Yalnızlık güzel birşey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel birşey olduğunu söylemesi gerekir. -Balzac |
|
||||||||||
|
Vapurun açtığı dalgalara katılmak istedi. Gemiyi belinden aralıklarla saran o katranımsı zinciri sıkıca kavramıştı elleri ama sanki bırakması ufacık bir esintiye bağlıydı. Bırakıverecekti… Öylece… Birbirine sarılmış o kalın kuşağı çözüp kahkahalarla köpüklere karışacaktı. “Soğuk mudur?” diye geçirdi içinden. “Soğuktur tabi ya. Ama şimdikinden daha çok acımaz herhalde canım.” diye düşündü. Siyah kabanından sarkan kuşağı belli belirsiz şakalaşıyordu bacağıyla. Fark etmedi. Yakasını iyice kapattıktan sonra köpükleri izlemeye devam etti. Güneşi işaret edercesine salınan bir martının kanatlarına takıldı sonra gözleri. Gökyüzünde fink atıyorlardı. Birbiri ardında kâh suya yaklaşıp konuverecek gibi ayaklarını sarkıtıyor, kâh vapurla yarışa giriyorlardı bir gayret. Kimi sakindi. Kimi telaşlı. Güneş az sonra şehirden gitmek üzereydi. Bir başka yerde bambaşka hayatlar için doğacaktı belki ama burası için bitmişti işi. Küçücük bir nokta kalıncaya dek izledi onu. Ne sararmıştı gökyüzü, ne de kızıldı. Doğrudan mor bir geceye battı. Gidişi ne kadar da kararlıydı. “Bir ben mi böyle kararsız?” Arkasına baktı. Bir sürü insan dizilmiş bekliyor. Bir sarışına takıldı aklı. Cep telefonu kulağında kıkırdıyordu. Etrafında olup biten acaba hanımefendinin umurunda mıydı? Kendine kızdı yine. Ellerini öfkeyle ceplerine daldırdı. Eteklerinin ucundaki güzelim köpükler artık azalmıştı. Sahildeki beton bloklar boyunca birbiriyle oynaşan ışıklara biraz daha yaklaşmışlardı artık. “Geldik” dedi içinden. Kalabalık olmaya başladı etrafı. Vapur iskeleye yanaşırken betona sürten lastik gıcırtılarına karışan insan kıpırtıları iyiden iyiye yoğunlaştı. Artık iğne atsan yere düşmezdi. Birer ikişer atlamaya başladı yanından insanlar. Yaşlısı, delikanlısı… Boyacı bir velet az kaldı düşecekti. Omzundaki tezgâhı az kaldı suya gömülecekti. “Ahşap merdiveni biran önce atsa da şu adam hayırlısıyla insem ben de!” diye sinirlendi. Az önceki köpüklerle birlikte özgürlük düşü de sona ermişti sanki. Derin bir nefes aldı. Nihayet karşı yakaya geçmişti. Kusursuz bir şovun parçasıymışçasına dikkatli, merdivenin üzerindeki seker adımlarını bir gayret tamamladı. Sanki bir sele kapılmıştı. En ufak bir falsoda sanki fena halde savrulacaktı. Hele kazayla bir dursa! Korktu. Kovalayan varmış gibi peşinde, hızla ilerliyordu. Yarıştaydı adeta. Şaşkın olup kimsenin dikkatini çekmek istemiyordu işte. Herkes gibi yürüyüp gitmeliydi. İskele binasından dışarı çıktığında birden dağıldı ardındaki kalabalık. Rahatlamıştı. Durdu. Arabaların farları gelip geçiyordu önünden. Gece iyice üstüne oturmuştu. Düşük omuzlarını kaldırdı gayri ihtiyari. Yeşil adam yürümeye başladı önündeki direkte. Caddenin karşısını işaret ediyordu sabit adımları. Kalın paltolu cılız bir genç aceleyle omzuna çarpınca irkilerek, adımlarını birbiri ardına sıralamaya başladı. Araçlar birer ikişer kornaya bastılar ama zamanında geçmeyi başarmışlardı. Kaldırım taşlarını süzüyordu gözleri. Gittiğini gören olmuş muydu? O sabah kahvaltısını hazırlamamıştı. Acaba kızmış mıydı? “Bir gün de yemeyiversin kahvaltı. Ölmez ya!” dedi içinden kızarak. Sağ omzunu hafifçe yukarı kaldırır başını sola atardı böyle anlarda. Bir yanı hak verirdi kendine ama diğer taraftan da suçluluk hissederdi. Bir nevi kendini ikna hareketiydi bu. Bir günde acaba kaç kere omuz silkiyordu kendi kendine? “Garip” dedi. “Bu kadar heyecanlanacağımı tahmin etmezdim. Ne kadar da uzun zaman olmuş tek başıma İstanbul’da dolaşmayalı. Alt tarafı Kadıköy meydanına geldim ama kendimi uzaya gitmiş gibi yabancı hissediyorum.” Sabahtan beri kaç uzay gezdiğini kendi de hatırlayamadı. Ne olmuştu da bu kadar kapalı bir hayata kapılmıştı? O değil miydi mutlaka her Cuma akşamı bir yerlere giden, arkadaşlarıyla buluşmadan bir hafta sonu bile geçirmeyen? Ne olmuştu? “Bir de soruyorsun!” diyerek parpalarcasına kendini, ağır ama keskin bir hamlede elini başının önünde şöyle bir savurdu. Ufak bir gülüş çıktı dudaklarından. Şaşırmadı. Hep böyle ironiye alırdı hayatı. Hatalarını görmezden gelmezdi elbet ama değiştiremeyeceği şeyleri kabul etme gücüne hayrandı. “En kralı gelse gene de vazgeçmem” dediği sigarasının çantasında olup olmadığını endişeyle kontrol ettiğinde, kirli sarı bir binaya açılan büyük kara kapının önünde duruyordu. Zile bastı. “Tek bir zil! Ve bir tek isim yok!” İsimsiz kapının otomatına basıldığında omzuyla açmıştı gayri ihtiyari. Ellese kapıyı olmaz mı? Yok, üşümüştü. Ellerini ceplerinden çıkartmadı. Ürkütücü bir sokaktaki ürkütücü kara bir kapıydı bu. Metaldi. Ağırdı. Binadan içeri girer girmez çıplak elleri donmuş bir vaziyette apartmanın ışığını yakacak düğme için tahmin ettiği yere baktı ama bulamadı. Merdivenin başladığı ilk basamağı bulabilmek uğruna mecburen duvarı yokladı. Kırık dökük iki üç düğme yan yanaydı ama hiçbiri çalışmadı. “Bir bu eksik! Nasıl çıkacağım ben şimdi yukarı. Nefret ediyorum karanlıktan. Nefret! Nefret!” Ayakkabısının sivri burnunu sürterek basamağın başlangıcını buldu. Birkaç saniye gözlerini kapattı. Alışır belki diye geçirdi içinden ama nafile. Zifiri karanlıktı. Dördüncü, beşinci adım derken ilk katı çıktı. Çantasında aradığı çakmağı bir türlü bulamamış olmanın yarattığı dayanılmaz sinire tam da yenik düşmek üzereydi ki anahtar, sigara, telefon, cüzdan, ruj derken eline birkaç ay önce Sevil’le gittiği Cafe’den aldığı kibrit ilişti. Kibriti yaka söne bittirdiğinde “boşa konmuş” diye söylendiği girişteki ilk iki merdivenle toplam 18 basamağı da çıkmış ve stresten yüzü gözü kan ter içinde kalmıştı. “Tahmin ettiğim gibi…” diye geçirdi içinden. Dairenin kapısında da isim yoktu. O an tek bildiği, hayatının bu en zor dönemine açılacak olan bu kapının demir parmaklığının ardında bambaşka bir gerçek olacağıydı. Et pembesi parmaklarını avucuna doğru kıvırdı. Tıklamadan önce yine gözlerini kapatmıştı. Ne oluyorsa oluyordu hayatında ve artık izleyicisi olmayacaktı. Nefesini olabildiğine içine doldurdu ki, olur a, içerde bir şekilde kesilirse, yetmeliydi. Adım sesleri iyice yaklaşınca içindeki dehşet tahammül edilemez bir noktaya varınca… “Kimsenin olmadığı yere git” dedi içindeki ses. Düşünceleri artık iyice karışmıştı. “Geri mi dönsem yoksa?” Acele etmeliydi. Arkasını döndü. Vazgeçmişti. Yüzleşmeden geri çekilecekti. Belki de hiçbir şey olmamış gibi yaşamına devam etmeliydi. Eğer o kapının önünde durmaya bile cesareti yoktuysa. “Hangi akla hizmet buraya geldim ben!” Dişlerinin arasında dakikalardır eziyet çeken alt dudağı da artık içindeki kanı salıvermişti. Düşüncelerini toparlamaya çalıştıkça onlar adeta dağılıyordu ortalığa. Kapı açıldı. - Kerem bey evde yoh!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seda Efsun Karamahmutoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |