O ağacı uzaktan ilk kez gördüğümde bile ilgimi çekmişti, ama akşamın karanlığında insan her şeyi göremiyor. Hele bir de arada uzaklık varsa. Üstelik çevrede ona benzeyen bir yığın başka ağacın ortasındaydı. Yine de meraka kapılmıştım. Anlamak için biraz yakınına geldiğimde serseri bir rüzgarla savrulan dallarının çiçek tomurcuklarıyla bezenmiş olduğunu gördüm. Hatta kimileri şimdiden açmış, çevreye tatlı kokular saçmaya bile başlamışlardı. Aslında bunda bir terslik olmaması gerekirdi ama henüz kış bitmemişti ki. Denizden esen rüzgar hala kar kokuyordu. Nasıl olmuştu da böylesine narin bir ağaç kendini bu kadar erkenden böylesi güzel tomurcuklarla donatacak gücü bulmuştu. Üstelik de üzerinde durduğu yer kayalık, tuhaf bir yerdi. Başka ağaçların diplerindeki toprağı kabartan, uzun süre yağmur yağmazsa onlara su taşıyan özenli, sevecen ellerden ya da zararlı otları ayıklayan, taşları temizleyen titiz bir bahçıvandan tek bir iz bile yoktu köklerini daldırdığı minik toprak parçasında. Durduğu yerin tek özelliği güneşe ve rüzgarlara açık küçük bir çıkıntı olmasıydı. Dallarını gökyüzüne dimdik değil de kıvrıla büküle uzatmasından rüzgarla o güne kadar ne oyunlar oynamış olduğu belliydi.
Akşam karanlığında gördüğüm bu narin ağacı "yaşamın güzellikleri" çekmeceme yerleştirip üzerinde daha fazla kafa yormadan kendi uğraşlarıma dönmüştüm. Ama izleyen günlerde ayaklarım beni sık sık deniz kıyısında, ağacı gördüğüm o güzel koruya götürür oldu. Tazecik fidanlar, güngörmüş ağaçlar, ağaçlara sarılan sarmaşıkların baharda yapraklarla donanmayı bekleyen incecik dalları arasında gezmeyi sever olmuştum. Rüzgarın uğultusuna karışan martı çığlıklarını, kıyıya vuran dalgaları dinlemeyi, baharda yapraklarla donanacak olan dalların rüzgarla sağa sola savruluşunu seyretmeyi seviyordum. Hatta çok bilmiş kargaların ortalığı velveleye vermek ister gibi çalımla dolaşmalarını ve bağırıp çağırmalarını bile neredeyse sevgiyle izliyordum. O korulukta kendimi her nasılsa sürüsünden ayrı düşmüş, sıcak diyarlara göç edemeyince kışı atlatmak için kendine kuytu bir yer bulmuş bir göçmen kuş gibi hissediyordum. Hani şu baharı kanatlarında taşıyan kırlangıçlar gibi filan.
Hele de o erken çiçek açan ağacı daha yakından inceledikçe bu duygum daha da güçlendi. Gerçekten de kanatlarımda baharı bir an önce getirmeyi istiyordum çünkü, ama bunu niye istediğimi daha sonra söyleyeceğim.
Ağaç her geçen gün yeni çiçekler açmayı sürdürüyordu. Üzerinde öyle çok tomurcuğu vardı ki yeni çiçeklere yer açmak ister gibi eskilerini toprağa döküyor ya da alıp götürsün, kime isterse versin diye rüzgarın ellerine bırakıyordu. Yanlış anlamayın, elbette korudaki tek ağaç o değildi. Erken çiçek açmış tek ağaç da o değildi üstelik. Ama biz ne tür yakıştırmalar yaparsak yapalım kuşların özel bir estetik duygularının olduğunu sanmıyorum. Onları ağaçlara çeken şey yalnızca çiçeklerin ışıltısı ve tatlı kokuları değildir. Onlar bir de arkadan gelecek olan meyvelerin peşindedir. Ben de pek bir benimsediğim kırlangıçlığımla elbette bu korudan karnımı doyurmaya hiç itiraz etmezdim. Bütün ağaçlar güzeldir, hele de ilkbaharda bir başka güzel olurlar. Çoğunun yazın kuşların karnını şöyle böyle doyuracak meyveleri de vardır. Ama korkuluklarla ve çitlerle korunmuş bir meyve bahçesinde değil de kendiliğinden büyüyüp gelişmiş bir korunun ucunda yazın üzerine dolacak sulu şeftalilerin müjdesini veren bir ağaçla karşılaşmak her kırlangıcın başına gelmez. Eğer ben bir kırlangıçsam bu çiçekli ağacın da bir şeftali ağacı olduğuna adım gibi emindim. Yine de kafamı kurcalayan sorular vardı. Bu yaban korusunda kim çıkıp da bu ağacı aşılamıştı örneğin... Aslında üzümü yeyip bağını sormama tutumunu benimsemiş bir ulusun çocuğu olarak böyle şeyleri sorgulamaya pek de meraklı sayılmam. Ama mevsim hala kış olduğundan benim şeftalilerin olmasına zaman vardı. Ben de obur bir kırlangıç olduğum için yalnızca çiçekler ve tatlı kokularla yetinmek istemiyordum. Beklerken de o beklediğim meyvelere zarar verebilecek şeyleri düşünüp endişeleniyordum, merakım ondandı.
Önce ağacın dibindeki toprağı incelemekle başladım. Gerçekten bakımsızdı, taşlar, yaban otları ve dikenlerle kaplıydı. Ama ağaç bundan pek zarar görmüşe benzemiyordu. Tersine kuruyup toprağa karışan yaban otlarını ve dikenleri kendine besin yapmıştı belli ki. Ama asıl besin kaynağının yalnızca bunlar olmadığını görünce daha da sevindim. Köklerini üzerinde büyüdüğü kayalıkların arasından çok ama çok derinlere daldırmış, oralarda bulduğu bitek topraklarda yeryüzünün daha genç olduğu günlerden bu yana biriken sonsuz bir besin kaynağına uzanmıştı. İçinde taşıyıp güneş ve rüzgarla karıştırarak çiçek olarak çevresine döktüğü güzellik buralardan geliyordu. Bunları da görünce beklediğim şeftaliler gözüme bir kat daha iştah açıcı görünmeye başladılar. Tam şöyle içlerine gagamı daldırdığımda tatları ve kokularıyla beni büyüleyecek türden şeftaliler belirdi kafamda.
Ağaç yeni çiçekler açmakta öylesine ileri gitmişti ki artık uzaktan geçenlerin bile dikkatini çekmeye başlamıştı. Ve o da elbette bu güzelliğinin farkındaydı. Denizden esen rüzgarla dallarını hafifçe sallayıp çiçeklerinden bir kaçını havaya savuruşunda utangaç bir gurur seziliyordu. Ama denizden esen rüzgar bir yandan da benim içni bir endişe kaynağıydı. Daha kış bitmemişti. Her an hava soğuyabilir, geceleri ayaz çıkabilir, belki kar bile yağabilirdi. Öyle bir şey olursa güzel şeftalilerin habercisi olan çiçekleri de zor günler bekliyor demekti. İşte asıl o zaman istedim bir kırlangıç olmayı ve kanatlarımda baharı getirmeyi. Baharı getireyim ki arkasından seslerinde kızgın güneşten damlalar taşıyan ağustos böcekleri öterken ben de şu mis kokulu şeftalileri görebileyim. Kırlangıç kanatlarım baharı birazcık daha erken getirebilirse hava ayaza dönüp erkenden çiçek açan bu ağaca zarar veremeyecekti. Sonra aklıma meyve bahçelerinde yaptıkları gibi ağacı sarıp sarmalayarak çıkabilecek soğuklardan korumak geldi. Ama bunu düşünür düşünmez vaz geçtim. Doğa işini bilirdi. Eğer o bakımsız toprakta bu ağacın büyümesine izin veriyorsa, köklerini derinlere daldırıp yüzyılların birikimiyle beslenmesi için yol gösteriyorsa elbette bir bildiği vardı. Bilirim, erken çiçek açan ağaçların bir çoğu daha meyve vermeden çiçekleri kavrulur gider. Ama bir de meyve verirlerse bu meyvelerde yalnızca ilkbahar güneşinin tatlılığı ve yaz güneşinin sıcaklığından daha fazla bir şeyler vardır. Onlar kışı da tanımış meyvelerdir. Tatları daha bir kalıcı, daha bir doyurucu olur. Öyleyse eğer bu ağacın çiçeklerinin karlı ve soğuk rüzgarlarla karşılaşması gerekiyorsa karışmak bana düşmezdi.
Yine de endişem geçmemişti, ta ki gözlerim ağacın dikenler ve yaban otları arasından yükselen narin gövdesine takılıncaya kadar. Gördüklerimin anlamını düşününce kendi endişem gözüme gülünç gözüktü. Karşımda bir mevsimlik ömrü olan güzel bir papatya veya kır çiçeği yoktu ki. Derinlere daldırdığı kökleriyle topraktan aldıklarını gökyüzüne uzanan dallarının ucunda güneş ışığıyla birleştirip çiçek yapan köprüyü kormuştu bir kez karşımdaki ağaç. Erkenden açan çiçekleri belki onları bekleyen ayaza dayanamazdı bu yıl, ama bunun bir önemi yoktu. Artık biliyordum, yıllar, yıllar boyu ne zaman deniz kıyısındaki küçük çıkıntının üzerine baksam her baharda orada çiçekler görecektim, ve eğer o yıl işler iyi gittiyse yazın beni güzelim şeftaliler bekleyecekti dallarda. Çünkü bu ağaç işin en önemli bölümünü atlatmış toprağın derinleriyle güneş arasındaki bağlantıyı kurmuştu. Kar fırtınaları, soğuk kışlar, bir yudum suya hasret kalacağı kurak yazlar vardı belki önünde. Belki değil kesinlikle bunlar da vardı ve iyiki de vardı. Çünkü bunlar da başka her şey gibi kendi izlerini bırakarak, meyvelerinin tadını biraz daha zenginleştirerek çekip gideceklerdi. Ama bir baltayla kesilmedikçe ya da üzerine bir yıldırım düşmedikçe ağaç sapasağlam yerinde kalacaktı.
Üzerine bir yıldırım düşmesi tehlikesi vardı elbette. Ne kadar yükseklere çıkarırsa kafasını bu olasılık da o ölçüde artıyordu. Sonuçta yıldırımın da bir yerlere düşmesi gerek, öyle değil mi... Buna karşı kimsenin elinden bir şey gelmez, ağacın bile. Ama eğer yazgısında bir oduncunun baltasına yakalanmak varsa eminim böylesi bir şeftali ağacı bir şöminede çıtır çıtır yanmayı ve çevresine son bir kez ısı ve ışık saçmayı bir mobilyacının eline düşüp şık bir çay sehpasına dönüştürülmeye yeğlerdi.