Müzik söylenemeyeni, ama sessiz de kalınamayanı anlatıyor. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Biraz durdum. Bilerek ve isteyerek havayı nemlendiriyorduk eminim. Bu ağırlık gerekiyor muydu o an bilmiyorum ama, bunun kutsallaşması, bir törene dönmesi şarttı sanki. En çok olan, tek olan şeydeydim: O’nun varolduğu yerde... Çiğnemek, ezmek değil, yürümek gerekiyordu ağırca... Eşyalarını anlatamıyorum; hepsi, gördüğüm gibiydi işte. Yine anlamak için ancak, O’nun ruhuyla bakabilmek gerekirdi, ve bunu da şu an ancak ben yapabilirim. Anlatmak ise, istediğim kadar da istemediğim bir durum!... Daha öncesine takılıyor aklım, basitçe. Gözüm o yüzden, ilk kez paylaşılacak eşyalar arıyor. Biliyorum bana dair şeyler asılı olan o mantar panoyu bulacak gözlerim ve sözleri gerçek olacak; gecelerinde bana ait yanlarını göreceğim. Ama yine basitçe, mantar panodaki deliklerin çokluğuna takılacağım belki de...- ve evet, içimde bırakamayacak, iki kişi kalmamızı engelleyip, dudak bükmesine, “tatlım! yapma lütfen” demesine neden olacağım. Belki de yeniden, bir aşk istediğini, benim bir araç olduğumu, düşünüyorum. Ve hemen ardından, çoğumuz için – ve aşk için – bunun böyle olduğunu bildiğimi de düşünerek, geçip gidiyorum, bu düşünceden... Ama hala kapıdayım; bu kalma süremi uzatmak için... “lütfen biraz daha burada durmama izin ver, bunları yazacağım” diyorum içimden... F geliyor aklıma...içimi acıttığı zamanlarda anlattıkları... Odasına gelen adamın, duvarlardaki aşkını kaldırmasını istemesi, beni unutturmak için; hatırlıyorum."O’nu böyle unutamazsın” demiş olmasını, birinin çıkıp beni “O” yapmasını... Şimdi ben haklı mıyım O’nun duvarlarında başka bir “O” bulmaya başlamak için aklımı basitleştirmekte, hem de daha yeni, şimdi iki olacakken üçten başlamakla. Gördüğüm öğrenimin bolca indirgeme hesabı içermesinden mi bu çoğaltım, derslerdeki yılgınlığımdan öç alırcasına... Hem şimdi bana da ilk kez söylenmiyor bu sözler, evet... O sormuyor bak... sormuyordu...Ten ve etin farklı şeyler olduğunu, taşıdığının ten olduğunu söylemişti geçen gece, arabanın soğuk içinde, inmeden önce, evine yürümeden... Cinsellikten kendini soğutan dokunmalardan konuşurken; tam da ben O’na bir kadına dokunurken hissettiklerimi söyleyecektim!... O’nun sözlerinin ardından bunları konuşmam, yine, belki evet, bak bu da beni becerene dek romantizm rüzgarlarında paltosunu uçuşturuyor, dedirtecekti. Kaldım öylece. Oysa elini tutarken, ta ruhunun karanlıklarına uzandığımı, içimin titrediğini anlatabilecek bir rahatlık bulmaya çalışıyordum haftalardır...Bu odaya ancak çok özel olursam, aşk olursa ve kendine dokundurmaya izin verecekse gelebileceğimi biliyordum. Hiç perdeleri açılmayan, basit bir çıplak akkor telli lambanın ışınlarıyla kutsallaştırabildiği bu yoğun odaya güneşten önce girebilmenin, buna izin verilmiş biri olmanın ağır sorumluluğuyla iyice küçüldüm işte bu kapıda. Artık bu odaya ulaşmalıyım... İlk düşündüğüm, o hep “temas halinde olma” içgüdüsüyle, yine öpmek oldu. Sevdiğim karanlıkta, sevdiğim müziğin dalgaları arasında görünen iki nesnenin vücutları, aralarında o dalgaları öldürsünler diye, belinden tutup çektim kendime. Şımarmasına fırsat bırakmadan o soğuk ve yumuşak dudaklarından öptüm. Gerçekten bir aşk birçok aşktan oluşuyormuş ki ben, ilklerde olamayacak kadar bir heyecanla dokundum O’na. Kimseyle paylaşamayacağı yatağına baktım sonra. Ölü dalgalar, açılan bedenlerimiz arasından dökülürken anlattığı renklere baktım, turuncusuna... Hep siyah sevmişliğimizi, maviden öteye geçemediğimizi hatırladım; gitar sesini, dar giysileri, uzun saçları, gümüşleri sevenleri, “yirmi yedisinde ölmezsem bir daha ölmem” diyenleri... Şimdi, renkli eldivenler giyen, turuncu bir yatakta yalın yalnızlığına sarılan, sapsarı saçlı, masmavi gözlü bir kız...”seni tanımak istiyorum” dediğinde, ve “herkesle yatılıyor ama herkesle konuşulmuyor” dediğindeki şaşkınlığım bitmiyor. Elimi tutarken, başparmağını ulaşabildiği heryerde dolaştırmasının ne olduğunu biliyorum; biliyorum, ağrıdığını söylediği kürek kemiklerine, dokunmak istersem eğer bunu engellemeyeceğini... ama her sözüyle benzerliklerimize dokunuşuyla, ellerime kelepçeler vuruluyor. Bunu yenmek için şimdi, şimdi bu eşyalara dokunmalıyım. Onları nasıl da büyüttüğünü anlamamak mümkün mü; artık olmayan odamda ben de böyle büyütmedim mi!... Eşyalarımın nasıl bir özerkliğe itildiğini ben’ce, yüklendikleri kişiliklere insanların saygı göstermelerini isteyecek kadar ileri gittiğimi biliyorum. Sadece benim olursa ancak okuyabildiğim kitapları, yolculuklarımda tüketmek için evden çıkardığımda, üşümesinler diye, kirlenmesinler diye giydirmiyor muyum... Arkadaşlarımın dokunmasına izin verdiğim için kırık kapakları, yırtık kapakları olanları dışında, yıllara rağmen, vitrine koysan satılabilecek kadar temiz kasetlerim yok mu benim... elbette anlıyorum O’nu... ve bu karşılıklı iletişim benzerliğimiz bizim birbirimize dokunmamızı “ağırlaştırıyor”. Bu bir hız değil, hızdan bağımsız bir süreç... Artık gerçekten ulaşmalıyım... Ben, düzenli bir insanım ama insanların o dayanamadığım karışıklıklarından arınmış, karmaşıklıklarına saygım var. O’nun elleri bu kadar güzelse, ben o elleri tuttuğumda sevişmiş kadar mutlu olabiliyorsam – demek ki sevişince mutlu oluyorum! - , tüm ruhu ellerime sığacak kadar büyükse işte - ki belki de bazen güzel cümleleri, ellerimi hep ağzımda dolaştırdığımdan kurabiliyorum - O, evet, sadece karmaşık, en çok... “bak bu işte sana bahsettiğim...”le başlayan onlarca cümlenin tüketilmesi, benim onaylamam, beğenmem, gülmem, “canım” dememle geçecek dakikalar başlayacak birazdan. Bu arada, elini bırakmıyorum. İki elini de kullanması gerektiği zamanlarda koluna, saçlarına, bacaklarına, omuzuna... mutlaka dokunuyorum. Bazen beni bile rahatsız ediyor ki bu durum, açıklıyorum O’na, dayanılmaz bir haz aldığımı, bu durumdan; “tatlım...”diyor ve öpüyor beni. Ben de aynı an’da O’nu... Dışardan gören biri bizim öpüştüğümüzü sanıyor, biz bu iki ruhun, birbirinin bahçelerinde dolaşmasına, mevsim öyle istiyor diye sarı yaprakların arasında koşmasına izin veriyoruz; onlar da öyle yapıyorlar. Yoksa, dudaklar ayrıldığında hissedilen o bir anlık oksijen yetersizliği başka birşeyden değil... Yanımda getirdiğim şarkıyı sese dönüştürüyorum hemen. Az önce ölen dalgalar yerden kalkıp dansediyorlar. Odanın iki ayrı ucu denecek iki noktada duruyoruz. Resimler, fotoğraflar...hayat parçaları canlanıyor içimde. Hani her şarkının bir mekanı olmalı, diyorum şimdi; Temel olan şu: her kitabın, her yazılan sözün bir şarkısı olmalı. Ben bunu yazsam birgün, bu yaşadıklarımı, okurken dinleyin diye bir de şarkılarımı veririm mutlaka... bu şarkı bir daha dinlenmeli...diye başa sarıyorum... Yürüyor...saçlarımı hafifçe okşayarak, oda içinde ikinci bir nokta buluyor, iki uç oluşturabilecek, aramızda... Okul yıllarında, gaz sobasının yetmediği soğuk, nemli İstanbul gecelerinde yüzümü taşıyamayan duvarlar geliyor aklıma. Zamanın durmadığı fotoğraflar, beklemek istemezlerdi duvarlarda, o güzel şarkıları taşıyan dalgaların rüzgarlarına bırakmak isterlermiş gibi kendilerini... sanki benim yerime intihar etmek isterlermiş gibi... Şimdi ben de bu, yabancılığını yitirmeye başlayan artık, benden renk alan duvarlara dokunmak için kalkıyorum... Birini mora, birini siyaha boyamasını isteyebilirim; diğer ikisi yok, hiç olmadı. Kendim için de bulamadım renklerin üçüncüsünü. Bana sorarsa eğer, diğerleri peki, onlar ne olacak diye, benimkilerin yoktu, senin de olmasın diyebilirim... Sırtıma bedeninin sıcaklığına alıp, duvara çekiyorum katil bedenlerimizi. Kollarımızı, temas yüzeyini olabildiğince geniş tutarak birleştiriyorum. Yüzey büyüdükçe basınç azalır ya, fazla artmasın bu ağırlık diye... Başım ağrımaya başladı. Zaten hiç içemediğim kahveden, O verdi, O içiyor diye, yüzümü ekşiterek bir yudum alıyorum. Gülüyor sevmeyişime, eliyle saçlarımı okşarken, beni şımartırken, kendisine dokunamaz yaparken... Tutup öpüyorum o pürüzsüz teni; içim ürperiyor... Oturup konuşmaya başlıyoruz nihayet, ve ben bunca şeyi bu kısa zamanda nasıl aklımdan geçirdim diye şaşırıyorum, yine kısa bir an, ve yine bunca yoğun kendime dokunduktan sonra nasıl olup da bunlardan hiç etkilenmemiş gibi, el şakalarına başlıyorum: O’nu çimdikliyorum, saçlarını karıştırıyorum, bacaklarına vuruyorum, itiyorum yatağına: tam ruhunun ortasına, turuncu...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ATAKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |