..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yalnızca hava, ışık ve arkadaşın varsa hiç üzülme. -Goethe
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Bireysel > Engin Barış Kalkan




16 Kasım 2007
Yusuf'un Halleri 1  
Engin Barış Kalkan
Çalan saatle uyandı. Pencereden sızan ışık çarptı gözlerine. Günlerin uzadığını düşündü. Bir önceki gün de aynı saatte uyanmıştı. Sanki bu kadar aydınlık değildi. Odasının daha çok güneş alacağına sevindi. Saate baktı. Hala vakti vardı. Yatakta biraz daha kalabilirdi. O geldi aklına. O’nun, yaşadığı bu düzenli hayatı görmediğine bir kez daha üzüldü. Saati öğrenmeye ihtiyaç duyduğu her an olurdu bu. Gözleri buğulandı. Başka şeyler düşünmeye çalıştı. Duvara doğru çevirdi bedenini. Düşüncelerine sırtını döndü. Zaman zaman işe yarardı. Duvardaki rutubet lekelerinden ve sıva çatlaklarından oluşan tesadüfi kompozisyona dalar, zihninde renklendirir, hayali tablolar çizerdi. Bu kez olmadı.


:AIHG:
Çalan saatle uyandı. Pencereden sızan ışık çarptı gözlerine. Günlerin uzadığını düşündü. Bir önceki gün de aynı saatte uyanmıştı. Sanki bu kadar aydınlık değildi. Odasının daha çok güneş alacağına sevindi. Saate baktı. Hala vakti vardı. Yatakta biraz daha kalabilirdi. O geldi aklına. O’nun, yaşadığı bu düzenli hayatı görmediğine bir kez daha üzüldü. Saati öğrenmeye ihtiyaç duyduğu her an olurdu bu. Gözleri buğulandı. Başka şeyler düşünmeye çalıştı. Duvara doğru çevirdi bedenini. Düşüncelerine sırtını döndü. Zaman zaman işe yarardı. Duvardaki rutubet lekelerinden ve sıva çatlaklarından oluşan tesadüfi kompozisyona dalar, zihninde renklendirir, hayali tablolar çizerdi. Bu kez olmadı. Zaten artık kalkmalıydı. Tahta zemine bastığı ayağından bütün vücuduna bir ürperme yayıldı. Her sabah böyle üşürdü. Çıplak ayakları üzerinde tuvalete kadar yürüdü. Ellerini ve yüzünü soğuk suyla yıkadı. Üşümesi arttı. Mutfağa geçti. Küçük tüpün üzerinde duran çaydanlığı temizleyip çay demledi. Odaya dönüp kapıdaki çivilere asılı günlük kıyafetlerini giydi. Hemen yanında duran, özel günlerinde giydiği takıma avucunun içiyle şöyle bir ütü çekip pencereye dayalı masaya yöneldi. Fotoğraf makinesini aldı eline. Bir bezle tozunu alıp filmini kontrol etti. Hala yirmi poz vardı. Yeterliydi. Hemen yanındaki kutuyu açtı. İçi tepeleme fotoğraf doluydu. En üstteki birkaç tanesini aldı. Kısa bir süre dikkatle inceledi. Yüzünü buruşturup kutuya geri koydu. Banyoya geri döndü. Sık ve siyah saçlarını, görüntüsünü aynanın çatlaklarından sakınarak özenle taradı. Ardı ardına iki bardak demli çay yudumladı pencereden dışarıyı seyrederek. Vakit gelmişti. Ahşap kapıyı kuvvetle kapatarak evden çıktı. Apartmanın çıkışında karşı binanın önce en üst katına ardından da zemin katındaki sahafa dikti gözlerini birşeyler aranırcasına. Belli ki bulamadı. Eğdi başını, işe yollandı.

İşinden hoşlandığı da söylenemezdi, hoşlanmadığı da. Yapılması gerekenler ezberindeydi. Makina düzeniyle icra ederdi görevini. Fazladan soru sormaz, çok icap ederse kendisine sorulanları cevaplardı kısacık cümlelerle. Sürmekte olan veya başlayacak matine için sinema bileti kesmek ne kadar zor olabilir, bunun üzerine biletçiye ne sorulabilirdi ki zaten. Fakat soran soruyordu işte. “ Abi, film başlayalı çok oldu mu?” diye sorarlar, Yusuf “ Ben ne bilirim, içerde miyim?” diye cevaplardı. “ Kaçta başladığını da mı bilmezsin be abi?” derler, Yusuf “ Saati mi var oğlum bu bokun, biri biter biri başlar” derdi. Müşterilerinin çoğunu okuldan tüymüş ortaokul, lise talebeleri ve korunaklı bir kabinde duran herhangi birinin önünde eğilmeyi görev bilen fakir fukara takımı oluşturduğundan dilediği kadar diklenebilirdi Yusuf cevap verirken. Aslında sorulan soruların cevaplarını bilmez değildi ama niyeyse böyle karşılık vermeyi daha uygun bulurdu. Bir film biter, çok kısa bir aradan sonra diğeri başlardı. Tek biletle üç film izlenirdi Zafer Sineması’nda. Biri Türk yapımı olmak üzere iki porno ve boktan bir Amerikan macera filmi. Matine üçüncü filmle beraber sonlanırdı. İzleyenler tüm hayatı ve birbirlerini unuturlardı bu üç film boyunca. Götler, memeler; kollar bacaklar havada uçuşur, izleyenlerin ayakları kendi fışkırttıklarıyla yapışırdı bordo renkli halıfleks zemine. Burada ne utanma vardı ne sıkılma. Salona giriş için bir sınır vakit olmadığından Yusuf’un devamlı gişede olması gerekirdi. Filmlerin afişlerine uzun uzun bakıp gidenlere bozulurdu asabı en çok. “Lan filmin yarısı o afişte zaten. Bedava mı getiriyoruz biz bunları? Siktir olun gidin!” diye kovalardı çocukları. Yusuf’u o halde gören filmlerin parasını o ödüyor sanırdı. Aynı davranışta bulunan yetişkinlere ise oflayıp poflamakla yetinirdi.

O gün de hergün gibi geçti. Hafta içi olduğundan sinema durgundu. Gelen az sayıda müşterilerin bir kısmına bilet kesti, bir kısmına kesmedi Yusuf. Kesmediği biletlerin parasını kendine aldı. Cumartesi günü takibe çıkacaktı ve paraya ihtiyacı vardı. Zaman zaman bunu yapar, iki yıldır aynı yerde çalışmasına rağmen tek kuruş zam alamamasının bu davranışı için yeterli sebep olduğunu düşünürdü. Kaldı ki sigortası da yoktu ve en azından Sosyal Sigortalar Kurumu’na yatırılması gereken miktar kadarını almasının en doğal hakkı olduğundan hiç şüphesi yoktu. Sinemada biletleri kontrol etmekle ve yer göstermekle görevli farklı personeller olmadığından bu ücret adaletini sağlamak oldukça kolay oluyordu. Yusuf o gün tam on iki müşteriyi salona biletsiz soktu. Bunlardan üçü durumu farkedip vaziyetten iskonto çıkardılar ama sonuçta biriken miktar Yusuf’u memnun etmeye yetti. İşten çıktığında hava çoktan kararmıştı. Hiçbir yere uğramadan çarçabuk eve gitti. Yarın önemli bir gündü ve hazırlıklarını tamamlaması gerekiyordu.

Evinin bulunduğu sokağa adımını atar atmaz gözleri alışkanlıkla aynı yere dikildi. Işık yanmıyordu. Hemen arkasından sahafa sabitlendi. İçeride bol sakallı yaşlı adamdan başka kimse yoktu. O da kapatmaya hazırlanıyor, camekânın önünde dizili kitap dolu kolileri içeri alıyordu. Eve çıktı Yusuf. Odasını biraz havalandırıp masanın başına geçti. Fotoğraf makinasına bakıp düşlere daldı. Ayıldığında takımını ütületmesi gerektiği geldi aklına. Elbiseyi askısından yakaladığı gibi sokağın başındaki terzide aldı soluğu. Kapanmak üzereyken yetişti.
“Bir ütü çeksen abi ha! İki dakikanı almaz.” diyerek girdi kapıdan içeri.
“Oğlum bunlar gıcır gıcır. Ne ütüsü?” diye karşılık verdi terzi.
“Olsun be Mümtaz Abi! Vur bir ütü. Hem gömlek çok buruşuyor ceketin altında.” diye üsteledi Yusuf.
Zaten yumuşak yüzlü biri olan Terzi Mümtaz hafiften gülümsedi.. Yusuf’u geri çevirmeyeceği belliydi.
“Ceketi ütülemeyelim ama. Astarı bozulur.” uyarısını yaptı sadece.
“Tamamdır abi. Pantolonla gömlek yeter.” diye atıldı Yusuf sevinçle.
Terzi Mümtaz ustalıkla ütülemeye başladı gömlekle pantolonu. O sırada Yusuf da dikimi bitmek üzere olan bir elbiseye takılmıştı. Her köşesini tek tek inceliyor, kendi üzerinde hayal ediyordu. Ahh böyle bir takım alabilseydi! Şahane olurdu. Terzi Mümtaz’ın seslenmesiyle kısa düşünden çıktı.
“Ne zaman geleyim Yusuf?” sorusuyla irkildi. Anlayamadı.
“Nereye abi?” diye sordu bir yandan da hafızasını zorlayarak.
“Sinemaya oğlum, nereye olacak?” diye çıkıştı Terzi Mümtaz tatlı sert.
“Abi aslında en uygun olanı hafta içi gelmen ama dükkânı bırakamam diyorsun. Madem öyle sen haftaya Pazar günü gel. Ben birşeyler ayarlarım.” diyerek cevapladı Yusuf.
“Bir gören eden olmasın oğlum beni orada. Rezil oluruz valla. Bizim buralardan gelen var mı sizin sinemaya?” diye sordu Terzi Mümtaz endişeyle. Yusuf giderdi bu endişeyi.
“Başta çoluk çocuk geliyordu ama kestim ayaklarını abi. Sen rahat ol. İstersen sabah gel, akşama kadar seyret.” dedi gururla.
“O kadar uzun boylu değil. Ben bir bakıp çıkarım. Merakımdan geleceğim zaten. Bir film ya izlerim ya izlemem.” diyerek terslendi Terzi Mümtaz.
“Tamamdır abi. Sen nasıl istersen. Abi, şöyle bir takım bana kaça patlar?” dedi Yusuf gözü hep elbisede.
“Çok tutar be Yusuf. Kumaşı bir para, dikmesi ayrı bir para. Ama biraz sabret, belki ben senin için birşeyler uydururum. Bazan müşteriler fazla fazla getiriyorlar kumaşı. Kalanını da geri almıyorlar çoğunlukla. Pantolonla ceket aynı kumaştan çıkmaz ama uyumlu birşeyler yakalarız belki. Dikimi de benden sana hediye olsun.” dedi Terzi Mümtaz ütüyü gömleğin sırtında gezdirirken.
“Gerçekten yapar mısın be abi?” diye sordu Yusuf. Müthiş sevinmişti.
“Yaparım tabii oğlum. Niye yapmayayım? Hadi şimdi elbiseni al da git. Ben de kapatıp çıkacağım.” diyerek teyit etti vaadini Terzi Mümtaz.
“Eyvallah Mümtaz Abi! Çok sağ ol.” deyip fırladı Yusuf elinde jilet gibi takımıyla.
Sevinç nefesini tıkadı Yusuf’un. Birileriyle paylaşmak istedi ama tanıdık birine rastlayamadı. Koca sokağı iki adımda geçti sanki. Bir çırpıda tırmandı apartmanın tüm merdivenlerini. Elbisesini yerine asıp yatağına uzandı. Düşüne düşleye uyuyakaldı.

Sabah çok erken uyandı Yusuf. Bu satte evden çıkmak olmazdı. Cadde bomboş olurdu. Takip edilmeye uygun birini bulmanın zorluğunun yanısıra bir de caddenin kalabalıklaşmasını beklemek için bir yerde oturması gerekecekti. Bu da hesaplanmamış bir masraf anlamına gelirdi. Mutfağa gitti. Bir önceki sabah demlediği çayın altını yaktı. Bakkala gidip yarım ekmeğin arasına salam ve kaşar koydurup geldi. Masasına oturup bir yandan gününü planlayıp bir yandan kahvaltısını yaptı. Çay biraz acı geldi ama idare etti. Yemeyi bitirdiğinde canı müthiş sigara istedi. Her zaman içmezdi ama böyle zamanlarda; sabahları karnını iyice doyurduğu ve alkol aldığı zamanlarda sigarasız yapamazdı ki bu iki keyfi de pek sık yaşayamazdı. Bir koşu bir paket sigara alıp geldi. Yaktı bir tane. Çayla beraber keyifle tüttürdü.

Üzerindeki eşofmanı çıkardı. Önce beyaz gömleğini giydi ağır ağır. Sonra pantolonunu geçirdi bacaklarına. Yatağın altındaki kutudan siyah kunduralarını çıkardı, kadife bir bezle iyice parlattıktan sonra taktı ayaklarına. Son olarak ceketini attı omuzlarına. Geniş omuzları zorluyordu her iki yandan ceketi. Aynanın karşısına geçti. Avucuna aldığı briyantini özenle yaydı saçlarına. Aldı tarağını eline. Geriye yatırdı saçlarını. Koyu yeşil gözleri ışıldadı parlak siyah saçlarının altında. Yarım adım gerileyip oradan baktı kendine. Biraz sağ biraz sol yapıp önce yanlışı sonra eksiği keşfetti. Gömleğinden bir düğme daha açtı. Çeketinin iç cebinden kolyesini çıkarıp taktı boynuna. Gişeden tırtıkladığı paraları diğerlerine ilave edip ceketinin iç cebine koydu. Nüfus cüzdanını da diğer cebe. Makineyi aldı masadan. Herşey tamamdı artık. Çekti kapıyı, çıktı.

Yusuf alımlı adamdı esasında. İş günlerinde paspal kılığıyla kalabalıkta silinip giderdi ama bu siyahların içinde bir bakan dönüp bir daha bakmadan edemezdi buralarda. Mahallenin kızları camlardan ıslıklarla verirlerdi birbirlerini bu haberi. Hepsi pencerelere üşüşür, Yusuf’un gayrıresmi geçitini izlerlerdi. Yusuf biraz da bunu bildiğinden ağırdan alırdı sokak faslını. Her gördüğüyle ayaküstü birkaç dakika takılır, bir yandan da göz ucuyla kendisine açılan pencereleri çakardı zihnine. Hiçbirini ayırt etmez, hepsine inceden bir bakış gönderirdi. Başka bir adam olurdu. Ne yürüyüşü, ne bakışı, ne konuşması benzerdi herzamanki haline. Kendine güvenir, önem verirdi. O günlerden bir tanesiydi bu da.

Sokak kapısından dışarı adımını atarken çatık kaşlarının altından karşı binanın üst katına odakladı yeşilleri Yusuf. Lanet camlar yine kapalıydı. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigaranın hemen yanından tiz bir ‘siktir’ fırlattı. Ne vardı camda olsaydı? Hem bu da neydi böyle? Hiç mi evde olmazdı bu kadın? Sahafa baktı. Sakallı vardı sadece. Omuzlarını hüzünle indirdi hafiften. Neden sonra topladı kendini. Dikleşti iyice. Bastığı yerler kütürdüyordu o yürüdükçe. Bir yere veya birine bakacaksa yüzünü dönmeden yandan yandan bakıyordu. Verilen selamları kafasını azıcık eğerek ağırbaşlılıkla alıyor kimseyle konuşmak için durmuyordu. Pencerelere doluşanlara da dönüp bakmadı bu defa. Elinde makinasıyla sert sert yürüdü sokağın sonuna kadar. Kente karıştı. Burada Yusuf’un ışıltısı biraz şiddetini yitirse de katiyen tamamen sönmezdi. Adımlarını hızlandırdı. Caddenin başındaki meydana gelince durdu. Yığınla insan aşağı yukarı durmaksızın akıyordu. Küçüldükçe küçüldü Yusuf, ufacık kaldı. O afili hali artık çok uzaktaydı ondan; kendi sokağında, çöplüğünde kalmıştı. Karıştı kalabalığa.

Yusuf bu takiplere yaklaşık bir yıl önce başlamıştı. Mekân olarak kentin en kalabalık caddesini tercih ederdi. Başka caddelerde de çokça iz sürmüştü fakat hiçbirinden araç trafiğine kapalı, binlerce ve çeşit çeşit insanın günün neredeyse her saatinde- sabahın erken saatleri hariç- hıncahınç doldurduğu bu caddeden aldığı verimi alamamıştı. Yusuf’un bu elverişli caddeye herhangi bir araca ihtiyaç duymaksızın yürüyerek gidebiliyor oluşu burasını iyice vazgeçilmez kılıyordu. Bu takiplerin maksadı tanrının işine çomak sokmak olarak özetlenebilirdi. Bir tek ve sabit bir hayatı yaşıyor olmak Yusuf’u küçüklüğünden beri rahatsız ederdi. Hem başka yaşamlara imrenerek bakar hem de kendi yaşamından vazgeçemezdi. Hayatını birden fazla yaşamı aynı anda yürüterek çeşitlendirmesi düşünülemezdi elbette. Ama en azından farklı koşullarda nasıl biri olabileceğinin izini sürebilir, yaşamını yapacağı keşifler ışığında türevlendirebilirdi. Pek çok yöntem denemiş ve nihayet en başarılı olanını bulmuştu. Yapması gereken; tercihleri kendi tercihleriyle çakışan veya en azından benzeşen, tamamen farklı koşullarda farklı bir statüyle yaşayan birini bulmak ve gözlemlemekten ibaretti. Bu da hem kendisinin hem de benzerinin benimseyeceği öğeler bulmayı gerektiriyordu. Bir mağazaya girer, bir ürün beğenir, pusuya yatardı Yusuf bu maksatla. Çok zaman çuvalladığı, seçtiği şeye hiç kimsenin yaklaşmadığı olmuştu. Böyle zamanlarda ya başka bir ürün belirler ya da seçtiği ürünlerin sayısını arttırırdı Yusuf. Bu müdehale çoğunlukla başarılı olur ve takip başlardı. Bundan sonra yapması gereken bu şahsın gün içinde yapacağı diğer tercihleri gözleyip değerlendirmekti. Artık benzeri seçecek, Yusuf ise ya tasdik edip takibi sürdürecek ya da boynunu büküp en başa dönecekti. Aradığı şahıs, tanrının olmasına izin vermediği diğer Yusuflardan biriydi işte. Yusuf’un başka bir ömürdeki izdüşümü. Buydu aradığı. Yusuf bunu yaparken durumun uygun olduğu zamanlarda peşine takıldığı kişinin fotoğraflarını da çeker, tab ettirdikten sonra uzun uzun incelerdi. Kaç yıllık olduğunu kendisinin bile bilmediği Porst Reflex’ine hala bir flaş makinesi alamadığından fotoğrafları akşam çökmeden ya da yeterince aydınlık bir ortamda çekmesi gerekiyordu. Mercekteki çatlağın fotoğrafların sağ alt köşesine ince bir yarık olarak aksetmesi, kalan kısmındaki görüntüde herhangi bir tahribata sebebiyet vermemesi ise tamamen Yusuf’un şansıydı.

Kalabalığı yara yara ilerledi. Birilerine çarpmadan yol almak neredeyse imkânsızdı. Daha sıkı tutmaya başladı Porst’u düşürmekten korkarak. Sağından solundan geçen insanların yüzlerine bakmaya çalışıyordu yetişebildiği kadar. Çok zayıf bir olasılık da olsa aradığını bu yolla bulabilirdi. Bugüne kadar hiç olmamıştı. Bugün de olmadı. İlerlemeye devam etti. Sağ kolda onlarca insanın girip çıktığı bir pasaj çekti dikkatini. Daldı içine. Pasajın hemen girişinde sağlı sollu raflara yüzlerce müzik CD’si diziliydi. Fakat bunlarla ilgilenen çok fazla insan yoktu. Kalabalığın asıl kaynağı daha içerideki kafe ve eğlence merkeziydi. Orayı da görmek istedi. Yavaş adımlarla içeri seğirtti. Hiçbir Yusuf’un bu curcunada bulunmayacağına kanaat getirip gerisin geri caddeye attı kendini. Sele karışıp aktı aşağılara. Büyükçe bir kitapçı gördü. Şansını burada denemeye karar verdi. Kitapçının kapısını açtığı anda saygıyla buyur edildi içeriye. Bu yaklaşım Yusuf’u biraz telaşlandırdı. Çünkü karşılamayı böylesine sıcak yapan yerlerin görevlilerinin müşterinin dibinden bir an olsun ayrılmadığını tecrübeleriyle biliyordu. Çok kısa bir süre sonra teleşının yersiz olduğu çıktı meydana. Kimse eşlik etmedi Yusuf’a o rafların önünde turlarken. Koskoca mağazada kendisinin dışında üç kişi daha vardı ve bunların bir tanesi kadındı. Her üçü de ne aradığını bilir tavırlarla bazı kitapları karıştırıyorlardı. Yusuf da onlar gibi kararlı görünmeliydi eğer benzerini burada arayacaksa. Fakat gerek duymadı. Üç kişinin biri zaten kadındı ve diğer ikisini de Yusuf olmaya pek layık görmedi. Kaldı ki dükkâna pek giren çıkan da yoktu ve birkaç dakika sonra dikkat çekmeye başlayacaktı. Çalışanlara iyi günler dileyip çıktı dışarı. Cadde boyunca onlarca mağaza vardı kıyafet satan. Onlardan birine daldı bu kez. Şaşkın şaşkın dört bir yana asılı kıyafetlere baktı. Birçoğu çok küçük ve çok parlak renkli şeylerdi. Yusuf’un nazarında bezden ibarettiler. Satış görevlisi bir bayan yanaştı.
“Kız arkadaşınız için mi bakıyorsunuz beyefendi?” diye sordu Yusuf’a. Yusuf yanlış bir şey yaparken yakalanmış gibi utandı.
“Hayır, kendim için.” dedi çekingenlikle.
“O zaman sizi üst kata alalım efendim. Erkek reyonumuz üst katta.” dedi görevli bir yandan da eliyle merdivenleri göstererek.
Üst kata çıktı Yusuf. Tuhaf kıyafetlerle doluydu her taraf. Tam kendini dışarı atacakken bir başka satış görevlisine yakalandı.
“Buyurun beyefedi, nasıl bir şey bakmıştınız?” sorusuna cevap bulmakta sıkıntı çekti.
“Ben birine bakıyordum, yani bir şeye, takıma. Evet, takım elbise bakmak istiyorum.” dedi.
“Tabii ki efendim” deyip çeşit çeşit takımlar döktü Yusuf’un önüne görevli. Yusuf bakmıyordu bile bu elbiselere.


Hemen bir bahane bulup sıvışmalıydı Yusuf. Satıcı çıkardıkça çıkarıyordu pantolonları ve ceketleri. Yusuf ise çoğunlukla alışveriş halindeki insanlara, arada bir de göz ucuyla gencin önerdiği ceketlere, pantolonlara bakıyordu.
“ Bunlar benim istediğim gibi değil. Zahmet verdim, teşekkür ederim.” diyebildi nihayet Yusuf. Görevli cevap vermedi. Yusuf hızla terketti mağazayı. Bugünkü macera beklediğinden daha zor geçiyordu. Biraz soluklanmalı, düşünmeliydi. Yürüdü, yürüdü. Ara sokaklardan birine girdi. Sırtı terden sırılsıklam olmuştu. Girdiği sokak ana caddeye paralel küçük bir caddeye bağlanıyordu. Oraya döndü. Buradaki dükkânlar çok daha sade ve tenhaydı. Bir sahaf da vardı aralarında. Sahafın camının önünde durdu. İçeride düzgün giyimli bir adam raflardan kitaplar çekip çekip inceliyor, zaman zaman da sinekkaydı traşlı dükkân sahibiyle birşeyler konuşuyordu. Evinin karşısındaki sahaf geldi aklına. Sahafın bulunduğu yapının üst katlarına baktı istem dışı. Hiç benzemiyordu hergün gördüğüne. Ani bir kararla dükkândan içeri girdi. Ne dükkân sahibi ne de müşterisi dönüp baktılar girene. Yusuf’un çok hoşuna gitti bu durum. Boydan boya kitaplarla kaplı duvarlardan birini seçti. Önünde kitaplara bakar gibi gezinip Yusuf namzetini incelemeye koyuldu. Adam tüm günü burada geçirecekmiş gibiydi. Çok mutlu görünüyordu. Yusuf da raflardan ismini beğendiği bir kitabı çekip aldı. Adamın yaptıklarını yapmaya çalıştı. Kitabın önce kapağını inceledi sonra arkasını. İlk sayfasını açtı. Birkaç cümle okudu. Okuduğu cümleler beyninin içinde tur atıyordu Yusuf’un. Yeterince parası olsaydı kesinlikle alırdı bu kitabı. Namzet de Yusuf’un bulunduğu yere doğru yaklaşınca Yusuf kitabı bırakıp başka bir duvara doğru yürüdü. Bir kitap aldı eline yalandan. Evirdi çevirdi. İşte o anda fevkalade bir şey oldu. Düzgün kılıklı, üzerinde Yusuf’un parmak izi bulunan kitabı çekti raftan. İncemeye koyuldu. Derken okumaya başladı. Dakikalar Yusuf’un sırtındaki ter gibi akıyor, Öteki Yusuf okumaya devam ediyordu. Bütün kitabı bitireceğinden korkmaya başladı Yusuf. Tam da o sırada adam kitabı kapatıp eli cebinde dükkân sahibine doğru yürümeye başladı. Takip başlıyordu artık. Yusuf kendini biraz daha tanıyacaktı. Hemen dışarı çıkıp bir kuytuya tünedi. Biraz sonra da Öteki Yusuf çıktı dışarı elinde yeni aldığı kitabıyla. Gün başladı.

Öteki Yusuf arka sokaklardan devam etti yoluna. Ana caddeye hiç çıkmadı. Bir büfeye uğrayıp bir paket sigara aldı. Yusuf bu durağan anı kaçırmadı tabii ki. Hemen bir fotoğraf çekti. Kendi sigarası geldi aklına. Bir tane çıkardı. Yakacakken vazgeçti. Öteki yaktı bir tane. Kitap hala elindeydi. Boynuna çapraz asılı çantaya koymadı nedense. Karşısına çıkan sokaktan yukarı döndü elinde sigara ve çantayla adam. Caddeye çıkacaklarını sandı Yusuf. Öyle olmadı. Küçük bir meyhaneye daldı adam. Yusuf duraksadı. Girip girmemekte tereddüt etti. Meyhanenin içi bomboştu. Sandalyeler masaların üzerinde ters çevrilmiş, hazırlıklar henüz tamamlanmamıştı. Öteki Yusuf meyhaneciyle selamlaştıktan sonra cam kenarındaki masadan bir sandalyeyi indirip oturdu. Yusuf da girmek istiyordu ama karnı açtı. Boş mideye içki içmek olmazdı. Yemeği de meyhanede yemeye kalksa parası yetmezdi. Süratle ana caddeye çıktı. Bir simitçi buldu. İki tane simit alıp kocaman lokmalarla indirdi midesine. Karnı tıka basa dolmuştu. Geri döndü. Girdi meyhaneye. Hala tek başınaydı adamı. Cam kenarındaki masalardan bir diğerine de Yusuf oturdu. Öteki Yusuf bol meze eşliğinde rakısını içiyor az önce sahaftan aldığı kitabı okuyordu. Bir otuzbeşlik duruyordu masasında. Meyhaneci yanaştı Yusuf’a. Ne istediğini sordu. Yusuf da bir duble rakı ve yoğurt istedi. Buna parası rahatlıkla yeterdi. Öteki rakısını büyük yudumlarla gırtlağından akıtıp bol bol meze tüketirken Yusuf tadımlık yudumlarla, çatal ucu yoğurtlarla idareye uğraşıyordu. Bir aralık bir fotoğraf daha çekti. Ortam çok aydınlık değildi ama adamın oturduğu masaya Porst’a yetecek kadar güneş vuruyordu. Adam şişenin yarısını henüz devirmişken hesabı istediğinde Yusuf ikinci dublesinin ortalarındaydı. Rakı güvenini arttırmıştı. Artık daha soğukkanlıydı. Öteki dışarı adımını atar atmaz Yusuf kalan rakısını bir yudumda indirdi midesine, Porst’u alıp kalktı, borcunu ödeyip çıktı.

Caddeye çıkana kadar on metre kadar gerisinden takip etti benzerini Yusuf. Caddede ise bu aralığa onlarca insan doluşup görüşü engellediğinden biraz daha yakınlaştı. Adam telaşsız adımlarla çevresine bakına bakına ilerliyordu meydana doğru. Acelesi yoktu anlaşılan. Yusuf’un çalıştığı sinemaya benzemeyen bir sinemanın önünde durup afişlere baktı. Yoluna devam etti ardından. Hala elinde taşıdığı kitabı çantasına koydu. Bir çiçekçiye uğradı. Elinde kan kırmızısı karanfillerle çıktı. Kitap, meyhane ve rakının ardından kırmızı karanfiller de tam puan aldı Yusuf’tan. Saatine baktı Öteki. Adımlarını hızlandırdı. Meydana doğru gidiyordu. Vardığında etrafına bakındı belli belirsiz bir heyecanla. Sabırsızlanmaya başladığı her halinden belliydi. Çiçeği ne şekilde tutacağına bir türlü karar veremiyor, bir baş aşağı sarkıtıyor, bir göğsünün hizasında dik tutuyor, bir arkasına saklıyordu. Bir türlü rahat edemiyordu. Son derece güzel, son derece beyaz ve son derece kumral bir kadın bu halini sevimli bulmuşçasına gülümseyerek Öteki’ne doğru yürüyordu. O da fark etti kadını. Karşılıklı bakışıp birbirlerine gülümsüyorlardı. Yusuf bu sahneyi adamının sadece birkaç adım gerisinden gözlüyordu. “ Olmaz” diye mırıldandı sessizce, “Bu olmaz”. Bu ince belli, iri memeli kadın işi bozuyordu. Aralarındaki mesafe kısaldıkça kısalıyor, Yusuf ise gerçekleşmek üzere buluşmanın hayal kırıklığını yaşıyordu. Kadınla Öteki kavuştular. Birbirlerine sarıldıkları anda Yusuf bitti yanlarında. Kadına kolundan yakalayıp öteye fırlattı. Kadın elinde taze kırmızı karanfillerle Yusuf’a bakakaldı öylece. Öteki de ilk anda şaşkınlıktan ne yapacağını ne tepki vereceğini bilemedi. Yusuf Öteki’ne dönüp:
“Bu olmaz, herşeyi bozuyorsun.” diyerek çıkıştı. Öteki:
“Ne saçmalıyorsun sen be adam? Ne olmaz? Kimsin sen?” diye bağırarak karşılık verdi. Yusuf:
“Bu kadın olmaz diyorum sana. Sen ne biçim Yusufsun? Baksana şunun suratına? Küçücük bir pürüz bile yok. Oysaki sol yanağında boydan boya bir yara izi olmalı. Bunu bilmiyor olamazsın.” derken kadının yüzünü çenesinden tutup biraz da sıkarak Ötekine doğru yaklaştırmaya çalıştı. Bu anda artık Öteki söyleyecek birşey bulamadı. Zaten aramadı da. Bir eliyle Yusuf’un boğazına sarılıp diğeriyle de suratının tam ortasını sarsıcı bir yumruk indirdi. Biraz sendeleyip yere düştü Yusuf.
“Ne yarası, ne Yusuf’u? Defol git manyak herif!” diye gürledi Öteki. Herşey bu kadar iyi giderken bu son tercihin hadiseyi berbat etmesine izin veremezdi Yusuf. Yerden kalktı. Kadının üzerine doğru atıldı. Ulaşamadan yakaladı Öteki Yusuf’u. Bir öncekinden daha sert bir yumruk daha indirdi Yusuf’un suratına. Fena devrildi Yusuf. Yüzüstü uzandı yerde. Porst da elinden düşmüş birkaç metre öteye sürüklenmişti. Boğazına birşeyler takıldı. Öksürdü mü kustu mu, kendi de bilemedi. Ağzından kan boşaldı yere. Karanfillerden daha kırmızı kan kapladı beton zemini. Kan birikintisinin içinde küçük beyaz bir şey gördü. Bir dişi kırılıp dökülmüştü ağzından. Aldı yerden. Avucunda sıktı. Tüm bunlar olurken Ötekine bağırmayı, hesap sormayı da ihmal etmiyordu.
“Madem öyle, sahafta niye o kitabı seçtin? Niye o meyhaneye gittin? Niye kırmızı karanfiller aldın? Sen Yusuf değilsen tüm bunları niye yaptın?” diye sayıyordu gerekçelerini uzandığı yerden. Son anda herşeyin bozulmasına müsade edemezdi. Tüm gücünü toplayıp tekrar kalktı yerden. Çok öfkeliydi. Madem Öteki illa ki bu kadını istiyordu. Olsundu. Ama bu haliyle değil. Yusuf tekrar kadının üzerine atıldı, Öteki de Yusuf’un üzerine. Kıvrak bir manevrayla sıyrıldı Yusuf Öteki’nden. Kadını alaşağı etti. Öteki de yetişmiş Yusuf’u belinden kavramış kadının üzerinden kaldırmaya çalışıyordu. Yusuf avucunda sıktığı dişini sapladı kadının sol yanağına çenesine doğru kanırtarak indirdi. Kadının da yüzü kan içinde kaldı. Yusuf vücuduna inen tekmelere yumruklara rağmen doğruldu. Öteki, Yusuf’u öldürmeye çalışıyor gibiydi. Yusuf’un tek maksadı burdan uzaklaşmaktı artık. Hayata bir Yusuf daha eklemişti sonunda. Porst’u kaptı yerden.Var gücüyle koşmaya başladı Öteki Yusuf’un elinden kurtulup. Hiç durmadan koşuyordu. Caddeler sokaklar ayağının altından kayıyor, geride kalıyordu. Nihayet kendi sokağına ulaştı. Yavaşladı, yürümeye başladı. Terzi Mümtaz seslendi arkasından.
“Yusuf gel oğlum, nefis bir siyah kumaş geçti elime avantadan. Ölçünü alıp dikeyim. Gel buraya” dedi. Yusuf oralı olmadı, devam etti.

Terzi Mümtaz konuşmaya devam ediyordu. Apartmanının önüne geldi. Tam girecekken döndü. Karşı binanın en üst katına baktı önce, sonra da ümitsizce sahafa. Bir sigara yaktı yere bakarak. Ağız dolusu dumanı çekti ciğerlerine. İyi geldi. Damağında hala kan tadı vardı. Kırılan dişinden oluşan boşluk hava ile temas ettikçe sızım sızım sızlıyordu. Kaldırdı kafasını. Bir siktir çekti karşı apartmana, sokağa, caddeye, kente bütün cesaretiyle. Döndü arkasını gitti.

25 mayıs 2007



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın bireysel kümesinde bulunan diğer yazıları...
Her Gün Gibi Bir Gün
Ölü Monologlar


Engin Barış Kalkan kimdir?

okuyanın zihninde uyanan benim için de uygundur.

Etkilendiği Yazarlar:
oğuz atay, vedat türkali, murat gülsoy, ayfer tunç, sabahattin ali, attila ilhan, demir özlü, nedim gürsel jerzy kosinski, charles bukowski...


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Engin Barış Kalkan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.