağmur perdesinin arkasında. Rüzgardan sürekli ters dönen şemsiyemi kapatıyorum, nasıl olsa bir işe yaradığı yok. Sokaktan aşağı küçük bir nehir gibi akan yağmur suyunda yürümeye çalışan minik köpekçiği kucağıma alıyorum.
Sonunda parka ulaşıyoruz. Rüzgar neredeyse fırtınaya çevirmiş, havada artık yalnızca yapraklar değil küçük dallar, at kestaneleri uçuşuyor. Her yandan sesler geliyor. Ağaçların gevezeliği tutmuş yine. Birbirlerine sesleniyor, birlikte şarkılar söylüyorlar. Parkın ortasındaki en kocaman ağaç bir orkestra şefi gibi salladığı uzun dallarıyla ağaçlar korosunu yönetiyor. Bütün bu curcunanın ortasında çöp kutusunun kenarına tünemiş bir karganın bize seslendiğini duyar gibi oluyorum.
“Dur biraz,” diyor sanki o çatlak sesiyle.
“Ne diyorsun, durulacak hava mı şimdi?” diye bağırıyorum.
“Sen sözümü dinle;” diyor.
Kargaların sözlerini ciddiye almak gerekir, bunu biliyorum. Ama niye böyle saçmalıyor anlamıyorum. Yine de duruyorum.
“Aferin,” diyor ukala karga.
Nasıl olsa durdum bir kere, öyleyse biraz gevezelik edelim bari.
“Bliyor musun ırmakta bir leylek vardı,” diyorum.
“Leylek değil o,” diyor.
“Tanıyor musun?”
“Eh, şöyle böyle. Arada karşılaştığımız oluyor. Sen onu boşver de geç bakayım yolun karşı tarafına,” diye bir emir daha geliyor bizimkinden.
“Eee, yeter ama. Ben gidiyorum artık,” demeye başlamışken korkunç bir çatırtı kopuyor. Parkın en kocaman ağacı yan yatmaya başlıyor. Gözlerime inanamıyorum. Görkemli ağaç birkaç dakika içinde çimenlerin üzerine yıkılıyor. Hemen önümde, dört beş adım ilerimde.
Parkın uğultuları daha da artmış sanki. Ağaçlar olan biteni tartışıyorlar birbirleriyle.
Dönüp arkama bakıyorum. Karga çöp tenekesinin kenarında sakin sakin durmayı sürdürüyor.
“Teşekkür ederim,” diyorum.
“Önemli değil, hem her şeyi üstüne alınma hemen. Şu minik köpekciği düşünüyordum daha çok,” deyip çatlak sesiyle kocaman bir kahkaha atıyor, kara kanatlarını çırpıp uçuyor.
![yazı resim](/storage/cache/images/0d8455d9268969ce48a860433216f1ad_126065b1-b139-4d8d-a8b1-c6475263e9b0-small.webp)