Hayat belki de hiçbir zaman sürprizlerle dolu olmadı, büyük hatalarımızı yada büyük başarılarımızı hayatın karşımıza çıkardığı sürprizler olarak nitelendirdik belki de. Canımızı acıtanları özledik hep, çuvaldızı kıçımıza batırana kadar sevdik onları, yaralarımız kanamaya başlayınca fark ettik, kan kaybettiğimizi ve fark ettiğimizde yaralarımız kapanmaz olmuştu artık. Sonra merhem kılıklı tuzlar girdi yaramızla aramıza, onlarında tuz olduğunu canımız yandığında fark edebilmiştik anca.. velhasıl yaramızla yaşamayı öğrendik..
Başkalarının acıları teselli ediyordu bizi ne garip, acıyı acıyla dindirmek. Şükrettik, ucuz atlattık, beteri de varmış dedik, yada “o da benim gibi” diyerek rahatladık, yalnız değiliz sandık. Oysa hiçbir yara bir başkasının canını yakamazdı. Biz yinede acılarımızı harmanlayıp yakarak yaşadık. Ben ağladığımda mesela göz yaşlarım bir başkasının gözünden akmıyor, yani ıslanan benim yanağım oluyordu, hayatın hangi penceresinden bakarsan bak değişmeyen sadece bu duygu yeryüzünde.. aşk.. Sadece bu duygu bütün dillerde aynı, bütün ırklarda ve bütün coğrafyalarda aynı... bütün evrene parçalanmış, milyonlarca şekle girmiş bu duyguyu acısız ve yarasız yaşamak bu yüzden bu kadar zor olsa gerek... aşk bu dünyadan kaçmaya çalışıyor anlamıyor musunuz? Boşuna koşuyoruz aşkın kılığına girmiş o acımasız sevgilinin peşinden, hani adını aşk koymuştuk ya işte o ta kendisi! yorgun bitkin ve oldukça hırpalanmış bin yıllardır. Ben bıraktım.. adını aşk koymuştum bir zamanlar, canımı acıttı ve gitti!