Benim yaradılışımda fevkalade olan birşey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. - Atatürk |
|
||||||||||
|
İçimi öyle bir sevinç kapladı ki, hemen hazırlanmaya başladım. Elbise dolabımı açıp arkalara saklanmış yazlık pantolonumu çekip aldım, çekmeceyi açıp naftalin kokularına sarınmış yazlıkların arasından en çok beğendiğimi hemen üzerime giyindim. Naftalin kokusunu gidermek için kokular süründüm. İnce montumu da üzerime alıp evin kapısını açtım. Koca kış boyunca ayaklarımı soğuktan koruyan botlarımı elimin tersiyle itip spor ayakkabılarıma uzandım. Her adımımda binlerce kez şükrediyordum, baharı bizlere nasip edene… Ağaçların çiçeğe durduğunu görünce sevincim ikiye katlandı. Şehrimiz renklenmişti. Kaldırım kenarlarına rengârenk çiçekler dikilmişti. Güneşe döndüm yüzümü, “ Ama içimi ısıtamıyorsun daha” dedim. Yüzümde gülücükler açıyordu. Ben adeta uçuyordum. Sonrasında ne mi oldu? Hava bir anda kapandı, güneş kayboldu. Kara bulutlar apansız sarıverdi gökyüzünü ve yağmur bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı. “Bahar yağmuru bu” diyordum içimden ama halime bakılacak olursa avanak ıslatan yağmuru tabirini kullanmak daha doğru kaçıyordu. Otobüs durağına doğru koşmaya başladım. Spor ayakkabım yağmura dayanamamış ve ayaklarım ıslanmıştı. Durağa beş on adım kala da son darbeyi yedim! Kaldırım taşlarının altına biriken su, pantolonumu mahvetmişti… Ben durağa sığındıktan birkaç dakika sonra yağmur dinmiş ve güneş kendini tekrardan göstermeye başlamıştı. “Yalancısın” dedim kafamı kaldırıp, “ Halime bak.” Aklıma annem geldi, eğer şimdi yanımda olsaydı çok üzülür ve aynı derecede kızardı; “Daha yaz geldi mi de sen böyle giyiniyorsun?” demesi kulaklarımda çınlıyor. Of, of. Ama ne yapayım, neredeyse nisan ayının ortalarına geldik ve hala botlarımı bir köşeye kaldıramadım. Sıcaklığın mevsim normallerinin dışında seyretmesini hiç sevmiyorum. Hep bizim yüzümüzden, dünyayı kirlettik, doğal kaynakları tükettik, savaşlar çıkardık, kan döktük. Sonunda küresel ısınma falan diyerek O’da bize patlamış oldu. Bizden sonraki nesil için çok üzgünüm. Keşke onlara daha temiz bir dünya bırakabilseydik. Fakat. Bizden öncekilere de bir o kadar kırgınım ve hakkımı helal etmiyorum. Çünkü dünyayı aldıkları gibi teslim edebilselerdi bize, hiç olmazsa, şimdi zamanı geldiğinde baharın gelişini ve tabiatın canlanmasını gönül rahatlığı ile yaşayabilirdik. Ama nerde! Yol kenarlarına dikilmiş birkaç çiçekçik gördüğümde göbek atasım geliyor. Dedemin anlattığı o eski günleri düşünmek dahi istemiyorum. Penceremin perdesini usul usul havalandıran bir rüzgarı ve pervazlara konana minik serçeleri hiç göremedim. Ben. Ah bahtsız ben, ah talihsiz ben. Acele edip elli yüz yıl kadar önce doğabilseydin, görürdün. “ Teşekkürler” demeyi ihmal etmedim güneşe, “ Hiç olmazsa kurudum” Ne yapacağımı ne yöne gideceğimi bilmiyordum. Sabah evden baharı görebilmek için çıkmıştım. “ En iyisi Gülhane’ye gitmek” diye geçirdim aklımdan ve Beyazıt meydanından Gülhane’ye doğru yürümeye başladım. Çemberlitaş’a geldiğimde içime bir kor daha düştü, biliyor musunuz ben bu Çemberlitaş’ı dünya gözüyle göremedim, onun etrafı hep iskeleyle çevrili ve ne zaman kaldırılacağını bilmiyorum. Dudaklarımı buruşturup yürüdüm. Yine “keşke” diyerek başladım kendi kendime konuşmaya ama sonrasını getirmeden sustum. Tramvay yolunu takip ederek yürüdüm. Önce Sultanahmet Camii’ni sonra Yerebatan Sarnıcı’nı geçtim ve Gülhane’ye ulaştım. Yol her iki yanında mısırcılar, pamuk şekerciler ve kestaneciler vardı. Çiçek satmaya çalışan birkaç kadın âşıkların peşinde dolanıyordu. Ben yanlarından geçerken yüzüme dahi bakmamışlardı. Tek başıma olmam dikkatleri üzerime çekmememi sağlıyordu. Bu iyiydi bir açıdan, ama bir o kadar da insanın içini yakıyordu. Ben sahile doğru yürüdüm. Yol kenarlarında açan çiçekler ne söyleyeyim içimi o kadar rahatlatamamıştı. Biraz önce yağan yağmur sabah ki neşemi alıp götürmüştü. Sarayburnu’nda keyiflenmeye çalışanları gördüm. Bir tanesi beni kendilerine katılmam için davet etti. Gülümseyerek karşılık verdim, reddettim. Burada da çiçek satan kadınların dikkatlerini üzerime çekememiştim. Eminönü’ne doğru yürümeye devam ettim. Yorulmaya başlamıştım. Acıkmıştım. Balık ekmek ne güzel olurdu şimdi, sahil kenarına oturup. Belki de geçmiş zamandan günümüze kalan ender şeylerden biri de bu balıklar, sallanan tekneler üzerinde kızartılıp yarım ekmek içinde yarım soğanla önümüze sunulan ve iştahla yediğimiz. Kılçıklarını elimizle ayırdığımız balıklar. Üsküdar iskelesinin önünden geçerken kokusu burnuma gelmeye başladı. Biraz daha yürüyünce balıkçılar arasında bir seçim yaptım ve Galata Kulesi’ne bakan bir yere oturup balığımı aldım. Ben bu şehri çok seviyorum. Bazı zamanlarda öyle düşüncelere dalıyorum ki, sonunda hangi kıyılara vurduğumu, nerelere ulaştığımı dahi anlayamıyorum. Geçenlerde bir gün uyumak için yatağıma yattığımda aklıma neden toplum içinde bir yerlere gelebilmek, apoletler takabilmek için kişiliğimden ödün verdiğimi düşündüm. Ardından Mevlana’nın meşhur sözü geldi aklıma “ Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün.” Sonrasında ise bocalandım durdum düşünceler denizinde ve sabaha kadar uykusuz kaldım. Öyle ki yapmak istediklerimden vazgeçiyorum ve birilerinin istedikleri şekilde yaşıyorum. Çevremdekilerin hepsi kopyalanmış koyun gibi, geleceklerinin tamamı kurgulanmış; üniversite eğitimi ardından askerlik sonra yüksek lisans sonrasında evlilik ve büyük bir şirkette yöneticilik yapmak. Biz bu idealleri gerçekleştirmek için yetiştirildik. Okulda hocalarımızdan hiçbir zaman göründüğünüz gibi olun sözünü işitmedik, “devir zorlu, ekmek aslanın midesinde patronların gözlerini boyamalısınız, onların istedikleri niteliklerde olmalısınız” şeklide telkinlerini duyduk. Fakat ben denilenleri hiç yapamadım. Balığın kılçıkları boğazıma batıyor. Parmaklarımla kılçıkları çıkarıyorum. Bunu tadı bu şekilde çıkıyor. Çevremdekilerin benden iğrenebileceklerini düşününce gülesim geliyor. Sonra hiç aldırmadan yemeğe devam ediyorum. Ne olduysa sonrasında oldu ve hiç beklenmedik bir zamanda beklenmedik bir arkadaşımı beklenmedik bir şekilde gördüm. Önce ne yapmam gerektiğine karar veremedim. Görmezden gelmek en iyisi olurdu. Fakat ön tarafımdaki masaya oturdu ve balık ekmek yemek aldı. Kafasını çevirip baksa beni görecekti. Ekmeğime baktım hemen bitirip kalkabilir miyim diye, daha yarısına gelmemiştim. Kaçmaya fırsatım olmadı. O etrafına bakınırken beni gördü. Öylece bekledi. Bende ona baktım. Aramızdaki sessizliği hangimiz bozan o oldu. “ Nasılsın?”, bu soruyu asıl sorması gereken bendim. Yüzü pembeleşmişti. “İyiyim” dedim, “Sen?” “ Bende” dedi kısaca. Taburesini masama yaklaştırdı. Yüzümdeki şaşkınlık ifadesini fark etmemesi imkânsızdı. “ Çok mu farklıyım?” diye sorarken gözlerime baktı. “Evet” dedim. “Peki, ne düşünüyorsun?” “Hiçbir şey” dedim, “Sadece şaşkınım.” “Olmadı, yapamadım.” “Peki, neden memlekette?” derken sözümü kesti. “Oradakilere bu durumu nasıl izah edebilirdim. Senin şimdi yaşadığın bu şaşkınlığı orada kaç kişiye yaşatabilirdim.” “Ama” dedim. “Ben iki parçaya ayrıldım. İki farklı karaktere büründüm. Senin tanıdığın, ailemin tanıdığı ben ve buradaki hayatı kovalayan ben arasında fark var.” “Seni anlayamadım, bu şekle girmek zorunda mıydın?” “Yapamadım, olmadı.” Derken aslında her şeyin cevabını da aynı anda veriyordu. “ suçlu ben değilim…” * Evin büyük kızı ikinci çocuğuydum. Babam daha yedi yaşlarımdayken üzerimde hâkimiyet kurmaya başlamıştı. Uzun etekler giyerdim, ablalardan kuran okumayı öğrenirdim. Hanım hanımcık tavırlarım büyüklerim tarafından ilgi görürdü. İlk okulun sonrasında benim için iki tercih vardı. Birincisi kuran kursuna gitmek, ikincisi imam hatip lisesine gitmek. Babam ikincisini uygun gördü ve imam hatip lisesine gittim. Oradan da İstanbul Üniversitesi İlahiyat bölümüne yerleştim. Buraya kadar her şey normaldi. Lise yıllarımda başımı örtüp derslere girebiliyordum. Televizyondan gördüklerimiz ve duyduklarımız üniversitede bu rahatlığın olmadığını ve başımızı açmamız gerektiğini söylüyordu. Bu yaşıma hayatım adına kadar aldığım kararlar benim değil babamındı ve bundan sonrasında da onun fikrini almak benim için zor değildi. Bir gece “Okumalısın kızım” dedi. “ Devir kötü, kimseye muhtaç olmadan kendi ayakların üzerinde durabilmelisin.” ÖSS sınavına girerken açmıştım başımı, ardından kayıtta tekrarladım aynı şeyi ve okulun ilk günü okulun önünde yine yaptım. Bu üç seferde de çok zorlanmıştım. Elimi her başıma götürüşümde ruhum bin parçaya bölünüyor ve ben asalak oluveriyordum. Bütün kimliğimi çantama sokup, onların istediği şekilde Aytmatov’un dediği mankurt gibi, derslere giriyordum. Okuldaki arkadaşlarla konuşmalarımız hep kendimizi teselli etme çabasıydı. Gelecekte iyi işler yapmak, gelecek nesli kurtarmak adına açıyorduk başımızı. Eğer biz bunu yapmazsak birileri bizim yerimize bu sıralarda yer alacak ve geleceğimizi şimdiki zamanımızı şekillendirdikleri gibi yine onlar şekillendirecekti. Buna izin veremezdik. İlk dönemin sonuna geldiğimizde iyice alışmıştım. Ruhumdaki parçalanma azalmıştı. İşin aslı yaptığım şey gayet normal gelmeye başlamıştı. Ardından sınavlar, konferanslar, seminerler derken zaman su gibi akıp geçti ve koca bir yılı bitirip tekrardan baba ocağına tatilimi geçirmek için geldim. Benimle gurur duyuyordu babam, gittiği her yerde övünçle bahsediyordu benden. “Kızım Allah’a şükür dinini de öğrendi, okudu da…” diyordu. Mahallemizdeki küçük çocukları ders vermem için bizim eve gönderiyorlardı. Sonra ikinci yıl başladı. Okul derslerim daha da yoğunlaştı. Hayatımın her alanını okul kaplamıştı. Bu arada başörtüsü ile alakalı önemli değişikler olmuş ve işler daha sıkı tutulmaya başlamıştı. Arkamda ailemin desteği olduğu için ben rahat davranıyordum. Birkaç arkadaşım bu arada artık başlarını açamayacaklarını söyleyip okulu bırakmıştı. Bir gün bir tanesi ile konuşurken, işittiklerim içimi yaraladı; “Yeter artık dayanamıyorum, ne olduğumu anlayabilmiş değilim. Beni olduğum gibi kabul etmeyen bir devletin üniversitesinde zorla okumaya çalışıyorum. Okuduktan sonra ne olacak, çalışma hayatımda da aynı sorunlarla karşılaşmayacak mıyım? Zalimin zulmü bitecek mi? Artık yapamayacağım. Bu yaşıma kadar birilerinin istediği şekilde yaşadım, artık kendi isteklerime önem vereceğim.” Hiçbir cevap veremedim. Yanında ayrılıp eve doğru yürümeye başladım. Yolda insanlar iki farklı görünüyorlardı gözüme ve mutlaka farklı sınıflandırmalar yapıyordum. Kimisini ötekileştiriyor kimisini kendi safıma çekiyordum. Arkadaşımın yerine kendimi koymayı asla düşünmemiştim. Onun kafasında çözemediği sorunları ben çözmüştüm çünkü, benim amaçlarım vardı ve ben o doğrultuda yaşıyordum. Günler haftalar geçti, düşünceler benliğimi iyice kaplamaya başladı. Evin içinde kapalıydım, okulun önüne kadar kapalıydım, okulda açıktım. Kimliklerimdeki fotoğraflarda başım açıktı, düğün nişan gibi törenlerde çekilenlerde kapalıydım. İki kareyi yan yana koyduğumda iki farklı insan gibi görünüyordum. Biliyor musunuz sonra ne yaptım? Üçüncü yılın başında kendi kendime aldığım bir kararla okulun önüne kadar başörtülü gitmemeye başladım. Zor gelmeye başlamıştı. Okulun önünde nasıl olsa açıyordum ve saçlarım görünüyordu. O yüzden evden başı açık çıkmamın bir zararı yoktu. Giyinişim de bu kararım doğrultusunda hafif değişikliklere uğradı. Fakat açıklık getirmem bir konu vardı oda memlekette nasıl davranmam gerektiğiydi? Memlekettekiler benim açık dolaşmama bozulabilirlerdi. Onların yanında kapalı olmalıydım. Hem başörtüsü bana yakışıyor ve güzel de gösteriyordu. Artık bütün sorun hallolmuştu. Memlekete döndüğümde ailemin istediği, içimin rahat ettiği şekildeydim. İstanbul’a geldiğimde devletimin benden istediği gibi oluyordum. Bilmiyorum hangisi daha benimsiydi ama işte ben iki kişilik arasında yaşayıp gidiyordum. Açıkçası bu şekilde daha mutlu yaşıyordum. İlk iki yıl yaşadığım kişilik problemlerine bir çare bulmuşa benziyordum. Nisan ayı gelmişti. Ağaçlar çiçeğe durmuştu. Şehir baharın coşkusunu yaşıyordu. Evde duramadım, kendimi sokağa attım. Önce Taksim’den Karaköy’e yürüdüm. İstiklal’den geçerken yağmur başladı, bir kaffede sıcak bir kahve içtim. Karaköy’e vardığımda Acıktığımı hissettim ve Eminönü’nde balık yemeyi düşündüm. Galata Köprüsü’nden yürüyerek geçtim ve sahildeki bir balıkçıda boş bir yere oturdum. Hafiften bir rüzgar esiyordu. Etrafım kalabalıktı. Nedenini bilmiyorum ama kafamı çevirip arkama baktım ve onu gördüm. Şaşkın şaşkın bana bakıyordu. “Nasılsın?” diye sorarak konuşmaya başladım. Memlekette yıllarca abla diye peşimden koşmuş, beni kapalı olarak bilen komşumuzun oğlunun yüzünde bu şaşkınlığı görmek açıkçası beni pek ilgilendirmedi. Her şeyi oturup anlatabilirdim. Anlattım da. “ Abla iyi de, neden bu ikili hikaye?” “ Ben olduğum gibi görünmek istediğimde onlar kabul etmedi, onların istediği kılığa da ben giremedim. Biliyor musun? bir yanım asıl beni oynarken diğer yanım sahte benliğimi simgeliyor ve ben şimdi burada oturup seninle konuşurken dahi hangi yanımın ağırlığını taşıdığımı bilmiyorum.” Dedim. “peki,” dedi “Sizi çok iyi anlıyorum, daha doğrusu anlamaya çalışıyorum fakat bir sorum olacak?” “Tabi ki sor!” dedim. “ Bu okul bittikten sonra, yaşamınıza nasıl devam edeceksiniz? Yani evlendiğinizde eşinizin karşısına nasıl çıkacaksınız?” “ Biliyor musun, bu konuyu hiç düşünmedim. Şu anki halim sahte benliğimi temsil ediyor demiştim fakat gördüğün bu sahte benlik ruhumu ve bedenimi zapt etti. Kişiliğimi taşımayı ayıplar oldum. Ne isteniyorsa benden onu yaptım, bundan sonrasında da ailem, evleneceğim kişi nasıl olmamı istiyorsa öyle olacağım.” “ Fakat bu sizin hayatınız?” “ Evet haklısın. Oyuncu benim fakat senaryoyu başkaları yazıyor.” Dedim ve belli bir süre sessiz kaldım. Oda konuşmadı. “ Biliyor musun?” dedim. Yüzüme baktı. “ Düşündüğümde, kendimi bir kukla olarak görüyorum ve sanırım hep kukla olarak kalacağım…”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © adem, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |