Paul'un Peter hakkında söyledikleri, Peter'den çok Paul'u tanımamızı sağlar -Spinoza |
|
||||||||||
|
Batı Anadolu kıyılarından birinde, bir kasaba; “Ocağımız sönmesin,” diyen ve küçük küçük yuvaların çalılarla beslendiği, çocukların sevgiyle büyütüleceği, umutlarının yeşereceği, bütünüyle geleceğe kucak aşmış, bu dostluğu yaşatırcasına kuşların, kuzuların, çiçeklerin de bu orkestrada bütüne koştuğu ve nasırlı ellerin hayat çizgilerinde konakladığı, büyüdüğü ve anıların fısıldaştığı bir yer… Ne pastoral bir duygu ! Bu duyguların yoğunluğu ile Metin, her zamanki gibi yaşamını ayaklarının önünde sürükleyerek, dışarı çıktı. Kapıyı henüz kapatmamıştı; fakat merdiven basamaklarına ulaşmadan gerisin geri döndü. Bir şeyler unutmuştu-bir şeyler hatırladı. Kapının aralığından yalnızlığını paylaştığı, diğerlerine rağmen, pek başı bulutlara değmeyen bir ev olsa da; ama dostunu onurla konuk etmekten aldığı lezzeti, buram buram yüreğinden etrafına serpiştiren ve onun her gelişinde, “ İyi ki varsın,” duygularını baharlara inat, bahar gibi yaşayan evine, tekrar girdi… Henüz günün yorgun savaşçı namzetliğini üstlenmemişti, yine de halinden çok yorgun olduğu belliydi, kesik ifadelerle bir şeyler mırıldandı: -Nasıl gidermeliyim bu kahredici yorgunluğu? Nasıl kaygısız, nasıl vurdum duymaz olmalıyım ? Ne olursa olsun koşup sana gelirim.. Sen benim için ayrı bir dünyasın. Belki herkesin evi öyledir.Ama; sen başkasın, sen yanağında hüznün gizemiyle fasılasız tebessümler sunan duman bakışlı çirkin kız gibisin. Ve Sen….. Masaya doğru yürüdü. Unuttuğu ve sonradan hatırladığı karalamaları, çocuğun biberonuna sarılışı gibi kavrayarak, ellerinin içerisine gömdü.Yorgun girişine rağmen, kendini sokağın kollarına attı. Kaldırımlar üzerinde oynayan çocukların misketini “Her zamanki gibi karşılıklı bir oyundu bu,”çalarak, adımlarını biraz daha büyüttü. Çocuklar alışmış olmalı ki; fakat hiç biri peşinden koşmamış, Metin ağabey!!! avazını patlatmamışlardı. Sokakta ilerlemesini sürdürüyor, düşüncelerini; havasını soluduğu mahallenin taşına, toprağına karıştırıyordu. Birbiriyle, güzellikte yarışır evlerin simalarını seyrediyor, onlara söz atmadan duramıyordu. - Nazlı kızlar gibisiniz.Böyle güzel, böyle gayet düzgün, böyle kaliteli olmanızı neye borçluyuz? Şüphesiz, eski olmanız sizi hala süslü olmaktan alıkoyamamış. Çok iyi biliyordu ki; bu sabah da güneş, taze ve güleç yüzlü bir halde doğmuştu. Bulutlar kaplasa da etrafını, güneşe dönüktü yüzü. O yürürken, genç bir adam kesti yolunu. Elinde bir boya sandığı vardı.Yokluk, ciğerine tak demiş ki; bu koca adam, küçük bir boya sandığıyla geziyor, bir eliyle de boya sandığını göstererek, cılız ve kaçamak sesiyle yüreklere iniyordu. -Boyayalım mı abi ? Bak, parlasın da kirlenmiş dünyamıza aydınlık olsun. -Peki ! Bu yüreğimi çizen sözü ne yapabilirim ki… -Olsun abi ! Bak para da istemem. Yeter ki boyayım abi. Ben abi. Ben var ya ben, abi! -Evet sen? -Şu koskoca Dünya’da yer bulamadım abi. -Herkese var da, sana neden yok ? - Yok abi , öyle deme. Bak gücenirim sonra. Dünya’ya sarıldığım ipi kopardım, ya da kopardılar abi. Gel, sen boş ver beni, ayakkabılarını kaldırımlarda gülümset abi.. Metin adamı anladı. Ses çıkarmadı. Duvara yaslandı… Ayaklarını uzattı. -Tek tek abi. Metin, bu kocaman adamı saran kaçamak bir tebessümle, -Buna da peki, dedi. Boyacı, sanatını bilen , ilmik ilmik işleyen bir adam dikkati ve sessizliğiyle ayakkabılara ışık verdi. Ancak, bu koca adam, alışılmışın aksine para istemiyordu. Metinle aralarında kısa bir konuşma daha geçti. Boyacı,”Olmaz, diyordu , Benim prensiplerim var.” Adam, geleneksel para alma usulünü bozmakta ısrar ediyordu. -Sen paranı koy cebine abi; ama yüreğine değil, cebine koy abi. Metin , izlemeye başladı boyacıyı. -Bayramların hazzına varamadım, bayramları yaşamadım. Yavaş yavaş duygu denizine düşmüştü. Boyacı devam etti. -Eğer siz de bu hazdan uzak kalmak istemiyorsanız, çocukların saçlarını okşayın abi. İşte sizin borcunuz bu olsun…. Metin, başını evet dermiş gibi öne eğdi ve ağır ağır sokağın içlerine süzüldü… İnsanların seyrekleştiği ve hep bu geliş gidişlerinde, evinin sokağa hakim penceresinde kaldırımları kollayan Nazander teyzenin, uzaklarda asılı kalmış bakışına yakalandı. Oradan her geçişinde, bu yaşlı kadının penceresi önünden; ince bıyıklı, bastonunu sektirerek yürüyen, püsküllü feslerini kaşlarının üstüne indirmiş zarif beyefendileri ve Nazander’in, onlara mendilini bırakışını hayal ederdi. -Rica etsem mendilimi bana tekrar lütfeder misiniz? İpek işlemeler bir türlü elime dost olamadılar da, rica etsem… Aynı nezakete matuf bu beyefendiler; ona, ince adımlarla yaklaşırlar selam verirlerdi. -Ne demek hanımefendi ! Bu bana bahşettiğiniz bir lütuftur. Rica ederim. Mendilin, işlenmiş kenarlarından akıp gelen, tam orta yerinden tutulmuş parmak uçlarıyla, bu güzel kadının elinde tuttuğu mendile değmenin ve koklamanın verdiği hazla, Nazander hanımefendinin eşik önüne gelişinin sabırla beklenişlerini görürdü. Metin bu kez de, yaşlı hanımefendinin gözlerinden kaçamadı, durdu. Ona, “Bu gün nasılsınız? Der gibi gülümsedi. O, bu gülümsemeye; kırışmış yüz çizgileri, ak saçlarının seçilebildiği işlemeli beyaz örtüsüyle bağlı başını ve ellerini kendisine doğru sallayarak içeri gel! İşaretiyle karşılık verdi. -Gelirim ; ama bir acı kahve lütfen. Köpüklü ve beni uzakta kalmış günlere salacak, hoş bir seda yüklü tat isterim… Bir de, şapkasını denize kaptıran balıkçı çirkin kızın, getirdiği balıkları görmek… -Ömürsün kuzum vallahi ! Metin‘ im gel hadi ! Sensiz onları paylaşmak ister miyim ? -Tamam tamam şimdi oldu. Yılların yorgun ve unutulmamış anılarını taşıyan merdiven basamaklarını birer birer çıkıp, gelenlere ardına kadar kollarını açmış ve çam kokusunu bütün bedeninde var eden ve eve yıllardır bekçilik yapmış bu kapıdan içeri girdi. Evin salonunda kendisine oturacak bir yer kestirip, yumuşak bir tebessüm içeren “Merhaba!” selamıyla yaşlı kadının karşısına oturdu. Bu eve her gelişinde; anlamını veremediği duygularını, mazide yolculuğa çıkartır, birkaç dakika oradan uzaklaşırdı. Evin o mistik kokusunda ve her köşesinde anıların kol gezdiği, hava esintileri vardı. Bu esintiler onu bu evi her ziyaretinde, alır uzaklara götürürdü. Özenle ve göz nuruyla elde işlenmiş nakış nakış işlemeli örtüler, insanı kollarının arasında geçmişten ninniler söyleterek uyutacak rahat koltuklar, duvarların belli bölümlerinde asılı kalmış ve bakanların gözlerine odaklanmış tozlu resimler… Son yandığından beri, külleriyle beraber hayata gözlerini kapamış şömine ve evin diğer bütün bölümleri Metin’i sarar ve ona, doyumsuz bir haz yaşatırlardı. Bu duygulardan zor da olsa sıyrıldı…Ve o yaşlı kadının iç çekişlerini paylaşmak için konuşmaya başladı. -Bu gün nasılsınız efendim. -Çok yorgunum; ama henüz bu yorgunluğa yenilip göçmeyi düşünmüyorum. -İyi ediyorsunuz. Bu sokaktan sizin bakışlarınızın çekildiği an, buralar ışığını kaybetmiş bir fener gibi olur. -Aaa efendim olur mu ! Ben kim, bu sokağa hayat vermek kim. Bu sokağın anılarıdır beni yaşatan. Beni, hayatın ipine sımsıkı saran ve Azrail’in peşinden göndermeyen hep bu sokaktır…. Neyse ! Ben size bir kahve yapayım. Bu kahvenin de kırk yıl hatırı olur mu, bakalım ! Nazander hanım yerinden kalkarak, eski evlere mahsus , duvara gömülü olarak yapılmış dolabın kapağını açtı ve kahve kutusunu alıp kırk yıl hatır bırakacak o köpüklü kahvesini yapmaya koyuldu. Her zaman olduğu gibi yine kahvenin yapımı uzun sürecekti. Metin, bu aradan yararlanarak, duygu deryasına kulaç atarken, merdiven basamaklarından gelen ses, onun ilgisini kapıya doğru çekmeye yetti. Bütün benliği ve bedeniyle kapıya doğru çivilendi. Çünkü sesler yaklaşıyor ve çok yakınından gelen bu mırıltılardan neşeli bir türkü esintisi alıyordu. Meraklandı… “Sanırım davetsiz bir misafirimiz var,“ dedi. Bu cümleyi kendi kendisine söylerken merakı bir kat daha artmıştı. Nerden bilirdi, haftanın belli günlerinde bu yaşlı kadına balık getiren biri olduğunu? Bu duyguları taşıyan iç konuşmaları henüz bitmişti ki; O’nu, salonun kapısı önünde gördü. Oturduğu yerden kalkıp selamlamak ve buyurun! Demek istedi; ama koltuğa çivilenmiş kalkamıyor, onun gözlerine asılı kalıyordu. Bir kaç dakika kendine gelemedi.Yüreği sendelemiş, sağ sola çarpıyordu. Kendisini toparlaması uzun sürdü. Kızın elinde sepete benzer, fakat üstü kapaklı bir kova vardı. Elleriyle sıkıca tuttuğu kovadan,su damlacıkları teker teker yere düşüyor ve ahşap döşemenin üzerinde ıslaklıklar bırakıyordu. Kızın gözleri de bu damlacıklar gibi Metin’in yüreğini ıslatıyordu. Kız, kovayı yere bıraktı. Islanmış ellerini, parmaklarını bir biri içerisinde gezdirerek kurutmaya çalıştı. Metin onu gözlemliyor, yüreğinden gelen heyecanı gizlemeye çalışıyordu. Kızın üzerinde askılı mavi bir kot, oldukça beyaz benekleri bulunan kırmızı bir gömlek vardı. Siyaha inat, kapkara saçları omuzlarına düşüyor, denizden çıkartıp gözlerine gömdüğü mercan taşlarının parıltısı, şimşek gibi gelerek Metin’in ölü denizi andırır yüreğinin bilinmeyen sularında bir yakamoz gibi ışıldıyordu. Kız çok rahattı , sayısız deniz zaferleri kazanmış bir amiral gibi karşısında dimdik duruyordu. Siyah saçlarının çerçevelediği yüz kısmında; biraz dikçe elmacık kemikleri, alınla birlikte bir bütünlüğün devamı olan çenesi, gizemi sırtlamış simasıyla, bir tebessüm içeren dudakları, bir biriyle birleşerek denize akıp gelen ırmaklar gibi yüreklere doluyordu… Bildiği; fakat adını koyamadığı tılsımlı bir alevin içerisine düştü. Kelebeklerin ve bütün bildiği çiçek sevdalıların özlemini çektiği gül bahçesinde buldu kendini. Papatya mı, lale mi, çiğdem mi, karanfil mi, gül mü? Hangisi yoktu ki; O, bahçenin kendisiydi… Kız, bu yabancıya çekingen bir tebessüm içeren yüz ifadesiyle, üstünde ki kıyafetini işaret ederek, “Anla işte!” der gibi konuşmaya başladı. -Balık… Nazander hanıma balık getirmiştim de … -Bütün çiçekler solar sizin görüntünüzde … -Anlamadım … Ne dediniz ? Metin, güneşin batışında ki kızıllığa inat, kızarmıştı. Sustu… Kendisini toparlamak üzereydi ki; Nazander hanım kahveleri getirdi, yaşlı kadın yine imdadına yetişmişti… Kısa bir sessizlik oluştu… Bu sessizliği yine ev sahibi bozdu. -Bak Metin! Kimler gelmiş… Geç! Geç şöyle gözümün önüne otur. Kahvenin birini Metin’e uzattı, diğerini kendi içmeye başladı. Bir şeyler hatırlamış gibi telaşla oturduğu yerden doğruldu. -Çirkin kız sana da kahve yapayım dedi. -Hayır ben yaparım , siz oturun lütfen! Kız mutfağa doğru yöneldi. Bu evi iyi bildiği belliydi, doğruca gitti. Kız giderken, Metin göz ucuyla bir kez daha baktı. Nazander hanım bu belirsizliği ortadan kaldırmak için, Metin’e dönerek konuşmaya başladı. -Nasıl, dedi. Çirkindir; ama iyi kızdır. -Çirkin, evet çirkin; ama balıkların efendisi, deniz kızı gibi… -Bak hele, neler de bilir Metin’im. Kısa ve sessiz bir gülüşme geçti aralarında... -Kahve için teşekkür ederim, size zahmetler oldu. -Zahmetler dersen, bir daha kahve yapmam haberin olsun. Kız kahvesi elinde salona döndü.Nazander hanıma yakın oturdu. Yaşlı kadın ikisini de gözlerinin içine hapseder gibi konuşmaya başladı. -Siz tanışmıyorsunuz değil mi ? Hadi tanışın bakayım, beni yormayın ve uzatın ellerinizi de, parmaklarınız dostluğun ilk meyvelerini tatsınlar. Metin elini uzattı. -Ben Metin… Öğretmenim… -Ben de Çirkin kız! Kız bunu söylerken sesinde en ufak bir eziklik yoktu. Aksine, çirkinliği bir lütuf olarak kabul etmiş gibiydi. Gülüşmeler, salonun mistik havasında dolaşıp dolaşıp yüreklere konuyor ve her konuşma sonunda sıcaklığını estiriyordu. Vakit ilerlemişti. Zaman çok hızlı koşuyordu. Metin, zamanın durmak bilmez nefesini yavaş yavaş hissetti. Üzüntüsü yüzünde belirdi. -Artık ben kalkmalıyım. Bir görüşmem var . Kız , “Biraz daha kalamaz mısın?” Der gibi Metinin gözlerine baktı. Erkek, kızın gözlerinde bir kez daha asılı kaldı. Kendisini, alabora olmuş bir tekne gibi bu limana sığınmış olarak buldu. Gitmek istemiyordu ama verilmiş sözleri yerine getirmenin İNSAN olmanın başlıca kavramlarından biri olduğuna inanırdı. Biraz çekingen ve cılız çıkan sesiyle konuşmaya başladı. Kelimeleri ortaya atıp sahibini bulması için dağarcığından yerlere saçıyor ve bu sözler çirkin kızın yüreğinde toplanıyor, sahibine ulaşıyordu. -Kalkmak gerek; ama, buradan başka yere göçmek istemiyorum. Ve gitmeliyim… Bu gidişim, yarımlık duygumdan bir çeyrek daha götürüyor. Deniz ve deniz kızının esintilerini içmek varken gitmek zor… Her ne ise ben kalkayım. Yerinden tekrar kalktı, vedalaşmak için elini uzattı. Bir şey unutmuş gibi geriye doğru sendeledi ve yağmurdan ıslanmış toprak gibi gevşedi. Kız da ayağı kalkmış elini uzatmıştı; ancak eli öylece kaldı… Kız, bir kez daha görüşmek isteğini çok rahatlıkla söyledi. -Metin bey, isterseniz yarın görüşebiliriz, ne dersiniz?... Ne kadar da rahat ve insanın içini ısıtan seslenişti bu. Metin gülümsedi. -Onur duyarım… Beni mutlu edersiniz… -Kız, Metin cümlesini bitiremeden devam etti : -Buraya yakın; fakat beni hep uzaklara alıp götüren, ara sıra da yalnızlığımı paylaştığım bir yer var… O güzel yeri size de göstermek isterdim. Genç adam, bu gözünü budaktan esirgemeyen kıza, başıyla evet der gibi cevap verdi. Ertesi gün, akşam üzeri buluşmak üzere vedalaştılar. Nazander hanım, bu konuşmaları yüzünde anlayışlı bir tebessümle dinliyordu. Konuşmaya müdahale ederek varlığını hissettirmedi. Metin veda ederek, hızlı ama acemi ve birbirine dolaşan adımlarıyla dışarı kendini zor attı. Sokağa adımını attığında bir rahatlama hissetti. Heyecanından ve bedeninde taşıdığı titremelerden bir süre kurtulamadı. Kendini; ancak toparlamıştı ki, ayakları ondan önce çoktan varmıştı geleceğe yere.. Boylu boyunca uzanmış çarşıda bulunan ve sağlı sollu bir birine yaslanmış sahafların önünden geçerek, Aşiyan sahafının ardına kadar açılmış kapısından içeri girdi. Burası; her gelen insana bir kuş özgürlüğünü, ağlamaya hazır öbek öbek bulutların buluşma anını, denize ulaşmak için büyük adımlar atan nehirleri, kovanından çıkıp bal özüne dokunmak için, çiçeklerin tenine ulaşmaya koşan arıları ve kitap sayfalarının arasında kaybolup gezintiye çıkan seyyahları hatırlatırdı. İçeri girdi ve selam verdi. -Merhabalar … Yaşar ağabey nasılsınız …? -Merhaba … Hoş geldin . Bu gün pek neşeli ve kıpır kıpırsın hayırdır? -Benim her zaman ki halim… Kısa ve içten bir gülüşmeyi paylaştılar. Metin, içeride sohbet halinde olanları görmemiş, yüksek sesle hal–hatır sormaya devam ediyordu. Bu sahaf evinin, konukları için özel yapılmış bir köşesi vardı. Sohbete susamış olanlar oraya oturur, birbirlerine yudum yudum içecekleri konuları ikram ederlerdi. O köşeye, “Şark ve haydi sen de paylaş köşesi,” adını koymuşlardı. Orada oturanların çoğunu tanıyordu. Kasabanın doktoru , veterineri, kolluk kuvvet komutanı, bir iki sohbet aşığı ve bilge insanların yanında oturabilmekle bile bir şeyler öğreneceklerini bilen bir-iki genç delikanlı ve ayaklı kütüphane dediği, sıkça yazmayan; fakat yazdığı zaman, insanı duygu çemberinde evirip–çeviren ve okuyan her yüreğe, kaleminden ayrı ayrı tat damlaları düşüren Muammer bey de vardı. Saygıyla başını öne eğerek selam verdikten sonra yanlarına sığıştı. Algılaya bildiği kadarıyla sohbetin konus , “İnsanlar; kimsin? Sorusuna nasıl cevap verirler?” Veya yanılmıyorsa, “ İnsanın kendini keşfi,” idi. Sohbeti bölmek istemiyordu ama bir cümle ile sohbette buldu kendini. -Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir. Muammer bey, kaybettiği ve dağarcığından yere düşürüp aradığı bu cümleyi Metin’inin dudaklarında yakalamıştı. Bundan duyduğu sevinci daha iyi anlatmak için ellerini açtı. -Bakın işte insanın tek realite olduğunu gösterir bir cümle. Gerisini boş verin… Gerisi bu cümlenin ardından koşarak ve ilmik ilmik sökülerek gelir. Metin, gülümsedi ve teşekkür eder gibi karşılık verdi. -Eyvallah hocam…dedi. Ama… Sizi bu konudan alacağım… -Yine şiirler mi? dedi -Evet hocam! Maalesef yine şiirler… Gerçi benim şiirlerim, “ Minareden at beni / aşağı in tut beni, “ usulünden; ama, artık sizlerde buna katlanıverin. Bir anlık sessizlikten yararlanarak elindeki kağıtları hocaya uzattı. -Üstadım, bakar - incelerseniz sevinirim . O sırada komutanın telsizinden bir anons duyuldu. Telsizin derinliğinden gelen madeni bir ses, “Komutanım, yaşlı bir kadının evine, hırsızlık için girenler kadını öldürmüşler ve şu an orada sizi bekliyoruz. Adres Ş…… sokak, numara 23. Emirleriniz nedir? “ Bu ses , Metin‘ in yüreğine ince bir sızı getirdi. -Nazander hanım…. Nazander hanımın evi bu… Komutanım sizinle gelebilir miyim? Öldürülen kadının evinden az önce çıktım, oradaydım, sohbet edip gülüyorduk…. İnanamıyorum… Az sonra, verilen adrese varmışlardı. Metin, merdivenleri koşar adım çıktı. Nazander hanım, salonun ortasında tebessüm eden yüzüyle “Ben de Azrail’in peşine takıldım gidiyorum.” Der gibi, soluğu tükenmiş yatıyordu. Zavallı yaşlı ve masalsı kadın… Her şey bitmişti işte. Bir tarih sayfası kapanmıştı. Bir insan hayatı tükenmişti. Ve ölen kadın sadece nefes alan, yiyen içen, uyuyan bir yaratık değil, geçmişi vakarla yüreğinde taşıyan, zarif bir efsane gibiydi. Ama… Birileri, onun evinde kim bilir neler aramak ve çalmak için eve girmişler, çalacak bir şey bulamayınca hayatını çalarak intikam almışlardı. Metinin yüreği yanıyordu. İsyan ve intikam duyguları ruhunda kol geziyordu şimdi. İnsan nasıl bu kadar acımasız olabilirdi? Bir hayata son vermek bu kadar kolay mıydı? Kimdi bu canavarlar? Nasıl kıymışlardı bu kadına. Oyalı bir mendil kadar nazik, etrafındaki onca kabalığa, nankörlüğe rağmen hiç şikayet etmeden ve güleryüzle yaşamını sürükleyen bu kadına nasıl el kaldırabilmişlerdi? Tahkikat sonrası, kendini biraz da olsa toparladı. Zavallı kadının evinden ayrıldığında, çirkin kız da çıkmıştı evine gitmek için… Sevinci ve tesellisi sadece oydu. Zaten o kızın Nazander hanımdan isteyeceği ne olabilirdi? Zavallı kadın… Ne kadar içten, ne kadar kibar bir hanımefendiydi… Yaşlı kadını, bir gün sonra defnettiler… Toprak, yine bir insanı özüne almıştı. İmam dualar okuyor, bütün dostlar hüzünle iç çekiyorlardı. Metin, kendi sessizliğini, sessiz kalan düşünceleriyle dağıttı. -Topraktan geldik, toprağa gideceğiz. Marifet, bu süreç içinde çamurlaşmamak. Nazander hanım çamurlaşmamıştı ama ona kıyanlar ne olmuştu acaba? Yakalanabilecekler miydi? Çirkin kız sessizce yanına gelmiş ama Metinin üzüntüyle söylediği o sözleri duymamıştı. Göz göze geldiler. Metin, bir şeyler söylemek istedi, kız “Tamam, anladım” der gibi başını öne eğdi. Ve mezarlık tek tek boşaldı. Nazander hanımın evinde, değerli olan ne vardı ki böyle oldu? Diye düşünüyordu Metin. Sadece anıları… Kimsenin değerini bilmediği ve giderken heybesinde götürdüğü anıları… Mezarlıktan , en son ayrılan Çirkin kız ve Metin oldu. Bomboş sokaklarda, başıboş dolaştılar. Denize sırtını dönmüş dağların görüldüğü yere geldiler. Dalgaların kayalara çarpıp, sonra tepe taklak düşüşünü ve ayaklarının uçlarına değen damlacıklara hakim bir masaya oturdular. Bu yer, ne karada ne de denizde idi. Birisine göre denizde, birisine göre karada. Yer değiştikleri zaman, düşünceleri de değişiyordu. Sohbetin, uzun yollarında saatler geçti. Metin ve Çirkin kız, bu yolun bitmesini istemiyorlardı. Günler birbirini kovaladı. Paylaştıkları dostluk, zamanın dişlileri arasında akıp gitti. Saatler, Metin ve Çirkin kıza inat hızla koştular. Hep koştular… Erkek kızı merak ediyordu, kız ise erkeği. Ayrı oldukları zaman dilimlerinde neler yaptıklarını, nasıl bir yerde yaşadıklarını, o boş ve anlamsız saatleri nasıl geçirdiklerini… Metin soramıyordu, kız da soramıyordu… İkisi de sadece zaman içinde gelişen bu güzelim paylaşımı bozmamak adına susuyorlardı. Ama bir gün kızın eline, erkeğin evini görebilmek için bir fırsat geçti... Her zaman olduğu gibi çarşıya iniyordu kız. Metinin evinin önünden geçen sokaktan geçmeyi alışkanlık edinmişti son zamanlarda. Tuhaftı ama bu gün, her zaman kapalı olan sokak kapısı aralıktı. Acaba içerdemiydi? Kapıya ilerledi ve seslendi. -Metin? Ses yoktu, belki aceleyle çıkmıştı evden ve kapının açık kaldığını fark edememişti. Hem zaten bu kasabada kapıları kilitlemek gereksizdi. Sakin ve güven dolu bir yerdi burası. Ama… Nazender teyzenin öldürülüşünden bu yana artık eski güvenlik kalmamıştı. Kapıyı kapatmak ve yoluna devam etmek istedi, yapamadı. İşte, onun evini görmek için bir fırsat çıkmıştı karşısına…. Yaptığı çok ayıptı ama kendisini bu meraktan alıkoyamıyordu bir türlü. Yavaşça aralık kapıyı itti. İçerisinin loş ve yalnızlık dolu havasına alışmak için bir süre olduğu yerde hareketsiz kaldı. Korku mu, saygı mı? Yüreğinde ki her neyse, onu adım atmaktan vazgeçirtiyordu. Bilinemedik bir dünyaya adım atan kaşifler gibi… Merak vardı içinde. Aynı zamanda bir başkasının, o yalnız adamın dünyasına tecavüz ediyor gibi hissediyordu kendisini. Ama girmeli ve yüreğindeki sorularını yok etmeliydi artık. İçerisi, dışarının sıcaklığına inat serindi, bir an ürperdi, sonra ilerledi salona doğru. Odanın tam orta yerindeki direk, sanki dünya kurulalı beri hep oradaymış da, ev o direğin etrafına yapılmış gibi, öyle güçlü bir görünüşe sahipti. Yılların etkisiyle kararmış, bunca yıla rağmen, gövdesinde kararmadan başka bir yaşlanmışlık belirtisi yok. Şapkasını farkına varmadan çıkarttı kız… Yanındaki masaya koydu. Elleriyle eşyalara dokunuyor, adamdan bir iz, bir belirti arıyordu. Masanın üstünde kitaplar, bilgisayarı, telefon, kağıtlar… Kağıtlar… Kağıtlar… Kalemlikte bolca kurşun kalem, bir dolmakalem ve tükenmezler. Masada açık duran kağıtlardaki yazıları okumak istedi. Ama kendi kendini frenledi sonra. “Adamın evine girdin, beynine, düşüncelerine de mi girmek istiyorsun? Diyordu kendisine. Delice bir merak duyuyordu. Ne zamandır dost olduğu, zamanı paylaştığı bu adam, bir bilseydi ki şu anda ondan habersiz, onun evinde, özelinde bir keşif gezisine çıkmış… Çok çirkin bir şey yaptığının bilincindeydi ama alıkoyamıyordu kendisini. Üstelik her gün önünden geçtiği ama her zaman kapalı gördüğü bu kapı, bugün kendisini bekler gibi aralıktı. O kadar uzun zaman merak etmişti ki bu adamı… Onunla karşılaştıklarında, adamın gözlerinden kayıp geçiveren o dostça gülümseme… Tanımıyor ama diğer taraftan da her şeyini biliyor gibi… Adam sanki dünyanın tüm sıkıntılarını yaşamış gibi. Yüzyılları yüklemiş de sırtına, çaresiz dertlerin çarelerini ararmış gibi… Herkese faydalı olmak isteyen, kendisinden başka herkese yararlı olan… Ne var ki kendi yürek yükünü şikayetsiz ve kimseye açmadan yaşamını sürdüren bir adam. İleride, masanın üstünde başkalarıyla çekilmiş bir resmini görüp ona doğru ilerledi. Resimdeki gülen yüzü inceledi uzun uzun. Güzel, yakışıklı yüz hatları vardı. Aydınlık, hoşgörülü bakışlar. Ama neden hüzünlü? Neden acılı? Ve neden o bakışlarda kendisinden izler vardı? Kendi kendisine gülümsedi, sonra gülüşün tınlamasından korktu ve bir an hareketsiz kaldı. Kendisinden izler ha? Bu resim kim bilir ne kadar uzun zaman önce çekilmişti. O zamanlar adamın yaşadığı yerlerde, kız yoktu ki. Adam buraya geleli daha bir yıl olmamıştı bile. Yine de... Kızı gözbebeklerinde taşımış gibi… Bu kez daha yüksek sesle güldü kız. Gözbebeklerinde… Oysa adam bir süre öncesine kadar farkında bile değildi belki de kızın. Belki, herkese bakışı öyleydi. Belki içindeki insan sevgisiyle bakıyordu herkese baktığı gibi… Resmi eline aldı, adamın yüzünü bilinçsizce okşadı. Onunla konuşuyordu şimdi. Sen, dedi. Sen… Kim bilir, belki de bakışlarındaki o gücün farkında bile değilsin. Onlardaki sevginin, anlayışın sen; farkında bile olmadan bakıyorsun, sen sevgi bakıyorsun, vefa bakıyorsun, dostluk bakıyorsun… Artık gör beni. Herkese baktığın gibi değil, ben olduğum için bak bana. Fark et!” Yürüyordu, resimle konuşurken. Sonra durdu, resmi yanında durduğu sehpaya bıraktı, çevresine göz gezdirdi. Sade ama zevkli döşenmişti salon, göz yormayan pastel renklerle. Dünyanın kim bilir hangi ücra köşelerinde el emeğiyle yapılmış objeler. Duvarda değişik ırklardan insan resimleri. Geniş, uzun bir kanepe… Uzanıp, dinlenilecek, kitap okunabilecek rahatlıkta. Geniş bir sehpa, üstü kitaplarla dolu. Adamın erkeksi dünyası, insancıllığı belli ediyordu kendini bu evde. Fazladan bir şey yok ama her şey o kadar gerekli ve yerinde kullanılmış ki. Zevkli biri olduğu belli oluyordu. Dışarıda havanın karardığını fark etti, bir telaş kapladı yüreğini. Adam az sonra dönerdi. Baktı her şey yerli yerinde ama resim… Hızla resmi bıraktığı yerden alıp masanın üstüne aldığı yere koydu, kapıya ilerledi. Sonra geriye dönüp baktı. Her şey bulduğu gibiydi. Az sonra adam evine dönecek, şu kanepede uzanacak, şu masada yazacaktı. “Seni sana bırakıyorum yalnız adam, diye fısıldadı. Seni sana… Bir gün beni fark edebilmen umuduyla hoşça kal!” Sonra kapıyı yavaşça çekerek ardından kapattı. Bir dakika sonra ufak kasabanın tozlu ve ıssız yollarından süratle evine doğru ilerlerken geride unuttuğu şeyi hatırlamadı bile. Şapkasını… Balığa çıkarken güneşten korunmak için devamlı taktığı o eski şapkasını yalnız adamın evinde, masanın üzerinde, ruhunu bırakır gibi unutmuştu… Bu olay hiç anlaşılmadı erkek tarafından ya da hiç belli etmiyordu kıza.. Dostlukları her doğan günle daha da gelişti…Bir bütünün parçası olmuşlardı. Sabırsızlıkla görüşecekleri günü, saati beklerlerdi.Ama günler… Günler yine durmak bilmedi.. Bu kasabanın yamacına kurulduğu dağın üzerinde kol kola ve sırtlarını birbirine yaslamış gezen bulutlar, bilinmedik bir sebeple ayrılmışlardı. Aynı günlerde; Metinin, Erzurum Şenkaya ya tayin ataması gelmişti. Parçalar, bütünden bir bir kopuyordu. Oysa ki; ulaşmak istediği günlere çok yaklaşmış, tutmak üzere idi. Şimdi bunun zamanımıydı? Anılarını yüklenip, sessizce gitmek istedi. Yüreğinde körüklediği ateş cılız ve fersiz kalıyor, üşüntüler çöküyordu bedenine. Çirkin kız haberi çoktan almıştı. Metin’in evinin önüne gelmiş, kapıyı hızla çalıyordu… Metin, her çalışta ayrılık sesi çıkartan kapının kilidini açtı. Çirkin kız , Metinin karşısında duruyor , “Bir şey yapamaz mısın?” bakışıyla üzüntüsünü ifade etmeye çalışıyordu. Genç adam, kanadı kırılmış bir kuş ve göç yoluna düşmüş dağınık obalar gibi keyifsiz ve yorgun, ”Hoş gelmişsin, “dedi. -İçeri gel …Belki bu son günümüz…Belki, yolunda olmayan yollar beni alır da götürür. İçeri gel… Çirkin kız , cevap vermeden içeri geçti ve bir zamanlar şapkasını unuttuğu masanın kenarına ilişti. Metin, kızdan habersiz bütün dostlarıyla vedalaşmıştı. Bir tek o kalmıştı. Karşısına geçip oturdu. -Gidiyorum ya… -Bu kadar çabuk mu ? - Elimde değil.Biliyorsun, atamam geldi, mecburum.… -Peki ! Yolculuk ne zaman ? -Yarın…Ama gitmek istemediğimi, yüreğimi burada bıraktığımı bilmeni isteri. -Oralarda da dağlar varmış. Daha büyükmüş. -Yüreğim ve gözlerimin seni gördüğü kadar değil.. Çirkin kız vedalaşmak istemiyordu. Ayağa kalktı ve ağır adımlarla kapıya doğru yürümeye başladı. Metin, kızın zorlukla duyacağı boğuk bir sesle yutkunarak konuşmaya başladı. -Ne olursa olsun seni hep seveceğim. Çünkü sen, asil ve yaşama direnen, bilinçli bir kızsın. Ve sana, hep saygı duyacağım…. Metin, bunları söylerken kız, sanki daha fazla bir şey duymak istemiyormuş gibi ayağa kalkmış ve arkasını dönmüştü. O da bir şeyler söylemek istiyor ama kelime haznesinin ne kadar yetersiz kaldığını şimdi acıyla hissediyordu. Hangi kelime, Metin gittiğinde, kendi içinde boğulacağı karanlığı anlatabilirdi? Hangi sözcük şu anda yüreğinin parçalandığını anlatabilirdi? Beyni sallanıyor gibiydi kızın. Duyduğu acı fiziksel bir acıya dönüşmüştü. Dostunu arkadaşını ve kendisini şimdiye kadar anlayabilmiş tek insanı, hasılı Metini kaybediyordu. Bundan daha kötü ne olabilirdi? Ama… O çirkin kızdı… Kimseye sokulmayan, kimseden bir şey beklemeyen…. Metine de bir şey söylemeyecekti. Söyleyeceği şeyler onu çok üzebilir ve gidiş yolunda adımlarının tökezlemesine neden olabilirdi. Son kez dönüp, onun yüzüne baktı. Sevgili, gülümseyen, anlayan, ve anladığını anlatabilen bu yüze… Demek bu günden sonra bir daha göremeyecekti bu yüzü. Kendisine her gördüğünde, “Merhaba Çirkin, bu gün nasılsın bakalım?” Diyen o sesi duymayacaktı. Buruk bir gülümseme yerleşti yüzüne. Bunun dışında başka hiçbir duygunun belli olmamasına çalışarak…. Ona doğru ilerledi. Sakin bir tavırla elini uzattı. -Peki, dedi. Peki! Sana gideceğin yerde başarılar diliyorum. Yolun ve bahtın açık olsun…. Sonra onun uzattığı ılık ve güçlü eli son defa sıktı. Gözpınarlarına söz dinletemeyeceğini iyi bildiği için, aceleyle sokağa fırladı. Adımlarının onu nereye götürdüğünü bilmiyordu. Uzaklaşsınlar yeter ki. Bu evden, bu adamdan ve hatta bu kasabadan... Çünkü bu kasaba, bu adamı görmüştü. Biliyordu ki artık burada kime baksa, o yüzde Metini görecek, her seste Metini duyacak… Buralardan gitmeliydi o da… Metini tanımayan, sesini duymamış olan, onun adımlarının basmadığı bir yerlere kaçmalıydı. Burada artık onun varlığı olmadan kalmak… Yaşamak… Biliyordu, bunu yapamaz, sürdüremezdi. Dağlar, her zaman kendisini sakinleştiren dağlar. Yüzünü onlara dönmeli, daha bu kasabaya geldiği gün merak etmeye ve dostluğundan zevk almaya başladığı adamı bir an önce geride bırakmalıydı. Kızın kapıdan çıktığı andan beri yalnızdı Metin. Kendisini dinlemek ve dinlenebilmek için uzandı. Duygusal yorgunluğunun çöküntüsü altında kalarak çok geç saatlerde uyuyabildi.… Sabahın ilk ışıklarıyla, ana yoldan geçerek uzaklaşan otobüsle kasabadan ayrıldı. Onun, bu erken çıkışını kimse görmemiş, tüm öğretmenlerin kaderi, Metini de kim bilir kaçıncı kez yakalamıştı. Kasabadan kasabaya, köyden köye, biteviye yolculuklar… Yeni bir okul, yeni öğrenciler… Yeni fikirler… Ve bir türlü unutulmayan anılar… On yıl geçmişti aradan. Kasabanın üzerine kaçıncı güneş doğmuş, kaç kış yağmurlarını boşaltmıştı kim bilir… Metinden hiçbir haber çıkmamıştı bu süre zarfında. Aynı gittiği günkü gibi, kulaklarında sesi, hayalinde yüzü, kimseye bir şey anlatmadan, içinin acısıyla yaşamıştı çirkin kız. Bu kasabadan da gidememişti. Şikayeti yoktu. Onu tanımış olmak bile bir değerdi. Unutmamıştı ve anısını taze tutmak uğruna, yüreğinde yanan ateşi devamlı taze tutuyordu. Televizyon açıktı o gün. Çok seyrek tv izlediği zamanlardan biriydi kızın. O sabah balıktan gelmiş, avladığı balıkları dağıtmış ve yine evine dönerken bir zamanlar Metinin oturduğu evin önünden geçmişti. O evde şimdi çocuklu bir aile oturuyordu. Ve ne zaman oradan geçse içerdeki çocuk sesleri, televizyonun gürültüsü onu kızdırır ve eve girmek, “Susun artık, burada eskiden Metin otururdu, bilmiyor musunuz? Neden bu kadar gürültü çıkartıyorsunuz, demek isterdi.” Ama… Anlamazlardı ki onlar. Dalıp gitti anılara… Geri dönmeyen ve dönmeyecek olan birinin anılarını saklamak ne de zordu… “Bu gün, sabah saatlerinde meydana gelen menfur olayda, bir öğretmen saldırıya uğramış ve şehit olmuştur. Ülkemizin üstüne çökmek isteyen karanlığa lanet ediyoruz…” Ses, televizyondan geliyordu. Öğretmen denince, dikkat kesildi. Fotoğrafçılar öğretmenin evinin resmini çekiyorlardı. Dondu kaldı kız. Kitaplık, sehpa, bilgisayar masası, kanepe, her şey ama her şey… Metinin eşyaları. Ve duvarda bir şapka… Kendisinin yıllar önce o kaçamak girişinde Metinin evinde unuttuğu şapka… Ve altında, duvara yazılmış bir yazı… “Çirkin kız, şapkanı evime girdiğin gün unutmuştun…” Ekranda Metinin yüzü belirmişti. Her zaman olduğu gibi yüzünde hafif bir gülümseme vardı resimde. Sunucu olayı anlatmaya devam ediyordu. “Şehit öğretmen Metin Yıldırımın cenazesi, yarın memleketine götürülerek defnedilecektir.” Daha fazla dinleyemedi… Ayakları kendisini taşıyamıyordu artık. Oturduğu koltuktan yere kaydı. Başı dönüyor, kalbi parçalanmak ister gibi çarpıyordu. Fiziki bir acının pençesindeydi şu anda. Kıvranıyor elleriyle göğsünü tutuyor, zaptedemediği gözyaşları, görüşünü engelleyerek bir sel gibi akıyordu. Gözünün önüne gelmişti Metin. Olanca canlılığıyla. Gülümsüyordu. -Çirkin kız, merhaba! Ağlamak yok, sil yaşlarını. -Metinnnnnn, Metinnnn!!!! -Biz öğretmenlerin kaderi bu. Hepimiz bir mum gibiyiz. Her tarafı aydınlatırken, kendimiz tükeniriz… Sonra hayal kayboldu sessizce... Şimdi odayı dolduran tek şey yığıldığı yerde, o anda yaşamaktan ve nefes almaktan vazgeçmekte olan kızın, yüreğini ve beynini parçalayan korkunç acının getirdiği, son hıçkırıklardı… Mustafa ŞİMŞEK
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © mustafa şimşek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |