Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
“2007 Oğuz Atay roman ödülüne layık görülen İhsan Oktay ANAR’ın Suskunlar romanı 17.yüzyıl İstanbul’unu ve çevresini anlatmaktadır. Roman Koca Musa’nın torunları, Veysel Efendi’nin oğulları; Eflatun ve Udi Davut’un etrafında gelişmektedir. Davut, Neva adlı bir kıza âşık olmuştur. Neva’nın annesi Davut’tan kızına musallat olan birinden kızını kurtarmasını ister ve bu kurtuluş Davut’un elindeki ebced hesabıyla yazılmış notalardaki bozukluğu düzeltmesiyle olacaktır. Bu beste Neva’ya âşık olan Asım adında biri tarafından yazılmıştır. Besteyi bozansa Asım’ın kölesi Cüce Efendidir o da Neva’ya âşıktır. Üstelik Asım’ı da o öldürmüştür. Davut besteyi ne zaman çalsa Asım’ın hayaleti çıkagelmektedir. Eflatun ise Asım’ın hayaletinin çıkmasından on yıl kadar önce bir ıslık sesi duymaya başlamıştır. Bu sesi takip için evden çıkıp gitmiştir. Davut ve amcası onu aramış mezarlıkta bulmuştur. Bu birkaç kez tekrarlandığından Eflatun’u 7 yıl boyunca odaya kilitlemişlerdir. Odanın kapısı bir gün açık unutulmuş fakat Eflatun tepki gösterip çıkmamıştır. Bunun üzerine kapıyı kilitlemeye gerek duymazlar. Eflatun ıslık sesini duymaya devam etmektedir üstelik bunun yanı sıra bir ses ona “GEL” diye seslenmektedir. Eflatun evden çıkıp bu sesin peşinden gider. Sonunda Mevlevi Şeyhi İbrahim Efendi’nin bulunduğu yere kadar varır. Şeyh onu geri çevirmez ve Eflatun’u yanına alır. Eflatun çilesini doldurduğunda ney çalmayı öğrenecektir. Şeyh o gün geldiğinde Eflatun’u yanına çağırır ve ona neye üflemesini söyler. Eflatun üflemeye başladığında Şeyh şaşkınlık içerisinde kalır. Eflatun her sesi çıkarabilmektedir. Şeyh ona yıllardır duyduğu ıslığı çalmasını söyler ve Eflatun bu sesi çaldığında Şeyh büyülenir. Bu ney sesinden sonra Eflatun duymaz ve konuşmaz olmuştur. Şeyh boynundaki- Mevleviliğin en üst derecesine erişmişliği bildiren- madalyonunu Eflatun’un boynuna takar. Bunu görenler çok şaşırır. Davut Asım’dan bir türlü kurtulmaz ve Eflatun’un Şeyhine akıl danışmaya karar verir. Şeyh ona bunun aşk değil, nefret bildiren bir beste olduğunu ve Asım’ın böyle bir şey yazmayacağını söyler. Bunu başka birinin değiştirmiş olabileceğini ve bunun düzelmesiyle Asım’ın ruhunun huzura erişeceğini söyler. Davut’un başında bir de canı gibi sevdiği ikiz kardeşi Eflatun’un ölüm tehdidi altında olması derdi vardır. Bütün bunlar Konstantiniye’de hattat ve şair olan ayrıca müzikle yakından ilgilenen III. Ahmet’in tahta geçmesinden sonraki yıllarda yaşanır. Şeyh Davut’a Eflatun’u koruması gereken bir mektup yazar, Şeyh de öldürülmüştür. Eflatun Cüce Efendi tarafından öldürülmek üzere kaçırılır. Davut onları bulur fakat Cüce Efendi Eflatun’u vurmuştur. Davut da Cüce’yi öldürür ardından Davut arkasında birini hisseder ve bunun Batın Efendi olmasını, hayat nefesini Eflatun’a üfleyeceğini düşünür. Omzunda bir el hisseder. Eflatun sapasağlam karşısındadır hayat nefesi ona üflenmiştir. Davut bestedeki aksaklığı bulmuş Neva’nın evinin önünde çalmaya başladığı anda da mavi bir ışık yayılmış ardından Asım’ın ruhu huzura kavuşarak göğe yükselmiştir. Eflatun da Şeyh’in yerinde kahve dövmeye devam etmiş dedeliğe yükselmemiştir.” Suskunlar’a baktığımızda birkaç farklı boyutu bir arada görebiliriz: Mistisizm, Mevlevilik ve neyzenlik, musiki, aşk ve ihanet. Yazar bu temlerin hepsini iç içe koymayı ustalıkla başarmıştır. Bu öğeleri yan öğelerle birleştirerek olayı bize yansıtmıştır. Olay yan ve pek önemli olmayan karakterlerin hikâyelerinin anlatılmasıyla başlıyor. Yazar ayrıca romanda kıssalarla olayı renklendiriyor ve bizi bilgilendiriyor. Romanda mistisizm de bolca yer alıyor. Bunu hem Asım’ın hayaletinin olduğu sayfalarda hem de Eflatun’un sayfalarında görüyoruz. Eflatun’un sürekli duyduğu ıslık sesi ve gel çağrıları buna örnektir. Eflatun’u bir ses sürekli çağırmaktadır. Bu belki kendi iç sesidir. Bunu Ahmet kutsi TECER’in Nerdesin şiirinde de görüyoruz aslında: “Geceleyin bir ses böler uykumu Nerdesin?” Aynı iç sesi Eflatun’da da görüyoruz. Ve bu sesi, sesin sonundaki huzuru Mevlevilikte yakalıyor. Eflatun bize bilgeliği, Davut ise musikiyi, yaşamı simgeliyor. Onların yaşantılarıyla da olay örgüsü oluşuyor. Olay 3.tekil kişili anlatımla aktarılmıştır. Tanrı-bilici bir bakış açısı söz konusudur. Anlatıcı her şeyi önceden bilmekte ve bunu yer yer bize yansıtmaktadır. Bu yansımalarla yazar ilerdeki bölümlere dikkatimizi çekmektedir. Ayrıca romanda İstanbul’dan manzaralarla da karşılaşmaktayız. Hem İstanbul hem de başka anlatımlar için tasvirlere rastlamaktayız. Bu tasvirler yer yer gereksiz uzun bir şekilde aktarılmış ve okuyucunun sıkılmasına sebep olmuştur. Yazarın diline baktığımızda argo kelimelerden felsefi terimlere kadar uzanan geniş bir kelime yelpazesi görmekteyiz. Yalnız bu yelpazenin içinde Türkçe kelimelerin yanı sıra Arapça, Farsça kelimelere de rastlamaktayız. Bu da anlamı güçlendirmektedir. Ayrıca bu kelimeler uzun tasvirlerle, bunlarda uzun cümlelerle birleştiğinde anlamın daha da güçleşmekte olduğu ve okuyucunun romandan koptuğu görülmektedir. “…bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufulevi vüsafası olan ehl-i vukuf füsünkarlarının bezediği o vasi füseyfisada raks ve vüsüb eden vüsema gibi birer üfkuhe idiler. Ama füsüs ki, üflendikçe gönüllerdeki menhus ufünetin üfül olduğu, bu füyüz dolu, tabii bir vüs ve vüs’at taşıyan nefesler, hangi Yusuf-ı kalbinden nasıl hasıl olur diye sanki fusül-ı Erbaa teesüf ediyordu.” Bu tasvirleri ve ağdalı kelimeleri belki romanın bir kusuru olarak görebiliriz lakin her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır sözünü elimize alarak bizim kusur olarak gördüğümüz bu yazımların yazarın üslubunun bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik yazar romanda Mevlevi Şeyhinin ağzından “Kusur benim imzandır.” diyerek romanda kendisinin de kusurlarının olabileceğinin ve bunu mazur görmemiz gerektiğinin sinyalini veriyor. Romanda ayrıca ironilere de rastlamaktayız. Kalın Musa bize gönlü zengin biri olarak tanıtılırken biz onun cimriliğini yazılanlardan anlıyoruz. Hatta onun bu cimriliğine zaman zaman gülüyoruz. Görüldüğü gibi Suskunlar, betimlemeleri, ironileri, kıssaları ve daha bir sürü öğeyi içine alan ve aslında avaz avaz bağıran bir romandır. Yazım tarzı, içerdiği topluluklar, eski kelimeler, kıssalara yer verilmesi doğrultusunda bakıldığında İskender Pala Hocamızın Babil’de ölüm İstanbul’da aşk romanına, Orhan PAMUK’un Benim Adım Kırmızı romanına yaklaştığını söyleyebiliriz. Yalnız hepsinin ağzımızda bıraktığı lezzet ayrı ayrıdır.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © aslınur büyüközelci, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |