Yalnızlık güzel birşey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel birşey olduğunu söylemesi gerekir. -Balzac |
|
||||||||||
|
Aşağıda, girişte yanan gazlı sobanın sıcaklığı az da olsa bulunduğu yere kadar ulaşıyor ama yine de ısınmasına yetmiyordu Çetin’in. Üstündeki mor kadife pantolonu iyice küçülmüş, otururken bacakları dizlerine kadar açıkta kalıyordu. Ayrıca üzerinde epeyce kirlenmiş, belli ki uzun süredir yıkanmamış bir gömlek ve oldukça eskimiş kolsuz bir yün kazak vardı. Sol eliyle pantolonunun cebindeki kağıt paraları avuçlamış, buruşturmamaya özen göstererek hafifçe okşarken, sağ eliyle de dizlerine kadar açıkta kalan bacaklarına masaj yaparak ısınmaya çalışıyordu. Aklı fikri sol elinin içinde tuttuğu kağıt paralardaydı. Soğuk tahta basamakların üzerinde sıcak hayallere daldı. Yedi numaradaki adam da çıkarken bahşiş verirse hiç de fena olmazdı. “Çok param olunca kaçıp gideceğim buralardan. Gemilere biner başka yerlere giderim. Kurtulurum bu Şaziye karısından da sarhoş amcamdan da...” Aşağıdan gelen sesle koptu hayallerinden. - Çetin! Dört numaraya müşteri var! Isıt çabuk orayı! Şaziye’nin sesiydi bu. - Tamam abla. Hemen gidiyorum. Çabucak dört numaraya indi. Yedi numaradan çıkacak olan adamı kaçırmamak için acele etmeliydi. Gerçi yedi numaranın müşterileri diğer odaların müşterileri gibi çabuk çıkmazlardı ama, yine de tedbirli davranıp müşteri çıkıp gitmeden ona kolonya tutup bahşişini kapmalıydı. Dört numaradaki yatağa girmeden önce ayakkabılarını çıkardı. Bu yatak da diğerleri gibi yorganı olmayan sadece eski bir pikeyle örtülü sıradan bir yataktı. Döşeğin üzerine uzanıp bir o yana bir bu yana yuvarlanmaya başladı. Boyu yatağın yarısını biraz geçiyordu ama Çetin işinde iyice ustalaşmıştı artık. Bir yandan sağa sola yuvarlanıp dururken bir yandan da kolları ve ellerini döşeğin her yanına sürüp ısıtmaya çalışıyordu. İki dakika geçmeden döşeği öylesine ısıttı ki, artık üzerine çıplak bir insan da uzansa üşümezdi. Aşağıda girişte, müşteri bekleyen kadınlardan birisi kendisi için gelen müşterisinin aceleciliğine aldırmadan diğer kadın arkadaşlarıyla sakız patlatarak alış veriş üzerine sohbet ediyordu. Şaziye kadının uyarısıyla: - Tamam, tamam, dedi müşterisine. Çık sen dört numaraya ben hemen geliyorum. Çetin, nefesiyle döşeği sıcak tutmaya çalışırken bir yandan da yedi numaradaki müşteriyi kaçırmamak için dua ediyordu. Tam o sırada dört numaralı odanın kapısı açıldı ve yeni gelen müşteri ile göz göze geldiler. Yatağın üzerine uzanmış, nefesiyle ha bire döşeği ısıtmaya çalışan bu küçük çocuğu gören müşteri, şaşkın şaşkın bakarken ne diyeceğini bilemeden kapının yanında adeta donup kalmıştı. Bir an orada niçin bulunduğunu hatta nerede olduğunu bile unuttu. Şaşkındı. Gördüklerine bir anlam veremiyordu. Bu yaştaki bir çocuk kendisi gibi aynı amaçla gelmiş bir müşteri olamayacağına göre, çalışan kadınlardan birinin çocuğu olsa bile ne işi vardı bu küçük çocuğun böyle bir yerde? - Sen de kimsin? dedi, şaşkınlıkla çocuğa. Bir çırpıda döşekten iniverdi Çetin. - Ben mi? Ben döşeği ısıttım be abi. Üşümesin cancağızınız. - Nasıl? Döşeği ısıtmak mı? Sen burada ne arıyorsun çocuğum? Kimsin sen? - Burada çalışırım ben abi. Ayak işlerine bakarım. Kış olunca yatakları ısıtırım. Abiler ablalar üşümesinler diye. Sonra da adamın gözlerinin içine bakarak: - O abiler de bana bahşiş verirler, para kazanırım ben de. - Ne yani? Sen burada bu işi mi yapıyorsun? dedi adam şaşırmış halde. - Öyle dedik ya abi. Çıkayım ben şimdi. Yedi numarada müşteri var. Kaçırmayayım onu. Hah, işte, ablam da geliyor, dedi basamaklardan gelen ayak seslerine kulak verir gibi yaparak. Adam: - Dur! Dur seninle biraz konuşalım! dedi, odadan çıkmakta olan Çetin’in ardından Aklı karışmıştı.Kafasının içi allak bullak oldu. Kadının kendi yanından geçip yarı çıplak bir halde döşeğe uzandığının farkına bile varamadı. - Ne dikilip kaldın orda? Haydi gelsene! dedi, kadın. - Bu çocuk! Bu çocuk gerçekten burada mı çalışıyor? Yatakları mı ısıtıyor? - Sobamızdır o bizim sobamız... Boş ver o piçi. Haydi gel artık. Sen buraya sohbet etmeye gelmedin her halde. Başka müşterilerim var sırada. Haydi çabuk ol. - Bak, dedi, adam ciddi bir ses tonuyla. İstediğin paranın iki katını vereceğim, üstelik de seninle yatmayacağım. Karşılığında bu süre için şu çocukla sohbet etmek istiyorum. Beni onunla konuşturur musun? - Allah allah! Senin gibisine de ilk defa rastlıyorum. Ne yapacaksın çocukla sohbet edip de? Yoksa sübyancı mısın sen? Sapık mısın ulan? - Hayır hayır, yanlış anlama lütfen. Sen paranın iki katını alacaksın bense sadece o çocukla sohbet etmek istiyorum. Çok etkilendim yaptığı bu işten. Onun yaşam öyküsünü duymak istiyorum. - Ha, sen gazeteci misin yoksa? Geçen sene de bir gazete gelmişti konuşmuştu onunla. Fotoğrafları çıktı gazetede boy boy. Ama çocuğa beş kuruş para vermedi şerefsizler. Sen de kandırma bari çocuğu. - Hayır, hayır, dedi adam. Ben gazeteci falan da değilim. Sıradan bir vatandaşım. Benimkisi sadece merak. - Bana göre hava hoş, dedi kadın. Bir çırpıda doğrulup yataktan fırladı. Adamın önünde dikilip: Ver sen şu paramı, Şaziye ablamıza söyleyeyim, izin verirse gider konuşursun çocukla. Adamdan aldığı paranın bir kısmını sutyeninin içine diğerini de kilodunun sağına sıkıştırıp basamaklardan aşağıya indi. Adam da arkasındaydı. Kadın aşağıda oturan, şişman bakımlı bir başka kadının kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Şişman kadın adama bakıp dudak büktü. - Çağır o piçi, konuşsunlar şurda, dedi. Sonra adama dönüp: Bu iş için çocuğa da para vereceksin, tamam mı? Dedi. Adam: - Vermez miyim? İstediği para olsun onun. Çetin, yedi numaradaki müşteriden aldığı bahşişi de diğer paralarının yanına kattı. Basamaklardan inerken eli her zamanki gibi cebinde ve küçücük avucunda da paraları vardı. Öylece durup bir adama bir Şaziye kadına baktı. İçinden ne gibi bir yanlış yaptığını düşündü bulamadı. Neden çağrıldığına bir anlam veremedi. Meraklı bir o kadar da suç işlemiş bir çocuk gibi ürkek ve çekingendi. - Haydi, geç şu arkaya bu abiyle biraz sohbet edecekmişsin. Para da verecek sana, dedi Şaziye kadın. Adam öyle mutluydu ki. Sabırsızlıkla oturdu arka taraftaki sandalyelerden birine ve karşısına oturan çocuğa hemen sormaya başladı. - Çetin senin adın, doğru mu? - Evet. Nerden biliyorsun? - Nerden bildiğimi biraz sonra söylerim. - Nerden bildiğimi sonra söylerim de, sen şimdi söyle bakalım bana Çetin, gerçekten burada bu işi mi yapıyorsun? Yani yatakları mı ısıtıyorsun? - Evet abi. Havalar soğuyunca ablaların müşterileri üşümesinler diye önceden gider yatakları ısıtırım. Amcam buldu bana bu işi. Yoksa sen amcamın tanıdığı mısın? - Bilmem. Belki de tanıyorumdur. Senin amcanın dışında kimsen yok mu. Annen baban nerdeler? - Üç yıldır bu işi yapıyorum ben. - Annen baban? Sanki bu soruyu duymak istemiyormuşçasına başka şeylerden söz ediyordu. - Yukarıda boş bir oda var. Orda yatıp kalkarım ben. - Peki, ya annen baban? diye ısrarla sordu adam. - Yoklar, dedi. Hüzün, nefret ve öfke karışımı bir yüz ifadesiyle. - Öldüler mi? - Babam kodeste. Annem de.... Duyarım işte. Çalışırmış böyle yerlerde. Nerde olduğunu da bilmiyorum. Belki amcam biliyordur ama, öğrensem ne olacak ki? Çetin’in yaşam öyküsünün çok daha ilginç olabileceğini sezen adam, daha rahat olmaları için Çetin’e para verip gazoz almaya gönderdi. Elinde gazoz şişesiyle çok daha rahattı Çetin. Üstelik paranın üstünü de almamıştı adam. Altın madeni bulmuş gibi heyecanlıydı adam. Merakla ve heyecanla sandalyesinde oturuş biçimini değiştrdi. Bir sigara tellendirdi keyifle. - Peki Çetin. Amcan getirdi seni buraya değil mi? Aman boş ver ben en iyisi hiç bir şey sormayayım. Sen anlat ben sadece dinleyeyim, dedi adam. - Anlatıyorum işte abi. Sonra yüzünde beliren mutlu bir tebessümle: Para vereceksin bana değil mi? Dedi. - Elbette vereceğim, diyerek cüzdanından bir yüzlük çıkarıp Çetin’e uzattı. Al, senin olsun. İstersen daha da veririm. Sen anlat yeter ki. Çetin mutluluktan uçacaktı nerdeyse. Bu kadar çok parayı burada bahşiş toplayarak bir ayda toplayamazdı. Gözlerinin içi gülüyordu. - Nerede doğdun sen? Annen baban ne iş yapardı? Nerede otururdunuz? Anlat işte oralardan başlayarak, dedi adam. - Ben anne babamı hiç hatırlamam. Daha doğrusu annemi hatırlıyorum da, babamı hiç görmedim desem doğru olur. Nasıl olduğunu amcam anlattı bana. Babam çok içki içermiş. Ayyaşın biriymiş. Orda burda, düğünlerde davul çalarak geçinirmiş. Bir de ablam var benden üç yaş büyük. Bir gece ben daha bebekken, babam arkadaşlarını evimize getirmiş. İçip sarhoş olmuşlar. Bu arkadaşları iyice kafayı bulunca anneme sarkıntılık etmeye başlamışlar. Sonra da sırayla.... annemle yatmışlar. Ertesi gün, babamın sarhoşluğu geçince olanları duymuş ve gidip arkadaşlarından para istemiş. Meğerse babam zaten o gece bunları annemi satmak için eve getirmiş. Onlar da ayık kafayla olan olmuş geçen geçmiş diyerek babama para vermedikleri gibi bir de hakaret etmişler. Babam da yeniden gidip içmiş, zil zurna sarhoş olunca da gidip bunlardan birini kıstırıp bıçaklamış. Adam kan kaybından oracıkta ölmüş. Babam da kodese atılmış. Hangisindedir bilmem. Amcam da söylemedi yerini. - Yani hiç görmedin mi babanı? - Hayır. Görsem bile tanımam ki! - Ee, sonra? Anlat haydi, devam et. - Annem, bana ve ablama bakmakta zorlanmış. Sağda solda çalışmış ama bakamamış bize. Ev yok, para yok. Yiyecek yok. Sonra amcamla bir olup ablamı hiç tanımadıkları, görmedikleri bir aileye evlatlık vermişler. Sonra da amcam, annemi de alıp büyük şehirlerden birinde bir gece kulübüne satmış. Beni de yanına almış. - Hiç okula gittin mi? - Hayır. Hiç gitmedim. Burada bir Nilgün abla var. O öğretecek bana. - Nilgün abla? - Burada çalışır. 11 numarada. - Peki buraya gelmen nasıl oldu? - Dedim ya, amcam bıraktı beni buraya. Bu işi amcam buldu bana. Eskiden burada çalışan bir Nurcan abla vardı. Amcamın dostuydu. Hem ona göz kulak olayım da başka dost edinmesin hem de çalışıp para kazanayım diye beni buraya getirip bıraktı işte. - Peki eskiden dedin de şimdi amcanın dostu yok mu burada? - Nurcan abla mı? O öldü. Trafik kazasında öldü. - Kazandığın paraları ne yapıyorsun? Amcana mı.... - Yok. Hepsini değil. Çoğunu kendime saklarım. - Ne yapacaksın o paralarla? - Uzaklara gidip müzisyen olacağım. O ana kadar heyecanla Çetin’i dinleyen adam, birden kızarıp morarmaya başladı, nefes almakta güçlük çektiği belliydi. Hırıltılar çıkararak sandalyesinden yere yığıldı. Çetin korkudan ne yapacağını şaşırdı. Bağırdı, kadınlardan yardım istedi. Kaç kişi varsa oraya yöneldi. Şaziye kadın da oraya doğru koşarken, Çetin’in bağırmasından hemen farklı şeyler düşündü. Adamın sapık olabileceğini ve Çetin’e saldırdığını düşündü. Adamı öyle yerde yatar görünce hemen kolonya döktüler yüzüne, yakasını bağrını açıp kolay nefes almasını sağladılar. Biraz kendine gelince herkesten özür diledi ve böyle bir şeyin ilk defa başına geldiğini söyledi. Şaziye kadın, adamın başlarına bela olmasından korktuğu için hemen çıkıp gitmesini istedi ama adam, yalvaran gözlerle Şaziye kadına baktı ve çocukla biraz daha sohbet edip gideceğini söyledi. Şaziye kadın: - Bakın bey efendi. Belli ki hastasınız. Şimdi burada bir şey gelmesin başınıza. Sonra bize de sıkıntı olur. Konuştunuz işte yeterince. Hem işimize de engel oluyorsunuz. Hem nedir böyle ısrarla sohbet etmenizin nedeni? - İnanın bu benim için çok önemli. Hem merak etmeyin sorun olmam. Ben iyiyim hem de çok iyiyim. Sizden rica ediyorum bir on dakika daha müsade edin bana. Yeniden Çetin’le baş başa kaldılar.Bakışlarını çetin’in üzerinde dondurmuştu adeta. Göz bebekleri bile donup kalmıştı. Çetin bu bakışlardan biraz korktuysa da birazdan eline geçecek paraları düşününce rahatladı. Adam kafasını elleri arasına alıp bir süre öyle sessiz kaldı. Yan taraftaki kadınların gürültülü şamatalarını duymuyordu bile. Şaşkındı. Olabilir miydi böyle bir şey? Düş mü görüyordu? Kafasının içi allak bullak olmuştu. Neyi nereye koyacağını bilemedi. Yeniden Çetin’e yöneltti bakışlarını. Kısa, sık saçları, yaşadığı sefil ortamın inadına sağlıklı, tombul yanaklarına, gök mavisi gözlerine çakılı kaldı bakışları. Olamazdı böyle bir şey. Üst dişlerindeki aralıklar bile aynıydı.Yutkundu. Bir şeyler söylemek istedi. Dili dönmüyordu adeta. Sesini mi yitirmişti? Kulaklarında bir uğultu, kendi sesini duymakta bile zorlanıyordu. - Biliyor musun Çetin? Ben senim, sen de bensin, dedi birden. - Ne diyorsun be abi sen? Kafan yerinde değil galiba. Ne demek ben senim sen de bensin? Neyse ben artık gideyim. Başka yatakları ısıtmam gerek. Hem Şaziye kadın da kızmıştır şimdi. Adam, yalvaran bakışlarla: - Dur gitme! Biraz daha kal ne olur. Bak bundan sonrasını da ben anlatayım. Şimdi sen beni dinle. Öykünün bundan sonrasını mutlaka dinlemelisin. Geç kalmaktan korkma. Kimse kızamaz sana. Gerekirse para veririm bunun için... Sonra yeniden Çetin’in yüzüne bakarak, sevecen bir bakışla anlatmaya başladı... Biliyor musun, bir gün sokak çalgıcıları buraya geldiler. Mahallenizden tanıdığın bir çocuk da içlerindeydi. Darbuka çalıyordu. Hiç bir ensturmant değil ama darbuka seni çok etkilemişti. Belki de darbukacıyı tanıdığın için en çok seni o etkiledi. Onun öyle özgürce sokak sokak, lokal lokal, kahvehaneleri, birahaneleri, düğünleri gezdiğini hatta başka kentlere gittiğini duyunca çok etkilendin, öyle imrendin ki çocuğa... hemen orada o anda ileride sen de iyi hem de çok iyi bir darbukacı olmak istedin. Sonra çok kısa bir süre susup Çetin’e baktı: - Doğru mu, doğru mu bu anlattıklarım. Bunları yaşadın mı? - Evet, dedi Çetin. Biraz da şaşkın. - Hah, işte şimdi ben devreye gireceğim. O darbukacı olmak isteyen çocuk bendim. O mahalleden tanıdığım çocuğa bana da darbuka öğretmesini istedim. Kabul edince hemen o gün takılıp gittim peşlerinden. O güne kadar biriktirdiğim paraları gurupta klarinet çalan ağabeyimize verdim. İçlerinde en yaşlısı ve en baba olanı oydu. Bu parayla bana hem darbuka aldı hem de sahnelerde giymem için cicili bicili kıyafetler aldı. Artık ben de gurubun bir üyesi olmuştum.Zaman zaman sokaklarda bile sabahladım ama, kısa sürede darbuka çalmadaki becerimi güçlendirdim. Artık bilinen, tanınan iyi bir darbukacı olmuştum. Başka guruplar beni kendi aralarında görmek için yalvarıyorlardı. Önemli gazinolarda ve tanınmış ünlü sanatçılarla konserlere çıkmaya başladım. Bir yurt dışı konseri sonrasında orada kalmaya karar verdim. Kalabilmenin tek yolu ya oranın vatandaşı olan biriyle evlenmek veya o ülkeye iltica etmekti. İltica ettim. İlticacıların topluca tutulduğu bir yurtta kendim gibi o ülkeye iltica etmiş bir Cezayirli kızla tanıştım ve onunla evlendim. Kısa sürede iki tane de kız çocuğumuz oldu. Ama karımla fikren pek anlaşamıyorduk. Müzisyenliğimi de istediğim gibi yürütemiyordum. Bir çok aksilikler üst üste geldi. Çok zor koşullar altında yaşıyordum. Dayanacak gücüm de yoktu. Okumam yazmam bile olmadığı için kolay kolay iş de bulamıyordum. - Bütün bunları bana neden anlatıyorsun ya? Para vereceksen ver artık. Ver de gidip işime bakayım, dedi Çetin. - Dur Çetin, dur. Bu anlattığım senin öykündür.Bak adını bile biliyorum. Belki de annenin nerede olduğunu bile biliyorumdur. Biraz sabret ve dinle. - Çok sürer mi daha. Çabuk çabuk anlat bari. - Hah şöyle! Merak etme, kimse sana bir şey diyemez. Onlara parayı verirsem susarlar. Evet, nerde kalmıştık? Ha evet, ama bir kafeteryada iş buldum. Garsonluk işi. Garsonluktan da anlamazdım ya, oranın devleti bizi üç ay boyunca garsonluk kursuna gönderdi. Kafeteryada işe başlayınca oraya takılan üniversiteli türk öğrencileriyle, aklı başında insanlarla, müzisyen ve sanatçılarla tanıştım. O öğrenciler okuma yazma bilmediğimi öğrendiklerinde hep birlikte el ele verip nerdeyse her gün birisi bana sabırla okuma yazmayı öğretti. Hatta ucundan kıyısından matematik, fizik, hatta felsefe bile öğrettiler. O ülkenin dilini de kısa sürede öğrendim. Kimi küçük guruplarda yeniden darbuka çalmaya başladım.İyi darbukacı olduğum görülünce tanınmış guruplar beni çağırmaya başladı. Kimileriyle plaklarımız bile olmuştu. Çevrem de değişmeye başlamıştı. Yepyeni bir dünyam olmuştu. Düşünmeden çok hızlı karar vererek evlendiğim karımla da anlaşarak ayrıldık.Çocuklar onda kaldı. Yine tek başımaydım. Yine orda burda kalmaya, sabahlamaya başlamıştım. Verdiğim bütün kararların sonunda pişmanlıklar duyuyordum. Bunalıma girmiştim. Ne yaptığımı, ne yapacağımı bilemiyordum. Bir gün bekarlar yudundaki bir arkadaşın odasında yalnızken kapı çalındı. Kapıyı açtığımda ellerinde kitaplar ve dergiler tutan çok güzel iki tane kız duruyordu. İçeriye girip benimle sohbet etmek istediklerini söyldiler. O kadar güzel, o kadar çekici ve o kadar sevecen bakıyorlardı ki dayanamayıp tekliflerini kabul ettim ve onları içeriye aldım. Bana saatlerce çok garip bir o kadar da çok güzel şeyler anlattılar. Barıştan, insanluktan, kardeşlikten, dürüstlükten söz ettiler. Günahlardan, sevaplardan, iyiliklerden söz ettiler. Sonra bu dünyanın uyduruk bir şey olduğunu, asıl öbür dünyanın önemli olduğunu, o kadar sevecen içten anlatıyorlardı ki, etkilemişlerdi beni. Sonra beni kendi yerlerine davet ettiler. Takılıp gittim peşlerine. Bizler Yehova Şahitleriyiz dediler. Anlattılar uzun uzun. Dünyayı, yaşamı, İsa’yı anlattılar.Büyülenmiştim adeta. Günlerce evlerinde konuk ettiler beni. Çekinmeden benim yanımda soyunup duşlarını alıyorlardı. İlk başlarda güzelliklerine kapılıp peşlerinden gittiğim kızlara, şimdi yanımda soyunup çıplak kaldıkları halde sanki kardeşlerimmiş gibi, kızlarımmış gibi bakıyordum. Haftalarca bırakmadılar beni. Sen de bize katıl, dediler. Misyonerimiz ol. İnsanlara doğruyu, güzeli, kardeşliği, barışı anlatalım, dediler... Anlatılan şeyler uzun süre meşgul etti kafamı. Anlatılanlar kötü şeyler değildi. Ama yine de kafam karışmıştı. İçinden çıkılmaz durumlara düşmüş, cevabı olmayan sorularla baş başa kalmıştım. Kendi kendimi sorgulamaya başlamıştım. Ben kimim, neyim ben, niçin buradayım, niçin böyleyim? Gibi sorular kafamı kurcalıyordu. Kendimi bir yerlere yerleştiremiyordum. Boşluktaydım. Geçmişimi hatırlayamıyordum... Bir gün, bu misyoner kızlar yine böyle sevecen ve çekici tavırlarıyla uzun uzun konuşup beni düşünce olarak alıp götürmüşlerdi. Dünyanın, yaşamın, her şeyin boş olduğunu düşündüm o an. Yerimden kalktım, mutfağa yöneldim, çekmeceden satırı aldım, elimi ekmek kesme tahtasının üzerine koydum ve bir vuruşta sol elimin baş parmağını koparıp atım. Kopan parmağımı elime aldım. Hiç acı duymuyordum. Hiç bir şey hissetmiyordum. Elimde kopan parmağım ve kanlı elimle kızların yanına odaya geri döndüm. Onlar da gayet doğal karşılamışlardı bu durumu. O akşam çıkıp yine çalışmak için kafeteryaya gittim. Kafeteryanın bodrum katında yatıp kalkmaya başladım. Esrar içenlerle tanışıp ben de içmeye başladım. Artık içmeden duramıyordum. Bazen esrar bulmak için gecenin bir vaktinde kilometrelerce uzakta oyuran bir arkadaşın evine üşenmeden yaya yürüyordum. Artık esrar tutkunu olmuştum ve bulmak için yapmayacağım şey yoktu. Hatta bu yüzden zaman zaman yaptığım hırsızlıklardan dolayı kısa süreliğine de olsa hapse de girip çıktım. Sonra çok ünlü bir müzüsyen abimiz benim bu durumuma acıdı. Buralarda harcanıp gideceksin, dedi. Sen iyi bir müzisyensin. Bak ben Türkiye’ye dönüyorum orada güzel bir müzik şirketim var, gel seni de götüreyim. Orası daha iyi olur senin için.... Dönüp geldim Türkiye’ye. Yeniden ünlü sanatçılarla, gazinolarda çalışmaya başladım. Karımla ve çocuklarımla da bağlarımız tamamen koptu. Nerede olduklarını bile bilmiyorum. Bir gün, gazinoda birlikte çalıştığım müzisyen arkadaşlarımla yemeğe çıkmıştık. Caddeden karşıya geçeceğiz. Lambanın yeşil olmasını bekliyoruz. Yeşil yandı, yürümeye başlamışız ve ben yolun ortasında donup kalmışım. Korna sesleri, gürültüler, arkadaşlarımın bağırması, beni sarsmaları hatta tokatlamalarıyla kendime geldim. Beni arabaların altında ezilmekten son anda kurtaran arkadaşlarım, neler olup bittiğini sorduklarında onlara: Annemi gördüm, dedim. Biraz önce karşımızdan gelip yanımızdan geçip gitti, dedim. Yahu sen manyak mısın, dediler. Madem yıllardır arayıp da bulamadığın anneni gördüysen neden durdurmadın, neden gidip sarılmadın? Gerçekten de yıllar sonra annemi görmüştüm. O anda, bacaklarım, ayaklarım ve dilim tutulmuştu sanki. Yanımdan geçip gitti. Nerdeyse sürtünerek gitti yanımdan. Hayatımın hiç bir döneminde bu kadar sevinmemiştim ama dilim tutuldu işte, hiç bir şey diyemediğim gibi ondan yana, arkasından bir adım bile gidemedim. Yıllarca yokluğunu hissederek yaşadığım, sürdürdüğüm bu rezil hayatın sorumlusu gibi gördüğüm ve başkalarının yanında utandığımdan kendisinden söz etmediğim annem, yanıma yaklaşırken her şeyi unutturdu bana. O an dünyanın en güzel annesi, en dürüst annesi oydu benim için. Onun da aslında yaşadığı hayattan memnun olmadığını biliyorum. Evet evet, kesinlikle. Adamın sözünü kesti Çetin. - Memnun değilse neden bana ve ablama sahip çıkmadı? Neden amcamın kendisini bir geneleve satmasına razı oldu? Daha temiz, daha başka işlerde çalışıp iki çocuğunu da geçindiremez miydi? Ben istemez miydim bir derdim olduğunda başımı göğsüne koyup dertleşebileceğim bir annemin olmasını? Ablamın nerede kaldığını, kimlerin kızı olduğunu, nasıl bir hayatının olduğunu benim kadar merak edemez miydi? Uzak da yakın da olsa bir arayıp soramaz mıydı? Haydi alkolik babamı bir yana bırak, bir anne olarak beni ve kardeşimi kanatlarının altına alamaz mıydı? Bu yaşımda çektiğim her şey onun yüzünden. Doğru dürüst bir aile yaşamım olsaydı sürünür müydüm buralarda, kalır mıydım sokaklarda? Esrarkeş olur muydum? Dilini ve töresini bilmediğim emleketlere gidip ezilir miydim? Yanlış bir evlilik yapar mıydım? Sabaha kadar pavyonlarda darbuka çalarken, bir sürü ayyaşın, sarhoşun ağız kokusunu çektikten sonra sabaha karşı evime gidip annemin pişirdiği bir sıcak çorbayı içmek istemez miydim. Geceleri yolumu bekleyen, bayramlarda elini öptüren, gelinine ve torunlarına sahip çıkan bir annemin olmasını istemez miydim? Ben de hayatı sevmek isterdim, yaşamak arzusuyla yanıp tutuşmak isterdim. Ama yok, benim için bu hayat, böylesi yaşam bir şey ifade etmiyor. Bunun böyle olmasının en büyük sorumlusu da bence annem. Keşke şimdi Cezayirli karım ve iki kızım çıkıp gelseler. Ben böyle kızlarımın hasretiyle yanıp tutuşurken o bir anne olarak nasıl dayandı bu kadar yıl? Neden arayıp sormadı? Diyerek hızla bir yumruk indirdi duvara. Eli acıdı. - Çetin, dedi adam. Farkında mısın, benim yerime konuşuyorsun artık. Şimdi anladın mı neden, sen bensin ben de senim dediğimi? - Biliyorum, dedi Çetin. Bakma öyle annemi suçlayıp durduğuma. Onu bulmak için neler vermezdim ki? Daha bu yaşta saçlarım ağardı. Nasıl da özlüyor insan annesini? Şimdi her şeyi boş verdim. Annemi arıyorum. En azından bu şehirde olduğunu biliyorum artık. O kadar yaklaşmışım. Bütün gece kulüplerini, pavyonları, barları arıyorum. Burada olmamın nedeni de annemdir. Onun izini her yerde arıyorum. O kadar yaklaşmıştı ki uzatsaydım elimi dokunacaktım, anlıyor musun? O kavşakta karşılaştığımda ardından koşup gitmediğime öyle pişmanım ki. Hele kokusu, yanımdan geçerken ardında bıraktığı kokusu o kadar güzeldi ki. Onu hala içimde taşıyorum. Çok yaklaştım annemize çok. Bulacağım annemi. Bulacağım ablamı. Karımı, çocuklarımı ! Kendimi bulacağım, anlıyor musun? Kendimi!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hüseyin Akdemir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |