"...öyküyü yazan bilge, beşinci ya da altıncı göbekten kral torunu olduğumu ortaya çıkaracak şekilde belirleyebilir soyumu." -Cervantes, Don Quijote |
|
||||||||||
|
Zaten hep yaşından büyük davranırdı. Daha küçücük bir çocukken yaşıtları sokakta oyunlar oynarlar, o ise camın kenarında oturur, gökyüzünü seyreder, düşünür ve insanların yaşayışlarını, amaçlarını sorgulardı. Arkadaşları amaçsızca yaşarken onun hep bir amacı vardı. Hayatını dolu dolu yaşamak, hayatın içinde farkedilmek istiyordu. O farklı olmalıydı. Herkes gibi olmamalıydı. Yaşamın içinde kendini kaybetmemeliydi. Sadece yaşamak için yaşayamazdı o. Bazen tek başına dolaşır, insanların arasına karışırdı. Adeta bir nehrin azgın sularına kapılmışcasına yaşamın içinde sürüklenen insan sürüsünün arasına... Etrafında koşuşturan bir sürü insan vardı. Ne için koşturuyorlardı. Amaçları neydi? Belki de amaçları yoktu. Neye hizmet ettiklerini bilmiyorlardı. Ya da ne için yaşadıklarını! Yaşamak için yaşamak diyordu onlar buna... Bazen bir deniz kenarında oturur, saatlerce denizi seyrederdi. Dalgaların kıyıya vuruşunu, kıyıda köpükler oluşturmasını sonra geri çekilip denizin derinliklerine karışmasını izlerdi. Bir gün bir dalganın içinde, bilinmezliği keşfe çıktığını düşlerdi sonra. Derin mavinin içerisinde, engin denizin dibinde ilerlerdi. Milyonlarca balığın ve mercanın arasında, denizin altında renkli bir dünyaya tanık olurdu. Gerçek dünyaya döndüğündeyse kendini iyiden kötü hissederdi. Yaşadıkları...Pek çok insan tanımıştı. Hayatı boyunca karşılaştığı her insana değer vermişti. Çünkü, her insanın başlı başına bir dünya olduğunu düşünürdü. Her insanın değerli olduğunu ve içinde dışarı çıkarılmayı bekleyen bir cevher olduğunu... Ama değer verdiği insanlar hiç de onun düşündüğü gibi değillerdi. Kendi varlıklarına ihanet eden, başlı başına bir değer olan “insan olma” kavramına ihanet eden kişilerdi hepsi... Ne yaptığını bilmeyen, kendini anlayamayan, kendi varoluşunu anlamlandıramayan insanlardı. Onlara acıyarak bakıyordu. Farkında olmadan ömürlerini boşa harcayan ve sahip oldukları değerlerin ellerinden akıp gitmesine izin veren insanlar... Mutsuzlar hatta ne için mutsuz olduklarını bilmeden... Mutsuzluğu kendi elleriyle hazırladıklarını bilmeden... Hava açıktı... Denizin huzur içinde salınan dalgaları hafif bir meltemi taşıyorlardı kıyıya. Derin düşüncelere dalmışken bir sesle irkildi: - Oturabilir miyim? Bir rüyanın içinden çekilir gibi kafasını güçlükle kaldırıp genç adama baktı. - Tabii, dedi. Tabii oturabilirsiniz. Hafifçe yana kaydı. Yandaki banklara gözü kayıverdi. Hepsi boştu. Sonra gözü yine denize takıldı. Martılar, kanatlarını kocaman açarak denizin üzerine sakin bir iniş yapıyorlar ve kocaman pençeleriyle zavallı balıkları kapıveriyorlardı. Bu arada dalgalar kabarmaya başlamıştı. Bir tanesi sertçe kıyıya vurup birkaç damlasını sıçrattı yüzüne. Yanağından aşağı süzülüverdi damla... Birden ayağa fırlayıverdi, kıyıya kadar gitti, kollarını iki yana açtı ve derin bir nefes aldı denizin ruhundan. Sonra yine oturdu banka. Çok ilginçti ki genç adam öylece denize bakıyordu. Acaba niye yanına oturmuştu? O da onun gibi yalnız ve hüzünlü müydü? Sanki neyin var demek istercesine adama doğru döndü. - Hayat, deyiverdi adam birden. Hayat muhteşem mi yoksa berbat mı ona karar veremiyorum! Şaşırmıştı. Hiç tanımadığı yabancı bir adam yanına oturmuş ve ona hayattan bahsediyordu. Anlam verememişti. Ne olduğunu anlamaya çalışırken genç adam devam etti: - Deniz, gökyüzü, ağaçlar, kuşlar... Hepsi, hepsi bizim için, sanki bizim mutlu olmamız için çabalıyor. Mutsuz olduğumuzda hep onların yanına geliyoruz ve huzur buluyoruz. Ama sonra ya sonra...Yine mutsusuz. Bizi mutlu etmek için çabalayan onca şeye rağmen yine mutsusuz... Ne diyeceğini bilemiyordu. O da aynı şeyleri düşünürdü hep. Ve o da hiçbir zaman dünyanın iyi mi yoksa kötü mü bir yer olduğuna karar verememişti. Bu genç adama ne diyebilirdi ki! Henüz kendisi bu soruların cevaplarını bulamamışken... - Belki de bu soruları sormamız için gönderildik buraya, diyebildi. Belki de çelişkileri yaşamamız ve kötülüklerin arasından iyi olanları çekip çıkarabilmemiz için... Genç adam, doğruldu ve ona baktı. - İyilikleri görebilmek için mi başımıza kötü şeyler geliyor. Bunun için mi değer verdiklerimiz bizi aldatıyor. Peki, değer verdiğin bir insanın seni aldatması sana ne gibi bir güzelliğin kapısını açabilir? Derin bir iç çekti ve: - Belki de değer verdiğin insan aslında sana uygun değildir. Ya da sandığın gibi ona değer vermiyorsundur. Sadece yalnızlık duygusundan kurtulmak adına sarılmışsındır ona... Gerçekten değer vermen gereken insan başka bir yerlerdedir ve onu bulman için sana sunulan bir fırsattır bu. Düşünsene, yanlış insanın peşinden yıllarca gittiğini. Belki de bir gün gerçek olanın yanından onu hiç farketmeden geçip gideceksin. İçinde bir sızı hissedeceksin, bir anda ellerin terleyecek... Hastalandığını zannedeceksin. Ama “O” nun yanından geçip gittiğini hiç bilemeyeceksin. Ayrı dünyalarda iki yürek sızısı olarak kalacaksınız sadece. Hüzünlü kalplerinizle mutlu olduğunuzu zannedip öylesine yaşayıp gideceksiniz... Bu daha mı iyi olurdu? Adam, şaşkın ama büyülenmiş bir tavırla: - Hiç böyle düşünmemiştim. Gerçekten de öyle olabilir mi? Ben onu yani değer verdiğimi sandığım kişiyi aslında sevmiyor olabilir miyim? - İnsan bazen duygularına anlam veremez. Sadece hisseder, hissettiğini sanır. Yalnızlık duygusu çoğu zaman insanı bu tip bir çıkmaza sürükler. Ama bu senin suçun değil. İnan çoğu insan böyle çıkmazlara girebiliyor. - Gerçekten öyleyse bu durumdan kurtulmam çok iyi olmuş öyleyse... Biliyor musun? Buraya geldiğimde, neden senin yanına oturduğumu bilemiyorum. Denizi çok severim, sık sık gelir ve uzun uzun seyrederim. Düşünürüm. Bu sefer geldiğimde hayattan bezmiş durumdaydım. Geldiğimde baktım, bütün banklar boş...Bir tek sen burada oturuyorsun. Saçların rüzgarla hafifçe dalgalanıyor, ileride martılar uçuyor ve dalgalar kıyıya vuruyordu. Denizle o kadar bütünleşmiştin ki sanki bir tablo gibi. Yanına oturuverdim. Güldü... - Deniz benim için çok şey ifade eder. Ben de bugün buraya geldiğimde biraz kızgındım. Denize, kuşlara, biz üzgün olsak da hiç istifini bozmadan güneşin ışıklarını bize yollayan gökyüzüne, en çok da insanlara... Sonra, yok dedim. Yok, onların hiçbir suçu yok. Hayat böyle. Hayat, kimi zaman çok şey ifade ederken kimi zaman da oldukça anlamsız. Ama farkettin mi bilmiyorum. Hayata anlam katabilme yeteneği bize verilmiş durumda... Yani aslında dizginleri elimizde, ama biz hüzünlü yaşamların esiri etmişiz kendimizi. Genç adam, saatine baktı ve yüzünü buruşturdu: - Bugün bir arkadaşımın düğünü var ve ben onsuz yani yanımda biri olmadan oraya gitmek istemedim. Arkadaşım bana çok çok kızacak. - Gitmelisin, dedi. Gitmelisin. Hayatta sana destek vermiş, insanları en güzel günlerinde yalnız bırakmamalısın. Adam tereddütle ağzını açtı: - Sen, dedi. Sen kimsin? Adın ne? Aslında adın çok da önemli değil... Yani ben seni bir daha görebilecek miyim? - Bilmem. Hayat bu... Belli mi olur. Belki yine bir gün bir deniz kıyısında karşılaşırız. - Yok, böyle olmayacak. Senden bir şey rica etsem. Benim için yapar mısın? Yani aslında benim için çok şey yaptın... Güldü. Benimle düğüne gelir misin? Bana eşlik eder misin? Biliyorum, birbirimizi tanımıyoruz ama belki de tanıyoruzdur. İkimiz de denize hayranız... - Sana eşlik etmek mi? Bilemiyorum. Yani nasıl olur ki. Ben kimseyi tanımıyorum. Acayip olmaz mı? Hiç tanımadığın birisiyle gitmek! - Dediğin gibi, aslında ben değer verdiğimi sandığım kişiyi hiç tanımıyor muşum. Onunla gitmektense, deniz aşığı biriyle gitmek bana mutluluk verecektir. - Peki ama kıyafetlerim? - Oldukça güzel görünüyorsun. Hatta deniz kızı gibi. Gözleri ışıldadı. Hadi gidelim sonra seni evine ya da nereye istersen bırakırım. Gitmekle gitmemek arasında gidip gelirken yerinden kalkıverdi. Bir taksiye atladılar. Düğün açık havadaydı, kır düğünüydü... Herkes ona bakıyor, kim olduğunu soruyordu. Samimi, sıcak ve neşeli bir düğündü. Damat bir ara yanlarına geldi ve genç adama: - Bizi tanıştırmadın? - A, evet. Bu güzel bayan bir deniz kızı. Beni hayata yeniden bağlayan sihirli bayan. Herkes gülüştü. Onun yüzünde utangaç bir gülümseme vardı. Hiç tanımadığı insanların arasında olmasına rağmen, düğün gayet güzeldi. Masmavi gökyüzünün altında gelin, beyaz bir papatya gibiydi. Herkes çok mutlu gibi görünüyordu. Özellikle de gelinle damat. “Umarım, mutlulukları çok uzun sürer” diye düşündü. - Derin düşüncelere dalmışsın yine. Sadece biraz şarap almaya gitmiştim. Yüzünde muzip bir gülümseme vardı. - Haklısın, gelinle damadı seyrediyordum. - Herkes onlara gıptayla bakıyor. En yakın arkadaşımdır ve çok iyi bir insandır. Gelini pek iyi tanımıyorum ama iyi birine benziyor. Umarım mutlulukları sonsuza dek sürer. Bir an genç adamın gözlerinin içine baktı. Sonsuza dek sürebilecek bir şey var mıydı ki? - Sence sonsuza dek sürebilir mi? - Neden olmasın. Birbirlerine saygı çerçevesinde yaklaştıktan sonra. - Ya sevgileri biterse. Saygı onları sonsuza dek götürür mü? - Bence sevgi bitmez. Bazen eksilir bazen de artar. Ama asla bitmez. Tabii çok büyük bir şey yaşanmazsa... - Bilemiyorum ki. Aslında sevginin yüce bir değer olduğuna ve sonsuza dek süren bir duygu olduğuna inandım hep. Ama yaşadıklarım benim inançlarımı fazlasıyla sarstı Genç adam, onun gözlerinin içine sanki yüreğini okumak ve güzel kadının başından neler geçtiğini anlamak istercesine baktı. Düğün bitiyordu artık herkes dağılmaya başlamıştı. - Biz de çıkalım istersen. - İyi olur. Gelinle damadın yanına gittiler. Onlara mutlu bir yaşam diledikten sonra çıktılar. Deniz kenarında bir süre yürüdüler. Etraf o kadar sessizdi ki... Simsiyah gökyüzüne serpilmiş yıldızlar, denizden gelen hafif meltemle kabaran dalgalar... - Sanırım artık eve gitsem iyi olur. - Tabii, seni bırakabilirim. - Yok, gerek yok. Bir taksiye binebilirim. - Bütün gününü aldım. Sana en azından bunu borçluyum. - Gerçekten çok naziksin. Ama taksiyle gidebilirim. - Peki sen bilirsin. Ama bir daha görüşemeyecek miyiz? Dur, sana kartımı vereyim. Ama lütfen arayı fazla uzatma... Gülümsedi, sonra: - Dünya küçük, nasılsa bir yerlerde yine karşılaşırız. Elini kaldırdı. Hızla gelen taksi fren yaptı. Taksiye atladı. Genç adamın verdiği kart elindeydi. Karta şöyle bir baktı ve gülümsedi. Pencereyi hafifçe araladı ve kartı atıverdi. Belki genç adam için bu anlamsız bir davranış olabilirdi ama onun için oldukça anlamlıydı. Başlarda umut ve sevgi dolu olan kalbi artık yıpranmıştı ve bir acıyı daha kaldıramazdı. Bir kere daha aynı şeyleri yaşamak istemiyordu. Bunun için cesareti yoktu. Yalnızlığını kendi seçmişti ve bundan sonra da yoluna yalnız devam edecekti. Belki de bundan sonra tek aşkı deniz olacaktı. Bir tek o karşılıksız sevebilirdi. Yüreğinde milyonlarca canlıyı barındıran engin deniz...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Figen Kandemir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |