Dünyada birbirinin eşi ne iki görüş vardır, ne iki saç kılı, ne de iki tohum. -Montaigne |
|
||||||||||
|
-Başlama gene! -Hayır dinle bak, anlamakta zorlandığımız çoğu durumu açıklıyor. Tamamen doğal seleksiyon üzerine kurulu herşey. -Dinlemek istemiyorum. Üstün’le Yaşar’ın konuşması kulağı sağır eden bir fren sesiyle kesildi. Sesin geldiği tarafa döndüklerinde, ki belki bir saniye bile sürmemiştir, bir şeyin havada uçtuğunu gördüler. İlk bakışta patates dolu bir çuval gibi görünen bu şey saniyeler içinde şekil aldı, insan biçimine büründü ve yere düştü. Fren sesinden sonra fark edilen ilk ses de bu yere çarpmanın tok sesiydi. Yankılanmayan, olduğu gibi, ham ve katı bir sesti bu. Yaşar daha sonra bu olayı düşünürken hep bu ses gelecekti aklına. İki arkadaş aylardır görüşemiyordu (veya görüşmüyordu mu demeli?) ve bir Pazar günü için sözleşip, Bebek’te öğrencilik zamanlarında gittikleri kafede buluştular. Bu iki arkadaş buluşmaya gelirken ne düşünüyorlardı bilemeyiz. Farklı yollardan geliyorlardı ama gördükleri ortak şeyler de vardı şüphesiz. Örneğin gökyüzünün bulutlu olması aynıydı. Sokaklar aşağı yukarı aynı derecede kalabalık, yerler aynı derecede pis, insanlar benzer vb. Bu iki durumun iki farklı zihinde, eski arkadaş olmalarına rağmen, uyandırdığı kimyasal tepkimeler ise tamamen farklıydı. Biri gökyüzünün kapalı olmasını seviyor, buluşmak için güzel bir gün diye düşünüyordu. Daha az insan olsa daha güzel olurdu kesinlikle ama İstanbul’da yaşamanın da diyetleri vardı. Diğeri havanın kapalı olmasından hiç hoşlanmamış, evden çıkarken buluşmayı iptal etmeyi bile düşünmüştü. Son görüşmelerinin üzerinden geçen zaman buluşmayı iptal edememe eşiğini fazlasıyla aştığından, ufak, şanssız bir düşünce filizi olarak kaldı bu fikir. Neyse ki insanlar dışarıda diye düşündü. Kalabalığı severdi. Farklı yüzlerin hepsi farklı tertipti. Her bir yüz olası milyonlarca tertibin sadece biriydi. Bu fikir onu şaşırttığı gibi mutlu ediyordu. Biri yürüyerek diğeri arabasıyla, İstanbul’un bulutlu gökyüzünün altından, pis sokakların içinden ve yürüyen, yere tüküren, konuşan, söven, gülen, dilenen insanların arasından aynı yere bir iki dakika arayla ulaştılar. Karşılaşmaları beklenen derecede samimi oldu. Kucaklaştılar, bir iki küfür de olmuş olmalı, sevgiyi belli eden küfürler... Dışarıda, yolun kenarında bir masa seçtiler ve ilk oturan denize sırtını dönerek oturdu. Böylece diğeri her zaman beğendiği bu Boğaz görüntüsünü; geçen gemileri, karşı kıyıdaki yalıları ve ağaçları paylaşmak zorunda kalmayacağına sevindi. Neler konuştular, ne kadar süre geçti, ne sipariş verdiler pek önemli değil. Konuşmanın bir yerinde konu ne okuduklarına geldi. Arkadaşlardan biri antropolojiye merak sardığını söyledi. Darwin ‘in Türlerin Türeyişi’ni okuduğunu ve daha önce ufak tohumları bulunan düşüncelerinin geliştiğini söyledi. İnsanlar neden şişmanlıyordu, hatta artık şişmanlayamayacak kadar şişmandı? Çünkü genetik kodları fırsat bulduklarında olabildiğince yiyip yağ depolamaları gerektiğini söylüyordu. Çok değil daha elli yıl önce gıda bulmak önemli bir sorundu. Bu nedenle ne kadar çok yağ depolayabilirseniz yaşama şansınız ve dolayısıyla üreme şansınız o kadar artacaktı. Diğer arkadaşın buna itirazları oldu. Ona göre insan genlerine mahkum bir yaratık değil, bilinçli, düşünebilen ve iradesi olan bir yaratıktı. Tartışma örneklerle sürüp gitti. Arada sessizlikler oldu ve bu molalar bir tarafın örnek bulup, ki bu örnekler gittikçe saçma olmaya başlıyordu, karşı tarafın düşüncesini çürütmeye uğraşmasıyla sonlanıyordu. İşte sonunda başta belirtilen dört söz ağızlardan döküldü. “Dinlemek istemiyorum” lafı ağızdan çıktığında ses dalgaları haline geldi, havada gittikçe zayıfladı, dağıldı ve karşıdan karşıya geçmekte olan yaşlı adamın kulaklarına ulaştı. Ses o kadar zayıftı ki, adamın kulağındaki sinirler bu sesi gerekli sinyallere çeviremedi. Çevirseydi de pek bir şey değişmezdi belki. Bu adamın bu andan sonra ilk duyduğu ses fren sesi oldu. Ardından adam için sonsuz karanlık geldi. Yaşar ilk birkaç saniyenin ardından içinde bulunduğu rüyamsı halden sıyrıldı. Başta arabanın şoförü, insanlar koşarak yaşlı adamın çevresine geldiler ve bakmaya, konuşmaya başladılar. Bu anda Yaşar’ın aklına doktor olduğu geldi ve kafenin alçak duvarından atlayıp kalabalığın en dış halkasına ulaştı. “Açılın, ben doktorum.” diyerek kalabalığı yardı ve kanlar içinde yatan yaşlı adama ulaştığında, yaşlı adam onu bekliyormuş ve geldiğinde “Ne iyi ettin, hoş geldin” diyecekmiş gibi hissetti ve hatta “Tamam, işte geldim” dedi. Hemen nabzına baktı ve kalbinin artık işlemediğini anladı. Üzerinde eski, kareli, mavi bir gömlek, tozlu bir pantolon, ayağında ise beyaz çoraplar ve bir telik vardı. Elindeki balık tutmak için kullanacağı kurşunu sıkı sıkı tutmuştu. Yaşar, kalabalığa kalp masajına yardım edecek birini bulabilmek için seslendi. En ön sıralardan, durumla oldukça tezat oluşturacak şekilde, mayolu, ıslak bir genç yapabileceğini söyledi. Yaşar, yaşlı adamın göğüs kafesinin üç parmak altına belli aralıklarla bastırırken başta bir şey düşünmüyordu. Zihni tamamen boştu. Sonra adamın ne kadar zayıf olduğunu düşündü. Derisinin altı neredeyse görünüyordu. Biraz zorlasa kalbini görebileceğini bile düşündü. Belli bir süre geçince tekrar nabza baktı. Değişen bir şey olmamıştı. Belki 10 dakika, veya daha fazla bu durum böyle sürdü. Yaşar başta adamı düşünürken sonra kendi kendini düşünür buldu. Hayatını düşünüyordu. Sevgilisi aklına geldi, hatta itiraf etmesi zor olsa da sevgilisi orada olsa kendisiyle ne kadar övüneceğini düşündü. Adamın öldüğüne ne zaman karar verdi bilmesi güç ama ambulansın geldiği an karar için bir ivme oldu. Görevliler, yalnızca yarım saat önce yaşayan ve tek derdi kurşunu bir an önce misinasının ucuna takmak olan bu adamı sedyeye koyarlarken Yaşar adamın yüzüne bakıyordu. Adam sanki her an canlanıp “Nereye gidiyoruz?” diyecekmiş gibi geldi ve bu sırada sırtında bir el hissetti. Üstün’le bu olayın ardından pek konuşmadılar, konuştukları kısmın da bizim için pek önemi yok. Olayın tatsızlığı buluşmalarının erkenden sonlanmasına neden olurken, Yaşar vedalaşıp evine doğru yürümeye başladı. Kafeden çıkıp sağa dönünce tam önünde bir terlik gördü. Bu, yaşlı adamın yalnız kalmış terliğiydi. Bir an düşündü. Terlik ona terkedilmiş bir kedi yavrusu gibi göründü. Eline aldı, yanındaki gazetenin içine koydu ve evin yolunu tuttu. Akşam terliği gazete kağıdından çıkarırken arkadaşına tekrar sinirlendi. Bu yaşlı adamın genetik koddan oluşan bir et yığını olması ihtimali onu hem kızdırıyor hem de üzüyordu. Terlikle balkona çıktı, sallanan koltuğuna oturdu ve kararmakta olan gökyüzüne bakıp düşüncelere daldı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ö. K., 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |