Şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır. -Chateaubriand |
|
||||||||||
|
Düşlere yolculuk başlıyordu, ruhu gibi esrarengiz ama heyecanlı bir yolculuk. Umutsuz seyahatler tamamlanmış, karanlık sokaklar geride bırakılmıştı. Her söyleyene, her söylenene inat, yine inanç kanatlarını ona germiş, onu seçmişti. Anlaşılan güneş yine bambaşka bakacak, yağmur da daha az hüzün getirecekti. Kuşların cıvıltısına daha fazla kulak kabartacaktı. Yaprakların hareketindeki mucizeyi artık o da görebilecekti. Dünya mı tek bir haberle değişiyordu; yoksa onun dünyası mı bambaşka oluyordu? Ne önemi vardı ki? O haberi duyduktan sonra artık ne önemi vardı? Insan cok korktugu bir seyi sonra nasil da sevebiliyordu. Yasam hayretleri hep barindirmisti kendi bunyesinde. Bunlari dusunmek, her seyi bir mucize edasinda sunarken, bazen de onu urkutuyordu... Kucucuk bir kiz iken, o koskocaman sulardan nasil da korkardi. Kiyiya vuran kopuklerin sesi, kulagina ciglik gibi gelirdi. Insanlarin saatlerce denizin icinde barinabilmelerini bir turlu anlayamazdi. Onlari kiskanirdi bazen de. Hic korkmadan, aldirmadan saatlerce suyla oynayabildikleri icin cok kiskanirdi onlari. Tatil onun icin iskence demekti oysa o zamanlarda. Sudan korkmamayi ogrenme ve yuzebilmeyi becerebilme iskencesi. Keske evde oturup kitap okumasina ve hayal kurmasina izin verebilselerdi. Keske, her zaman herseye karisan buyukler olmasaydi. Keske neyi yasayacagina onlar karar vermeseydi. Tum bu ofke ve kizginlik, yapmayi istedigi ama yapamayinca kendine yoneltmeye utanip, ailesine yonelttigi ofke gibiymis hissini veriyordu. Bir gun yuzebilmeyi dilemekten baska yapilacak bir sey kalmadigini dusundugu bir anda, ofkesi de azalmisti. Yaninda duran kucuk, sevimli kizi da ancak ofkesi gectiginde farkedebildi. Goz goze gelir gelmez gulumsediler birbirlerine. O ilk gulumseyisin sicakligi ve huzuru bir hafta sonra o mavi sulara ulasacakti... Hakemin duduk sesini duyup, havuza atladigi, yuzu suya ilk degdigi her anda, cocukluk arkadasinin ona elini uzatip, gulumseyerek: “Hadi ama cok kolay, kendini ativeriyosun suya, ayaklarini boyle boyle cirpiyorsun, kollarini da bi one bi arkaya boyle boyle hareket ettiriyorsun. Hem bi sey olmaz, ben seni tutarim.” dedigi o an canlaniyordu. Arkadasinin soylediklerinde buldugu cocuksu cesaretle birlikte, bedeninin sularla ilk bulusmasi ve o gun hemencecik orada, suyun uzerinde durabilmeyi basarmasi, hep ona cesaret ve inanc veriyordu. Sanki icindeki o cocuksu cosku ve meydan okuma hali yeniden zihnine yerlesiyor ve beyni kollarina, bacaklarina ve tum bedenine cok guclu ve hizli olacaksin komutunu veriyordu. Sanki, tum vucudu olanca kuvvetiyle ona yardim ediyordu. Bugune kadar katildigi her yarismada kazanmasinin belki de en onemli nedeni buydu; o andi. Hayatinin baslangici, o andi. Tum madalyalarin baslangic oykusu, o denizdi, o kucucuk kiz, o sevkatli, yardimsever ve masum cumlelerdi. Inanc, cesaret ve basarinin oykusunun basladigi gun, o gundu... Tatilden dondukleri ilk gun annesine yuzucu olmak istedigini soylemisti. Hayatinda ilk defa o kadar kararliydi. Yuzucu olmak istiyordu. Her arkadasi gibi Matematikle, Sosyal Bilgilerle, Turkce ile ugrasmak istemiyordu. Annesi, babasi gibi ogretmen de olmak istemiyordu. O, yuzucu olmak istiyordu. “Bugunden itibaren yuzucu olmak icin ne gerekiyorsa yapmak istiyorum” cumlesi o yastaki bir cocugun agzindan ancak gercekten kararli olunursa cikar diye dusunen annesi, okulun beden egitimi ogretmeni ile konusacagini soylemisti kizina. Kizinin inat ettigi zamanlarda ne kadar huysuzlandigini da bildigi icin bu konuyu tartismamisti. Sezen Hanim, kizini ciddiye almisti; ama daha sekiz yasinda bir kizin gelecekte ne is yapacagi konusunda karar vermesi icin henuz erken oldugunun da bilincinde oldugundan, yuzmeyi kizi icin guzel bir sosyal faaliyet olarak gorup, okulun beden egitimi ogretmeninden yuzme kurslari ve yapilmasi gerekenler hakkinda kizini tatmin edecek olcude bilgi almisti. Kurs ucreti biraz pahali oldugu icin babasi once karsi cikmisti; ama kizinin gunlerdir bitmek bilmeyen israrlari ve derslerini aksatmayacagina dair verdigi sozler uzerine butcesini sarsacagini bilse de yuzme meselesine boyun egmisti. Bir ara Avrupa’dan yeni gelen komsusu Galip Bey’in garip onerisini de dusunmustu. Galip Bey, on bes yilini Avrupa’nin cesitli ulkelerinde gecirmis bir universite profesoruydu. Iyi bir adamdi iyi olmasina; ama cok acayip yonleri ve dusunceleri vardi. Sekiz yasinda bir kiz cocugunu tek basina yaz kampina gondermek ne acayip bir fikirdi. Kizi yuzme ogrenecekti, ustelik kamp ucreti cok azdi ve kampta cocuklar yuzmenin yani sira baska pek cok seyi ogreneceklerdi ve orada bulunan yaslilara kitap okuyacak, agaclik alanlardaki copleri toplayarak para bile kazanabilecekti. Kamp ucretinin bu kadar dusuk olmasi nedeniyle kizini yuzme kursu yerine buraya gondermeyi bir an olsun aklindan gecirmis olsa da Tahsin Bey, kisa sure sonra bunun ne kadar sacma bir fikir oldugunun farkina varmisti. Kucucuk kizini, biricik Sude’sini nasil olur da hic tanimadigi, bilmedigi insanlara emanet edebilirdi? Kizina kotu davranabilirlerdi, cok calistirip onu yorabilirlerdi. Buna kesinlikle razi gelemezdi Tahsin Bey. Zaten bu Galip Bey yabanci ulkelerde kala kala bir acayip olmustu, aile nedir bilmiyordu herhalde. Karisi da zaten degisikti. Cocuklari onlara anne baba demiyor, isimleri ile hitap ediyordu. Ne garip insanlardi? Elin gevurlarindan gore gore onlar da boyle bir acayip olmuslardi vesselam. Tahsin Bey, kizini tanimadigi insanlara emanet etmeyi goze alamayip, o pahali kursa gondermeye razi olmustu. Yillar sonra iyi ki de yollamisim diyecegini bilmeksizin... Sude, yuzme kursuna yazildigi ilk gunden itibaren ne kadar dogru bir karar vermis oldugunu anladi. Bugune kadar yasadigi korku, o korku gider gitmez en az onun kadar baskin bir duyguya birakmisti yerini, sanki bu is icin yaratilmisim duygusu. Tenine degen su o kadar tanidikti ki vucuduyla, tum bedeni ne yapacagini biliyor gibiydi. Arkadasinin dedigi kadar kolaydi gercekten de. Yuzmek, suyla raks etmekti ve suyu ne kadar severseniz o kadar guzel ve zarif olur dansiniz. Sude icin su bedeninin en iyi arkadasi, hatta biricik askiydi. Zamanla zihninin de en buyuk tutukusu oldu su. Yuzmek onun hayatinin en lezziz yemegi, en guzel filmi ve en yakisikli cocuguydu. Bir de oturduklari semtin iskelesinde kesfettigi o eski pusku bankta oturup, denizin kiyiyla temasini izlemek cok mutlu ederdi onu. Orada oturup, hayati ordan seyretmeyi severdi. Insanlari denize bakarak dusunur, basindan gecenleri denizle paylasirdi. Gozyaslarini da bir tek deniz bilirdi. Aska ozlemini de sadece deniz anlardi. Denizin Asktan Anladigi Gunlerden Bir Gun... Bir cam sesi geldi kulagina. Sanki dalgalar ona zarar gelmesin diye usulca birakmislardi siseyi kiyiya. Once hic onemsemedi; sonra sisenin icinde beyaz bir kagit parcasi oldugunu farketti. Etrafina kisa bir bakis attiktan sonra, hemencecik uzanip aldi siseyi ve cantasina atti. Eve kadar nasil sabredecekti bilmiyordu; ama herkesin onunde acip bakamazdi. Kendini, hazinenin gizli anahtarini kesfetmis biri gibi hissetmek ve bu heyecani uzatmak ona daha keyifli geliyordu ustelik. Merakina yenilmemek icin kalkti oradan, o kadar acele etmisti ki denize verdigi selami unutmustu bu kez. Deniz kizmadi buna; aksine ona hazirladigi surprizin ise yaradigini dusunerek muzipce gulumsedi arkasindan. Sude kapidan girer girmez odasina kostu. Cantasinin fermuarini alel acele acip, siseyi eline aldi. Sisenin uzerindeki mantari cikarmaya calisti; ama mantar bir turlu cikmak bilmiyordu. Uc dort kere deneyip basaramayinca, siseyi kirmak aklina geldi ilk once; ama nedense kirmaya gonlu razi gelmedi. Siseyi kirarsa, buyusu bozulacakti sanki herseyin. Sonra babasina bir ogrencisinin getirdigi yeni yil hediyesi aklina geldi. Gizlice mutfaktan onu aldi ve siseyi acmaya calisti. Bir filmde gormustu o aletle sarap sisesinin nasil acildigini. Neyseki basarmisti mantari cikarmayi ve heyecanla kagidi sisenin icinden cikardi. Kagidi acip okudugunda bir yandan buyuk bir hayal kirikligina ugradi; diger yandan da meraki daha da korkunc bir hal aldi. Kagitta bilmedigi bir dilde bir seyler yaziyordu ve hicbir sey anlamamisti. Bazi sozcukler Italyanca’ya benziyordu; ama yine de emin olamiyordu. Ne yazdigini o kadar merak ediyordu ki; nereden ogrenebilirim acaba ne yazdigini diye dusundu uzunca bir sure. Oncelikle bunun hangi dilde yazildigini bulmasi gerekirdi. Peki ama bulsa bile o dili bilen kisiyi nasil bulacakti? O kagitta ne yazili oldugunu muhakkak bulmaliydi... Sisenin Oteki Yuzu... Gustavo, babasinin tum israrlarina ragmen futbolcu olmak yerine tarih okumayi secmisti. Cocuklugundan beri etrafinda bulunan binalarin neden degisik degisik yapildigi onda merak uyandirirdi, ve hep oralarda eski zamanlarda, kimlerin yasadigini dusundurturdu ona etrafindaki bu cesitlilik. Gecmise olan meraki, ona gunluk tutma aliskanligi kazandirmisti. Tarih kitaplarinda yazilanlarin ne kadar gecerli oldugunu dusunurken, insanlarin gecmisi hatirlarken ne kadar yanilabilecegini anlamak icin gunluk tutmaya karar vermisti. Kendi yasadiklarina geri donup baktiginda, neyi ne kadar hatirladigini gormek istiyordu. Zamanla, gunlugunun tarihin aydinlatilmasinda da kullanilabilecegi fikri aklina geldi. O olunce, tarihi degeri olsun diye gunlugunde kendi yasaminin yani sira ulkelerin yasamina da yer vermeye basladi. Tum onemli olaylarin tarihlerini resimleriyle birlikte sakliyordi. Gelecekte birilerinin bu gunlugu bulup, gecmis hakkinda bir seyler ogrenecegi fikri onu hem heyecanlandiriyor, hem de kendini kitaplardaki kahraman komutanlar kadar onemli biri gibi hissettiriyordu. Gustavo, tum medeniyetler arasinda en cok Osmanli Imparatorlugu’nu merak ediyordu. O kadar karisik bir toplumun yuzyillar boyunca biraktigi her sey ona olagan ustu zengin geliyordu ve bu zenginlikleri gormeyi cok istiyordu. Kostantinapolis’i en cok da bu yuzden merak ediyordu. Turk arkadaslari kizarlardi Istanbul’a Kostantinapolis demesine; aslinda onun icin pek de bir onemi yoktu. Tarih, onun gozunde tek bir ulkenin degil; Insanoglu’nundu. O da bir Turk kadar gurur duyuyordu Osmanli Imparatorlugu ile ve bir yabanci gozu kadar objektif bicimde dile getirebiliyordu yanlislari. Tarihi de bilim olarak goruyordu cunku. Bilim olmasinin yani sira, gecmis onun icin kesfedilmesi gereken sirlar diyariydi. Isimlerin cok da onemi yoktu ona gore, ismleri ve aidiyetleri ne olursa olsun orada neler oldugu ve gunumuze neler kaldigi onu ilgilendiriyordu. Gecmisten kalanlara bakmak onu buyuluyordu; kucukken okudugu masal kitaplarinin kahramani gibi hissediyordu kendini. Tarih, onun masaliydi. Bir de denizi cok seviyordu. Tarihe en fazla taniklik eden denizdi ona gore. Dunyanin en buyuk savaslarina taniklik etmis kentler, su kentleriydi. Onlar cok sey anlatabilirlerdi medeniyetler hakkinda. Deniz kiyisinda oturup gecmisi dusunmek, onu keyiflendiriyordu. Sanki suyun enginligi, gecmisin ucsuz bucakligiyla birlesiyor ve onun icin anlamli bir kesif alani olusturuyordu. Bazen denizi siktigini dusunuyordu gecmisten bu kadar fazla soz ederek. Boyle zamanlarda, denizle asktan konusuyordu. Ask hakkinda anlatacaklari aslinda hayal gucu ile sinirliydi. Masalsi ya da destansi bir ask yasamak istiyordu; Napolyon’un Josephine’e, Kanuni’nin Hurrem Sultan’a, Antonuis’un Kleopatra’ya olan aski gibi guclu ve buyuk bir ask dusluyordu. Ask onun ilham kaynagi olmaliydi; asik olacagi kadin da yasaminin gercek rengi. Ayaginin ucunda duran siseye dalmis gozlerle bakarken, sisenin icinde bir kagit oldugunu cok sonra farkedebildi. Merakla siseyi eline aldi; bir an icinde gizli kalmis bir denizalti kentinin haritasi oldugunu dusledi. Heyecan ve sabirsizlik icinde, sisenin mantarini, cebinden cikardigi cakisiyla acmaya calisti. Kagidi acarken elleri titriyordu ve icinde tuhaf bir cosku vuku buldu. Anlamadigi ama Turkce oldugunu bildigi yaziyi gorunce, once hayal kirikligina ugradi; ardindan meraki daha da cok artti. Yazinin anlamini cozmek cok zor olmayacakti; cunku bu yazinin ne anlama geldigini soyleyebilecek bir suru Turk arkadasi vardi. Yazidan tek anladigi kelime, hep gitmeyi hayal ettigi kent Istanbul’du. “Askim, seni denizimizin Istanbul duraginda bekliyorum”: yazinin anlamini ogrenince denizin sahiplendigi bu ask, onda tarihi medeniyetlerden bile buyuk bir merak uyandirmisti. Kim birakmis olabilirdi bu notu, yoksa deniz ta Akdeniz’in uzak diyarlarindan mi alip getirmisti bu siseyi? Belki denizin Gustavo’ya kucuk bir hediyesiydi bu; belkide deniz onu Istanbul’u ile tanistirmak istiyordu. Gustavo, Bogazici Universitesi Tarih Bolumu’nden kabul aldigini ogrendiginde, hemencecik buldugu yaziyi alip, denize kostu. O yazi, herseyin baslangiciydi. Sevgili dostu denizin ona hediyesi, ve hayallerini gerceklestirme azminin ilham kaynagiydi. Artik eksik kalan tek sey onun ilham perisiydi... Sisenin Beriki Yuzu.... “Su yolunu, ask suyunu bulsun”: Sude, bu yazinin anlamini ogrenmek icin Italyanca kursuna gitmisti, ve kursta o kadar basarili olmustu ki, Italya’da uc ay surecek bir genclik kampina katilma hakkini kazandi. Babasini ikna etmek haftalar surse de, Sude bunun icin herseye degdigini dusunuyordu. Herseyden once, o kampta yuzebilecek, yeni yarismalara katilabilecekti. Italyanca’sini gelistirecek ve cok merak ettigi yakisikli Italyan erkekleri ile de tanisabilecekti. Belki de ask guzel bir yaz surprizi olarak cikardi karsina. Yuzmeyi ogrendigi gunden beri, su ona en guzel hediyelerini sunmustu bir cok kez. Belki korkuyla gecen onca yili telafi etmek istercesine hep hediyelere boguyordu onu. Belki de bir zamanlar kendisinden korkan bu kizi, zamanla o da cok sevmis, onu bir baska sahiplenmisti... Istanbul Ataturk Havaalani... Uzun ve sikici bir trafigin ardindan havaalaninin onunde olmak ne kadar mutluluk vericiydi Sude icin. Annesinin bitmek bilmeyen nasihatlari ve gozyaslari, babasinin endiseli bakislari arasinda, mutlulugunu belli etmemeye calisan suclu bir kiz cocugu gibi gorunuyordu. Havaalani servisinin muavini, bavullari indirmeye calisirken, Sude’nin yaslarinda, esmer tenli, yakisikli bir genc cocuk muavine once Italyanca, sonra aksanli Ingilizcesi ile bir seyler sormaya calisiyordu. Muavin anlamaz gozlerle karsisinda duran gence “no spik Inglis” deyip duruyor, genci basindan atmaya calisiyordu. Genc cocugun, bu duruma sikildigini fark eden Sude, bir an anne ve babasina bakip tereddut etse de, bir kac saat sonra gidecegini ve annesi ve babasinin kizginliginin cabucak gececegini dusunerek, muavinin ve gencin yanina gitti. Sude’nin lacivert renkli, iri gozleri, Gustavo’nun simsiyah, kucucuk gozleriyle bulustugunda, Akdeniz’in kizi Istanbul ve oglu Livorno, uzun zaman aradan sonra birbirine kavusan asiklar kadar mutluydular. Sude ve Gustavo, bir sure birbirlerinin guzelliklerinin sessizligine burunup, o guzel aninin tadini cikarttilar. Sanki Istanbul’un tadina doyamadigi Bogaz manzarasini seyrediyordu Sude. Gustavo ise, denizini Sude’nin gozlerinde bulmustu. Sanki o notu buldugunda icinde olusan tatli coskunun nedeni, simdi anlasilmisti. Aralarindaki bu buyulu sessizligi muavin bozdu: “Hanim abla, sen bu gencin dilinden anliysen” diye sormustu Diyarbakir aksaniyla. Sude, Gustavo’ya kirik dokuk Italyanca’si ile ne istedigini sordu. Gustavo, Sude’yi o kadar begenmisti ki, aksaninin yumusakligini yadirgayamadi bile. Ona tatli bir sekilde gulumseyip, Taksim’e giden servislerin yerini ogrenmek istedigini soyledi. Sude, Taksim yonune gidecek servislerin yerini gosterecegi sirada, muavinin elinde duran bavulun icinden bir cam sesi geldi. Sude, telasla bavulu muavinin elinden alip, fermuari acti ve sisesinin catladigini uzuntuyle gordu. Kirik cam sisesini ve icinde bulunan kagida, saskinlikla acilmis kocaman gozlerle bakan Gustavo, Su’deye uzulmemesini soyledi, bavulunu acip kendi sisesini gostererek. Sude, Gustavo’nun elindeki siseye ve icinde bulunan kagida hayretle bakti. O an, deniz, kucuk kiz, sise, yarismalar hepsi bir tiyatro oyununun final perdesi sirasinda selam veren aktorlar edasinda, Sude’nin zihninden bir bir gelip geciyorlar, kimi yerde el ele tutusuyorlardi. Sude o an, bunun bir kader oldugunu anladi. Gustavo, hayran oldugu ask kahramanlarini dusundu ve simdi hepsi sanki ona sen de aramiza hosgeldin dercesine gulumsuyordu. Sude ve Gustavo, birbirlerinden habersiz, ayni anda denizi dusunduler ve kendilerine sunulan bu masalsi karsilasmaya coskuyla tesekkur ettiler. Sude ve Gustavo, birbirlerine elektronik posta adreslerini verirlerken, bunu bilenin sadece kendileri olduklarini sanarlarken, Istanbul ve Livorno, yeniden alevlenen asklarini coktan yasamaya baslamislardi bile... Tanrica Afelya, bulutlarin uzerinden keyifle seyrediyordu olanlari. Artik Istanbul ve Livorno da barismis, ve babasi Tanri Kral Lupem’in son sarti olan, birbirleri icin yaratilmis iki dunyalinin mucizevi karsilasmasi da gerceklestirilmis olduguna gore, Afelya, buyuk aski, biricik Ethenas’ina kavusabilirdi. Bu ask, Aquari medeniyetini, yillardir aradigi barisa goturecek ve Tanrilar Tanrisi Halter’in kara sevda lanetini de sona erdirecekti. Not: Bu oyku, Ankara kitapligi'nin duzenledigi oyku yarismasina gonderdigim odul almayan eserdir; yarisma kurallari geregi odul aldigim eseri burada yayinlayamiyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Tugba, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |