..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Kitaplarla dolu bir oda, ruhlu bir beden gibidir. -Cicero
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Aşk Romanı > GÜLŞEN NURDOĞDU




3 Mart 2009
1. Bölüm  
Aşk üzerine bir deneme

GÜLŞEN NURDOĞDU


Tolga karlar altındaki köşkün yanan ışıklarına bakarken üşümekten buz kesmiş ellerini nefesiyle ısıtmaya çalıştı. Amcası ile yaptığı görüşmenin ardından öğrendiklerini henüz Sinan’la bile paylaşmamıştı Arkasından yaklaşan ayak seslerini duyduğunda başını çevirdi. Nazlı, üzerinde kalın parkası ve beyaz yün atkısına sarılmış bir halde karşısındaydı. O çok sevdiği kumral saçlar omuzlarına dökülüyordu.


:BIED:

Tolga sırtını yasladığı duvardan uzaklaşıp demir parmaklıklara doğru yürüdü. Etraf bembeyaz bir örtüyle kaplanmıştı, birkaç gün sonra yeni yıla girilecekti. Montunun cebine sakladığı sürpriz hediyesini yokladı, parmakları kadife kutuya değdiğinde heyecandan dizleri titremişti, başındaki yün bereyi düzeltti aceleyle, ardından bakışlarını tekrar ileride ki köşke çevirdi. Asırlık çam ağaçlarıyla çevrili geniş bahçe bu haliyle her zamankinden başka görünüyordu. Karlar altında bir masal eviydi sanki ve masal prensesinin evden çıkmasını bekliyordu. Kendi kendine güldü içinden, heyecanlanmıştı. Öyle ya, bu anın hayalini kim bilir kaç kez kurmuş, kim bilir kaç kez Nazlı’ya evlenme teklif etmişti rüyalarında. Nazlı’nın sevgiyle bakan gözlerini düşünmüştü. Kollarını boynuna sarıp öpüşünü… Onu gördüğü o ilk günden sonra başkasına bakmamış, tüm varlığını ona ve yüreğinde sakladığı bu aşka adamıştı. Mahalledeki dostları gülüyordu bu haline, kimse onu Nazlı’ya yakıştıramadığından olsa gerek, alay ediyorlardı.
Sinan, “Oğlum Nazlı kim sen kimsin, delirdin mi?” diye sormuş, “Kız kapısından bile geçemeyeceğin o köşkte yaşıyor sense burada, kenar bir mahallede” diyerek gülmüştü. Eğer çocukluk arkadaşı olmasa o an bir yumrukta yere sererdi Tolga onu ama tek bir söz bile etmemişti karşısında. “Aşık olmak suç mu?” diye sormuştu yalnızca. “O saydığın şeyler aşka engel mi?” Dönüp arkadaşının yüzüne bakmıştı. “Benim ona duyduğum aşk yüreğimde zengin, onun yüzünü görmek benim için en değerli hazine. Sen beni hor görmeye devam et, sonunda aşkım galip gelecek, göreceksin” demişti heyecanla.
“Hangi aşk?” Sinan oturduğu iskemleden kalkıp Tolga’nın omzunu sarsmıştı. “Uyan oğlum, kızın senin aşkından haberi bile yok!”
“Öğrenecek işte, gidip onunla konuşacağım!” Tolga üniversitenin kantininde dostlarıyla sohbet eden Nazlı’yı düşünmüştü. Nazlı’nın davranışlarından onun da en azından kendisine karşı bir duygu içinde olacağını seziyordu. Telefon numarasını vermişti geçenlerde, sormak istediğin bir şey olursa ara beni demişti. Gerçi hazırlandıkları imtihanla ilgiliydi bu sözleri ama olsun.
“Aşıksan elini tutarsın sevdiğinin, gözlerinin içine bakarsın, bir şeyler paylaşırsın, sohbet edersin oğlum! Kızı koluna takar gezersin, anladın mı?” Sinan hala konuşmaya devam ediyordu.
“Ben aşkın bu söylediklerinden çok daha üstün bir duygu olduğunu düşünüyorum” Sinan’ın gözlerine bakarken çocukça bir gülüşle sırıttı. “Leyla ve Mecnun’un aşkını okudun mu hiç?”
“Peh!” Sinan artık iyice heyecanlanmıştı. “Leyla ve Mecnun aşkı yüzyıllar öncesinde kaldı yahu, artık kimse aşkı öyle yaşamıyor!” Hayret dolu bakışlarını arkadaşına çevirdiğinde, “Nazlı yirmi birinci yüzyılda yaşıyor dostum, ama sen kaçıncı yüz yıla aitsin onu ancak Allah bilir!” diyerek iç çekti. “Vaziyetin hiç hoşuma gitmiyor dostum, hem de hiç haberin olsun. Mehmet Amca hayatta olsa ve senin bu halini görse inan derdine dert katmış olurdun. Üniversitede de burslu okuduğunu unutma! Öyle olmasa şimdi sen de bizim gibi bu kıraathane köşelerinde vakit öldürüyor olurdun. Bu yüzden, ne olur şu kıza takılma, bırak, kendi hayatından kendi çevrenden bir kız bulalım sana onunla yaşa, yola onunla devam et. Öyleleri tencerede kaynayacak aş olmadığında seni kapıya koyar dostum, açlığı bilmeyen cefa çekmeyi bilmez ki. Babası ülkenin en zenginlerinden! Kız tatillerini kah Fransa’da, kah İtalya’da, Venedik’te yahut İspanya’da geçirsin, biz manşetlerden okuyalım onun haberlerini!”
Tolga Sinan’ın sözlerini dinlerken başını öne eğmişti. Yüreğini acıtan sözlerdi bunlar. Kendisi de biliyordu. Ellerini yumruk yaptı avucunun içinde. Öyle de olsa vazgeçmeyecekti. “Sene sonunda mezun oluyorum biliyorsun” dedi. “Hem, geçenlerde amcamla konuştum”
“Amcanla mı konuştun?” Sinan bu kez hayretle donup kalmıştı. “Sen aklını kaçırmış olmasın!” diyerek Tolga’yı yeniden sarstı. “Neriman teyzenin yüreğine iner oğlum, babanın kemiklerini sızlatırsın!”
“Beni ne zamandır arıyordu, biliyorsun” Bakışlarını kayıkhanenin gerisinde, denizin üzerinde parlayan aya çevirdi. “Sen bana kardeşimden kalan tek yadigarsın gibilerinden birkaç söz söyledi telefonda, bilemiyorum, belki babam da hayatta olsa onu artık affederdi”
“Asla affetmezdi! Sizleri bu kenar mahalleye terk eden adamı asla affetmezdi dostum!” Sinan öfkeden çıldırmış gibi baktı yüzüne. “Üzerine düşmez diyeceksin ama birlikte mendil sattığımız, ayakkabı boyadığımız, köprü altlarında su sattığımız günleri düşününce ben affedemiyorum amcanı. Emin ol baban da affetmezdi”
“Yeter artık!” Tolga yerden aldığı çakıl taşını avucuna alıp hırsla denize fırlattı. “Sana ne oluyor anlamıyorum! Kan kardeşimsin diye üzerine gelmiyorum ama beni rahat bırak! Anladın mı?” Artık eve gitme vaktinin geldiğini düşünüyordu. Sinan bu şekilde üzerine gelmeye devam edecek olursa ona zarar vermekten çekindi.
“Tolga bekle lütfen! Tamam, sende haklısın, üzerime vazife değil ama hiç değilse kulağının bir yerinde kalsın, hiç değilse unutmayasın diye konuştum. Seni ne kadar sevdiğimi bilirsin” diye seslendi Sinan. “Üzülmeni istemediğimden konuştum. Tamam, git konuş kızla hatta eğer gerekirse Şeref amca’nın balıkçı dükkanını kapatırız ha, sürpriz bir akşam yemeği hazırlatırım size, ne dersin?”
Tolga yüzünü arkadaşına döndüğünde “Sağ ol, onun da vakti gelecek elbet ama önce yapmam gereken birkaç iş var, onları halledeyim sana haber vereceğim” dedi. “Sonrasında her şeyi sen organize edersin” Birkaç gün sonra da amcasını ziyarete gitmişti.
Tarabya’ da ki villanın bahçesinden içeri girdiğinde neredeyse akşam oluyordu. Kapıda bekleyen korumalar kendisinin geldiğini amcasına haber verdiklerinde tıp ki Nazlı’nın oturduğu evin ihtişamını andıran bu ev karşısında hayrete düşmeden edemedi. Hayat kimileri için kolay, kimileri içinse zordu işte. Babası onurlu bir hayat sürmüştü ama hep fakir yaşamışlardı. Amcası Harun ise tam tersi, lüks içinde geçiriyordu ömrünü. Bahçenin içinde ki mermerden yapılma su çeşmesine baktı. Aslan heykelleri girişin iki tarafını süslüyordu. Bahçenin diğer köşesindeyse bir tanrıça heykeli vardı, tek kolu kırık bir tanrıça… Merdivenleri çıkarken babasına ve annesine karşı kendisini ezik hissetti. Yıllardır bunca varlığın bilincinde olup tek bir kez dahi kapısını çalmadıkları adamın ayağına gelmiş olmak eziyordu kalbini. Kendi kendine bir açıklama bulmaya çalıştı. Kim için, ne için burada olduğuna kendisini ikna etmek zorundaydı. Üniversiteden sonra iş bulmak durumundaydı ancak kolay yoldan para kazanmak değil, bileğinin hakkıyla çalışabilmek istiyordu. Yine de bu bozulmuş düzende arkasında sağlam biri olmadan kimsenin kendisine kapı açmayacağını ve ne yazık ki yine hiç kimsenin onun gibi meteliksiz birine kız vermeyeceğini biliyordu.
“Tolga Bey, bu taraftan lütfen”
Kapıyı açan hizmetkar kız gülümseyerek yüzüne baktığında aklındaki düşüncelerden kurtulup etrafını incelemeye koyuldu. Attığı her adımda adeta donup yerinde kalıyordu. Evin içi müzeden farksızdı. Muhteşem tabloların süslediği duvarlardan yerlere serilmiş el dokuması halılara, altın kaplamalı kristal avizelerden antika biblolara kadar gördüğü her şey kusursuzdu, bir rüya gibiydi. Onca yıl tek bir döşek altında eski püskü battaniyelerde kıvrılarak uyumuş, kömür sobalı evlerinde gaz lambasının ışığında çalışmış, yeri geldiği zaman ocağında yiyecek tek lokma aş bulamamış ve daima zorluk çekmiş bir ana babanın yanında büyümüştü ancak şimdi, kendisiyle kan bağı bulunan amcasının yaşadığı bu ihtişamlı hayata şaşkınlıkla bakıyordu. Bunca yıl boyunca haberdar dahi olmadığı bir hayatta bu üstelik. Anne ve babası asla amcasından bahsetmezdi kendisine. Neredeyse ölü sayacak kadar kaçınırlardı onun varlığından. Bir keresinde anne ve babası arasında geçen tartışmayı anımsayarak hafızasını yokladı. Mutfakta geçen bir tartışmaydı ve o zamanlar neden bahsettiklerini anlayamayacak kadar ufak sayılırdı. Yine de annesinin gözlerinden akan yaşları ve acıyla iç çektiğini çok iyi anımsıyordu. Yokluğa hiç isyan etmeyen annesini böylesini üzen sebebin ne olduğunu hiç anlayamamıştı.
Meşe ağacından yapılma çalışma odasının önüne geldiklerinde genç kadın kapıyı açarak içeri girmesini söyledi. Tolga derin bir nefes alarak omuzlarını dikleştirdikten sonra uzaklaşan kadının ardından baktı bir müddet. İçeriye girmek buraya gelmekten bile zor geliyordu şimdi. Babasına benzeyen gözlerle karşılaştığında üzerinden geçen bir dalgayla sarsıldığını sandı. Uzun boylu ve yapılı adamın heybetli duruşu karşısında titremişti.
“Gel tolga” Amcası çelik grisi gözlerine yansıyan garip bir ışıltıyla yüzüne bakıyordu. Tolga ister istemez gördüğü gözlerden kaçmak için etrafına baktı. Çalışma masasının arkasını kaplayan kütüphane baştan aşağı kadar ciltlenmiş kitap ve ansiklopedilerle donatılmıştı. Birkaç adım daha öne geldiğinde ayağındaki lastik botların parke üzerinde gıcırdayan sesi duyuldu.
“Otur lütfen” Harun Bey masanın önündeki deri koltuğu işaret edip kendisi de karşısına oturdu. Bakışlarını kardeşini anımsatan yüze çevirdiğinde kederli görünüyordu. “Geç kalınmış bir hayata hoş geldin evlat” diyerek tebessüm etti. Yaşı neredeyse yetmiş olmalıydı. “Yılların muhasebesini yapmak niyetinde değilim elbette, buraya gelmiş olman beni yeterince sevindirdi” diyerek arkasına yaslandı.
“Buraya geldiğimi annem bilmiyor” Tolga oturduğu koltukça huzursuzca kıpırdanmıştı. “Doğrusu öğrenecek olursa bundan mutluluk duyacağını da sanmıyorum” diyerek gözlerini kaçırdı. “Neden burada olduğumu bile bilmiyorum”
“Konuşurken karşındaki insanın gözlerinden kaçmamalısın” Harun Bey yeğenine doğru eğildiğinde, “Bu seni güçsüz kılar” dedi. Tolga bakışlarını amcasına çevirmişti. “Tüm o yıllar boyunca neler yaşadığını bilmediğimi sanıyorsun, öyle değil mi?” Koltuğundan kalkıp masasına yürüdü. Çekmecesinden çıkardığı albümü Tolga’ya uzatmıştı. “Bunlar hiç bilmediğin ve tanık olmadığın geçmiş bir hayatın fotoğrafları oğlum. Her ne kadar babanla farklı hayatlar yaşamış olsak ta doğrusu birbirimizden en azından senin düşündüğün şekilde asla kopmadık”
“Ne demek istediğinizi anlayamadım” Tolga titreyen elleriyle albümü açtığında eski bir konak olduğunu düşündüğü ev ve o evin avlusunda çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarla karşılaştı.
“Sandığının aksine son derece varlıklı ve köklü bir aileyiz” Tolga fotoğrafları çevirdikçe yaşadığı fakir hayata anlam veremez oluyordu. “Peki ya babam? Yani bize ne olmuştu? Yıllardır hiç gün yüzü görmeyen annem ve babam neden bir kez olsun bu varlıklı ailenin kapısını çalmadı?” diyerek hayret ve öfkeyle karışık bir ifadeyle amcasına baktı.
“Çünkü baban kendi seçimini yaşadı” Harun Bey bir elini cebine koyarak yeğenine bakmıştı. “Anneni çok sevdi ve tüm ailesini reddetti hatta tüm servetini”
“Anlam veremiyorum” Tolga elindeki albümü kapatıp ayağa kalktı. “Bu fazlasıyla saçma bir hikaye, ben nasıl bir hayat yaşadığımızı gayet iyi biliyorum. Annemin gizli gizli ağladığına çok kez şahit oldum, bence kimin bizi reddettiği açıkça ortada” diyerek amcasına baktı.
“Hayatta herkes hata yapar Tolga. Ben kardeşime sırtımı dönmedim aksine ona daima yardımcı olmak istedim. Ancak öylesine gururluydu ve söylediği söze öylesine bağlıydı ki yaşamı boyunca asla sözünden dönmedi”
“Neydi peki o söz?”
“Yaşadığı müddetçe ailesinden yardım almama sözü elbette” Harun bakışlarını açık duran pencereye çevirdi. “Ancak öldüğü takdirde var olan tüm serveti sana kalacaktı, bu onun sana bıraktığı tek mirastı”
Tolga ellerini yüzüne kapattığında acıyla inledi. “Peki ya annem? Annem bunu biliyor muydu?”
“Elbette. Neriman Mehmet’in arzusunu hep sadık kaldı” Bakışlarını yeniden yeğenine çevirdiğinde “Ona gizliden yardım etme çabalarım bile boşa çıktı açıkçası” dedi. “O da en az baban kadar mağrurdu çünkü. Sana gelince…” Harun birkaç adım öne çıkıp yeğenine doğru yürüdü. “Seni daha küçücük bir çocukken elinde mendil insanların peşinde koşturur gördüğümde beynimden vurulmuşa döndüm adeta. Geceler boyunca gözüme uyku bile girmedi. Ancak bundan ne kardeşimin ne de Neriman’ın haberi olmadığını da biliyordum”
Tolga başını salladığında, “Bunu öğrenmek onları yıkardı sanırım” dedi. “Babamın verdiği harçlık okul masraflarımı karşılayacak durumda değildi ama durumumdan asla şikayet etmedim”
“Biliyorum evlat” Harun yeğeninin omzuna dokunduğunda, “Sende aynı kanı taşıyorsun” dedi. Sesi yeğeniyle gurur duyduğunu ifade etmek istercesine şefkatliydi. “Hayatını kendin kazandın, okumaktan asla vazgeçmedin şimdi ise üniversiteyi tamamlıyorsun ve artık önünde belirsiz bir gelecekte yok!” dedi. “Babandan kalan mirasın dışında burada gözünün gördüğü her şey de sana ait”
Tolga inanamayarak yüzüne bakarken devam etti.
“Ben hiç evlenmedim, ne yazık ki aile hayatım olmadı. Bu nedenle arkamda miras bırakacağım tek varlığım sensin” Dönüp yeniden masasına yürüdü. Bu kez çekmeceden birkaç kalın dosya çıkartmıştı. “Burada sana sakladığım önemli evraklar var, diğerleri kasamda duruyor, ayrıca gerekli tüm bilgileri üniversiteden mezun olur olmaz danışmanlarımdan alacaksın. Onlar seni her konuda yetiştirecek. İhtiyaç duyacağın tüm bilgiler ve daha da fazlası. Yeni hayatına hazırlıklı olsan iyi olur” Bu kez neşeli bir sesle güldüğünde, “Yetmiş yaşına kadar seni bekledim evlat, sanırım artık emekli olmak benim de hakkım” demişti.
Tolga karlar altındaki köşkün yanan ışıklarına bakarken üşümekten buz kesmiş ellerini nefesiyle ısıtmaya çalıştı. Amcası ile yaptığı görüşmenin ardından öğrendiklerini henüz Sinan’la bile paylaşmamıştı Arkasından yaklaşan ayak seslerini duyduğunda başını çevirdi. Nazlı, üzerinde kalın parkası ve beyaz yün atkısına sarılmış bir halde karşısındaydı. O çok sevdiği kumral saçlar omuzlarına dökülüyordu.
“Tolga? Hayırdır, bu saatte neden buradasın merak ettim?” diyerek yüzüne baktı genç kız. “Çağırdım eve de gelmedin?”
“Yok, ben, yani böyle iyi” Üşüdüğünü belli etmemek için ellerini ceplerine sokmuştu genç adam.
“Bizimkiler yeni yıl için seyahat telaşında” Nazlı aceleyle konuşmaya çalışırken gülümsemişti. “Bu yıl nereye gideceklerini tartışırlarken arka kapıdan kaçtım sonunda, peki ya sen? Yani neden buradasın?” diye sorusunu tekrarladı. “Eğer sınavla ilgiliyse…” Cebinden çıkardığı bir tomar kağıdı Tolga’ya uzattı. “Ben de bizim kızlardan aldım. Bu kağıt parçalarında oldukça önemli notlar var, bak istersen” dedi.
Tolga Nazlı’nın uzattığı kağıtları almak için elini uzattığında gülümsüyordu ancak birden donup kaldı. Işığın altında parıldayan taş Nazlı’nın sağ elinin yüzük parmağındaydı ve billur bir kristal parçasını andırıyordu. O an avucunun içinde duran kadife kutuya dokundu acıyla.
“Ne oldu yoksa yanlış bir şey mi söyledim?” Nazlı endişeli gözlerle yüzüne bakarken, “Bir terslik mi var Tolga, rengin soldu” dedi.
Tolga hala konuşamıyordu. Parmaklarının arasında sıktığı kadife kutunun kırıldığını hissetti. “Yok, ben sadece…” Genç kızın uzattığı kağıtları aldı. “Ben sadece, teşekkür ederim diyecektim” Acıdan yanan gözlerini Nazlı’ya çevirdiğinde gülümsemeye çalışıyordu. “Bir de, iyi seneler dileyecektim sana”
“Asıl ben teşekkür ederim, çok düşüncelisin. Sana da mutlu yıllar”
Nazlı geri çekildiğinde Tolga’nın gözünde parlayan yaşı görmedi, genç adam karanlık yola doğru yürüyordu. Kısa bir süre ardından baktı. Onun garip biri olduğunu düşünüyordu, hem çok çekingen hem de fazlasıyla sessizdi. Ne düşündüğünü asla anlayamıyordu, bu akşam da buraya neden geldiğini anlamamıştı. Dönmek üzereyken karların arasında duran karartı ilişti gözüne. Kadife kaplı bir kutuydu ve Tolganın az önce durduğu yerde duruyordu. Eğilip kutuyu eline aldığında bugüne kadar hiç görmediği güzellikte işlenmiş tek taşlı bir yüzüğün kutunun içinde parladığını gördü. Çok şaşırmıştı. “Bekle Tolga!” diye seslendi aceleyle. Ancak yola baktığında genç adamın çoktan gözden kaybolmuş olduğunu gördü. Kar yeniden yağmaya başlamıştı. Bakışlarını ışığın aydınlattığı sokak lambasına çevirip gökyüzünden süzülen kar tanelerini izledi bir süre. İçinde tuhaf bir sızı duyuyordu şimdi. Hiç tanımadığı bir kalbi incitmiş olmanın sızısıydı bu belki de. Üşüyen ellerini bedenine sarıp eve doğru yürüdü. Aklına gelen düşüncelerin gerçek olmamasını diliyordu. Birkaç gün önce Efe ile nişanlanmıştı. Babasına ait şirketler grubunun Ceosuydu genç adam. Son derece başarılı bir iş adamıydı ve parlak bir geleceği olduğunu söyleyen babası onunla gurur duyduğunu sık sık dile getirmekten çekinmiyordu. Köşkün arka kapısına geldiğinde dönüşünü bekleyen Ayşe kapıyı açtı. “İyi ki geldiniz küçük hanım, anneniz az önce sizi sordu” Nazlı üzerine giydiği kalın parkayı ve yün atkıyı çıkarıp Ayşe’ye uzatmıştı. Mutfaktan çıkmadan önce dönüp, “Efe hala içeride değil mi?” diye sordu birden.
“Evet, babanızla çalışma odasındalar küçük hanım”
“Tamam, sağ ol” Öyleyse her şey yolunda demekti. Merdivenleri aceleyle çıkarak odasına yöneldi. Cebine sakladığı yüzüğü ezilmiş kutusuyla birlikte yatağının başucundaki komodine saklayıp odadan çıktı.

Aynı saatlerde Tolga kayıkhanenin gerisinde, sahildeki banklardan birine oturmuş yağan kar altında manzarayı seyrediyordu, yaklaşmakta olan Sinan’ı duymadı.
“Buralarda donarak ölmeyi bekleyen biri olduğunu duydum”
Tolga hiç tepki vermeden “Ya, öyle mi?” diye sordu. “Eşgalini de verdiler mi peki?”
“Valla mecnunu tarif ettiler bana, sana uyar mı?” Sinan neşeli bir sesle kahkaha attı. “Sen sahiden de aşıksın dostum!”
“Ne o, alnımda falan mı yazıyor yoksa? Pazarda satılan meyve sebzeler gibi aşktan bahsediyorsun sen” Tolga bozuk bir sesle devam etti. “Yalnızca aşık değil, koca bir aptalım ben”
“Sonunda anladığına sevindim dostum, bana kalırsa tüm aşıklar az çok sana benziyorlar” Sinan arkadaşının yanına oturduğunda montunun cebinden çıkardığı iki dal sigaradan birini arkadaşına uzattı. “Biraz da kanyağımız var, idare edersin artık. Karaya vurmuş bir gemi gibisin gerçekten, neler oldu? Nazlı’yla mı konuştun yoksa?”
Tolga sigaradan çektiği nefesi üflerken başını salladı. “Daha düne kadar aşkımdan başka hiçbir şeyim yoktu bugünse düşlediğim o aşk dışında her şeye sahibim, ne anlamlı bir hayat, öyle değil mi?”
“Ne saçmalıyorsun sen Allah aşkına? Bizim cepler hala delik, hangi mal varlığıymış bu?” Sinan bu kez de bir yudum aldığı kanyak şişesini uzattı Tolga’ya. “İç bence, iyi gelecek” dedi. .
“Çok yakında tanıdığın en zengin insanlardan bir olacağım” Tolga kanyak şişesinden bir yudum aldığında, “Hatta şu an bile inanamayacağın kadar zenginim ben” diyerek güldü.
Sinan heyecandan ayağa kalkmıştı. “Bak bu kanyağı henüz yeni aldım görüyor musun? Anlayacağın kafam ayık oğlum, istesen de beni oltaya saramazsın! Bu nedenle, doğru düzgün anlat olanları”
“Merak etme, ben çok ciddiyim. Amcam tüm mal varlığını bana bırakıyor” Sinan yeniden banka oturduğunda amcasıyla aralarında geçen konuşmaları anlattı. Genç adam duyduklarına inanamıyordu. “Hayat böyle bir şey galiba” dedi. “Cefasını çekmeden sefası sürülmüyor. Peki, bundan sonra ne olacak sence? Buralarda fazla kalmazsın sen”
Tolga başındaki bereyi çıkartıp üzerine biriken karları temizlediğinde ayağa kalkmıştı. “Hadi önce ısınacak bir yer bulalım kendimize” dedi. Bir elini Sinan’ın omzuna attı; diğer eli ise montunun cebine saatler önce sakladığı o kadife kutuyu aramıştı.
İki arkadaş yağan karın altında eski bir aşk şarkısını mırıldanarak eve dönüş yolunu tuttular.

****




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


GÜLŞEN NURDOĞDU kimdir?

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Etkilendiği Yazarlar:
Paulo Coelho, Gabriel G. Marquez, Frank Mccourt, Can Dündar,


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © GÜLŞEN NURDOĞDU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.