Zaman. En büyük anahtar zamandı. Tanrı sözü yaratırken olmayan zaman. Sonra ne akla hizmetse kalkıp bir de zamanı yaratmasını kendine şimdi bile açıklayamıyordu. İlk başlarda hoşuna gidiyordu zaman. Ne güzel, artık herşeyi istediği gibi sıraya sokabiliyordu. Sonraları da, yarattığı her şeye zamanı kafasına göre paylaştırmak da eğlenceli olmuştu. Ama pek de önemsemiyordu bu paylaştırma işini. Öyle çok şey yaratıyordu ki zaman bunların arasında kaybolup gidiyordu. Kendisinin böylesine önemsemeden dağıtıp durduğu zaman, yarattığı yaratıkların gözünde de pek önemli bir şey değildi. Kimsenin zamana aldırdığı yoktu. Yıldızlar doğuyor, ölüyor, gezegenler dönüyor, güneş ve ay sırayla dünyayı kendi renklerine boyuyor, çiçekler güneş doğarken açıp ay doğarken soluyor, dağlar arada sırada çıkan sarsıntılar dışında hiç yerlerinden kıpırdamadan beklerken üzerlerinden binlerce yaşam türü gelip geçiyordu. Ta ki insan ortaya çıkıncaya kadar...
İnsanlar herşeye olduğu gibi zamana da sokmuşlardı meraklı burunlarını. Güneşe baktılar; gökyüzünde bir topaç gibi inip çıkmasını seyretmek yetmedi onlara. Bir daha ne zaman gelecek, gelince ne kadar kalacak, ne zaman yerini aya bırakacak diye sorup duruyorlardı. Bunu bilmek ne işlerine yarayacak diye hiç sormadılar ama.
Zamanı ölçtüler, hesapladılar; günler, aylar, saatler, yıllar, saniyeler, yüzyıllar derken bütün zamanı kendilerine göre dilim dilim parçaladılar, paylaştılar, paylaştırdılar. Değerli bir ganimetmiş gibi korumanın, biriktirmenin yollarını aramaya giriştiler.
Bu çabaları başlangıçta Tanrıyı güldürüyordu. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar zamanın hiçbir şeyine dokunamayacaklarını bir türlü anlayamayan komik yaratıklardı insanlar. Ne yaparlarsa yapsınlar zamanın artmayacağını ve azalmayacağını göremiyorlardı bir türlü. Tersine, eğer birazcık daha uğraşırlarsa bu işi halledeceklerine duydukları inancı asla yitirmeden zamanı denetlemek için çırpınıp durmaktan vazgeçmiyorlardı. Onlara zaman kazandıracağını düşündükleri binlerce buluş yaptılar. Bunların sonunda bir yığın zaman kazandıklarını düşünerek mutlu oldular ve kazandıklarını sandıkları zamanı daha fazlasını kazanmak için yeni buluşlar yapmakla geçirdiler.
Tanrının bütün bunlarda bir terslik olduğunu anlaması, insanların kendi zamanlarını arttırmak için yanlarındakinin zamanını çalmaya çalıştıklarını görmesiyle oldu. Tanrı bu, sorunu görür görmez, asıl kaynağını görmesi de zor değildi elbette. Zamanla oynayıp durmak, onu ele geçirmeye çalışmak insanlara asla ele geçiremeyecekleri bir şeyi göstermişti. Kendi zamanları sınırlıydı. Ancak yaşamları kadar zamanları vardı. Bu gözlerine çok büyük bir haksızlık gibi görünüyordu. Haydi kafalarına bir türlü sığdıramadıkları bitmez tükenmez zamanı bir yana bırakalım, kafası insanın kafasının binde biri kadar çalışan miskin kaplumbağaların bile onlardan çok zamanı vardı. Böyle şey olmazdı. Zamanın hepsini ele geçiremeseler bile en azından onlara verilenden daha fazlasına sahip olabileceklerine karar verdiler. Ama bu karar da bir işe yaramamıştı. Ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar zamanlarını bir türlü arttıramayınca da zamanı birbirlerinden çalmaya giriştiler. Çaldıkları zamanın kendilerinden de eksildiğini gördükçe gözlerini hırs bürüdü. Kendi zamanlarına kıskanç ellerle sarıldılar, kimseye kaptırmamak için kuşkulu gözlerle çevrelerini süzüp onlara zaman kaybettireceğini düşündükleri herşeye ve herkese hırlamaya başladılar. Neler yaptıklarını düşündükçe Tanrı giderek öfkeleniyordu. Kafasını dolduran bu karanlık düşüncelerle yüzü iyice asılmıştı. Ama sonra artık bütün bunlara çözüm bulduğunu hatırladı yeniden. Bunu hatırlar hatırlamaz ancak Tanrının atabileceği o keyifli kahkaha çınlattı evreni.
Tanrı yavaşça eğilip yeryüzüne baktı, aşağıda elinde eski püskü bir çantayla kalabalık bir caddede karşıya geçen son ürününü görünce gözlerinde şefkat dolu bir parıltı belirdi. İyi iş çıkarmıştı. Yarattığı bu adamın Melekle Şeytanın kafasını niçin bu kadar karıştırdığını anlıyordu. Gülümsedi. Birden adamın üzerine nereden geldiği belli olmayan bir ışık düştü. Neyse ki güneş olayı zamanında fark etti. Aşağıdakiler birşeyden kuşkulanmasın diye telaşla bulutların arasından kafasını uzatıp adamın tepesinde parlamaya başladı. Bir yandan da söylenip duruyordu. Bulutların üzerinde birazcık kestirecekken böyle apar topar işe koşulmaktan nefret ediyordu. Tanrı bu durumlarda güneşin sövüp saymasına alışkındı, ilk kez olmuyordu. Çok öfkelenip aşağıdakileri yakıp kavurmaya kalkışmadıkça güneşe pek ses çıkarmazdı. Bugün de güneş böyle büyük işlere kalkışmayacak kadar yorgun görünüyordu. Adamın tepesinde bir iki parladıktan sonra homurdanarak yeniden bulutların arkasına çekildi. Adam kalabalığın arasında karşıya geçti, biraz yürüdükten sonra caddeye inen dar yokuşlardan birine saptı. Güneşin tembelliği yüzünden meydanı boş bulan bulutlar iyice aşağılara inip kocaman damlalar halinde adamın tepesinden aşağı kovalarca su boca ettiler. Kötü bir niyetleri yoktu, yalnızca adamı sırılsıklam edip biraz eğlenmek istemişti canları. Sonra da sanki bunu yapan onlar değilmiş gibi bembeyaz ve masum yüzlerini takınıp eski yerlerine döndüler ve biraz dinlenince keyfi yerine gelen güneşin parlattığı masmavi gökyüzünde koşup oynamaya giriştiler.
Yağmur dindiği sırada adam durmuş, saçlarından alnına, gözlerine, burnuna süzülen suları elleriyle silip burnunu çekerek çevresine bakınıyordu. Bir yer arar gibiydi. Sokaktaki kapıların kimilerinin üzerinde yazan numaralara baktı, parmağıyla evleri saydı birer birer, sonra yokuşun yukarısına doğru yürüdü. Üç katlı eski bir binanın önündeki birkaç basamak merdiveni çıktı. Buz camı çatlamış sokak kapısının yanındaki dört siyah zilin yanlarında duran sararmış kağıtlarda yazan silik adları gözleri ve başparmağıyla taradı. Üstten ikinci zile bastı, kulağını kapıya yaklaştırıp içeriyi dinledi. Zile bir daha, bir daha bastı ama anlaşılan zil bozuktu. İçeriden hiç ses gelmiyordu. Parmaklarını kıvırıp kapının camını tıklattı birkaç kez. Bu da bir işe yaramayınca yumruk yaptığı eliyle siyah boyalı demir kapıya düzenli darbeler indirmeye başladı. Tam artık ayaklarının da yardımını almaya niyetleniyormuş gibi göründüğü sırada içeriden hafif ayak sesleri duyuldu. Kapıyı on yaşlarında bir kız açtı. Açar açmaz da, “Annem evde yok. Sabahat teyze de biraz rahatsızdı, uyuyor şimdi. Gürültü yapmayın.” dedi ve kapıyı yeniden kapatmaya davrandı. Adam eliyle kapıyı hafifçe iterek kapanmasını engelledi. Bir yandan da konuşuyordu. Kız durakladı. Biraz çekingen, biraz meraklı bakışlarla adama bakmaya başladı. Adam konuştukça kızın gözlerindeki kararsızlık silindi. Biraz sonra dudaklarında neşeli bir gülücük belirmişti. Adam elindeki eski çantadan kırmızı kağıda sarılıp sicimle bağlanmış bir paket çıkardı, kıza uzattı. Kız gülerek paketi aldı. Bir şey söyleyecekmiş gibi bir an durakladı, sonra vazgeçti ve kapıyı kapattı. Adam merdivenlerden inmeye başladığı sırada kapı yeniden aralandı, kızın başı dışarı uzandı ve adama “Bekleyeceğim,” diye seslendi.
Yukarıdan bütün bunları izleyen Tanrı kendi kendine “Beklersin tabi. Kim beklemez ki...” derken gözlerinde muzip ışıklar yanıyordu. Evet, artık kuşkusuz kalmamıştı. Bu kez işler iyi gidecekti.
Melek ve Şeytan biraz ileride durmuş merak dolu gözlerle Tanrıya bakıyorlardı. Hiçbir şey anlamamışlardı. Soru dolu gözlerle birbirlerine döndüler ve ikisi de aynı anda şaşkın bir şekilde başlarını salladılar. Şeytan bütün bu olanlardan huzursuzlanmaya başlamıştı. Masum gözlerini kocaman açmış ona bakan Meleğe karanlık bir bakış fırlattı.
“Bak kızım, bu işte bir bityeniği var. Bizimki kendi başına bir haltlar karıştırıyor. Şu aşağıdaki herifle ne işler çevirdiğini bir an önce anlasak iyi olacak.” diye homurdandı.
Melek de biraz huzursuzlanmıştı aslında. Ama Tanrı onlara “Siz bu işi bana bırakın,” dememiş miydi... Şimdi kalkıp onun işine burunlarını sokmaları yakışık almazdı. Şeytanı yatıştırmayı denedi.
“Sana ne canım. Herkesin işi kendine. Eminim kötü bir şey yapmıyordur.” Ne dediğini fark edince gülmeye başladı. “Üstelik eğer kötü bir şey yapıyorsa buna en son üzülecek kişi sen olurdun herhalde.”
Şeytan yine kızmıştı, zıplayıp duruyordu.
“Sen yine dalga geç bakalım küçük hanım. Kötülük benim işim. Şu salak kafan en azından bu kadarını alıyordur sanırım. Bizim ihtiyarın iyilik ve kötülükle bir işi olamaz. O yaratmakla uğraşsın yeter. Kalkıp bizim işlerimizle uğraşırsa biz ne demeye varız o zaman...”
Meleğin yüzü asılmıştı şimdi. Şeytanın dediği doğruydu. Kendisi dememiş miydi “Herkesin işi kendine” diye. Şimdi Tanrı yaratmayı bir yana bırakıp onların işlerine el atmaya başladıysa bu durumda ortalık karışacak demekti. Melek birilerine akıl danışmak istiyordu ama Şeytanla bir kere daha dertleşmeye hiç niyeti yoktu. Hem zaten geçen sefer onunla o kadar konuşması ne işine yaramıştı ki. Yok, Şeytandan hayır gelmeyeceğine emindi. Belki de en iyisi gidip şu adamdan bir şeyler öğrenmeye çalışmak olacaktı. Melek düşüncelere dalınca ortalığa çöken sessizliği Şeytanın kahkahası bozdu.
“Ben de tam senin gibi düşünüyorum güzelim. Biliyor musun, aslında biz seninle çok iyi anlaşabilirdik. Tabi bir de kendince uyanıklık ettiğini sanmasan demek istiyorum. Elbette gidip adama sormaktan başka çaremiz yok. Kalkıp bizim ihtiyarı sorguya çekecek değiliz ya.”
Melek Şeytanın düşüncelerini okumasına bozulmuştu. Daha dikkatli olması gerekirdi. Karşısındakinin Şeytan olduğunu hesaba katmadığı için kendine kızıyordu şimdi. Ama yapacak bir şey yoktu. Yine onunla işbirliği yapmak zorundaydı. Bu işten zararlı çıkmamak için artık kafasını çalıştırmaya başlasa hiç fena olmayacaktı. Kendini toparladı. Gözlerinde ancak bir Melekte görülebilecek tatlı bakışlarla Şeytana gülümsedi.
“Senin ne kadar zeki olduğunu unutmuşum.” dedi yumuşacık sesiyle.