Gözleriydi asıl garip olan; İki simsiyah öz ve birer beyaz süt tabakasının toplamından oluşan simetrik elipsler… İrisin milyonlarca küçük renk partikülüyle hayat bulmuş o yeşilin en alacalı motifleri, sanki beyaz ışığı bambaşka bir renkler aleminin kapısında karşılıyor ve ona muhteşem nitelikler kazandırıyordu. Üstte simsiyah kirpikleri; birer yelpaze misali birbiri içine geçen titreşimli göz kapakları vardı. Bunlar birkaç saniyelik periyotlarla açılıp kapanırken korneayı daimi bir şekilde nemli tutuyordu. Bu gözleri anlatması zordu, o doğallığın bıraktığı eşsiz zarafetin arkasında nakış nakış bezenmiş farklılıktaydı ışıltısı. Hani eski çağların gizemli tütsüleri olsa, o iki yoğun küreden taa ruhunun derinliklerine ulaşırdı. Önce yavaş yavaş yukarı kalktı bu gözler; derin bir iç çekiş ile genişlediler birden. Şimdi ise sabit bir şekilde denizin ufkuna odaklanmışlardı. Gözkapakları oynamıyordu artık. Sadece gözbebekleri, havada çapraz yollar çizerek uçan bir martının rotasını izliyordu. Evet gözleriydi asıl garip olan; ya da aslında tüm bedenine o tanımlanamaz farklılığın yayıldığı birer çıkış noktasıydı. Belki de asıl garip olan, zihninin derinliklerinde yatan kişilikteydi. Gözler ise bunu dışa vuran gümrük kapılarıydı. Oturduğu banktan kalkıp kaldırımın deniz kıyısındaki kayalıklarla birleştiği sınırda, ayak uçları havada kalacak şekilde durdu. Bir martı olmak istedi bir anda; çöpte balık arama pahasına. Ya da içindekileri denize dökebilmek… Her birini birer martı misali denizden göklere uçurabilmek… Dikkati, deniz kuşlarından kayıp sol kulağının arkasında güneş ışınlarının bıraktığı yoğun yanma ve sıcaklık hissinde toplandı. Neredeyse iki saattir aynı noktaya bakıyordu hem de İstanbul’un Temmuz güneşi altında... “Adım ne?” Anlamsız bir soruydu ama geçmişti aklından işte. Cevabı aynı anda geldi. Sanki tanıdığı-tanımadığı binlerce kişi hep bir ağızdan ismini haykırıyordu. Babaannesinin koyduğu o beş harfi aklında o kadar tekrar etmişti ki bir yerden sonra harflerin birbiri içine geçip anlamsız ses ve şekil yığınlarına dönüştüğünü fark etti. Aklı kendisiyle oyun oynuyordu adeta. Sıcak bir yaz meltemi yüzünü okşayıp geçerken, kimliği üzerine derin bir sorgumla yapıyordu. Artık karar vermeliydi ya da o öyle olması gerektiğini hissediyordu. Aklından daha önce de defalarca geçen o soruyu tekrar sordu: “Nereye aidim?” Kendilerini işkence misali ibadetlerle dünyadan soyutlayıp ruhani dehlizlerin derinliklerine daldıran insanlardan; hayatı her akşam gidilen ve birer gövde gösterisi misali; ışıltılı avizeler altında, kristal bardaklardaki şık insan akislerinden muhteva olmuş sosyete partilerinden ibaret sanan insanlara kadar… Sanki dünya üzerinde üstlenilecek her türlü hüviyete bürünebilmişti saniyeler içinde. Zaten her zaman ‘plastik’ bir ruha sahipti. Evet ve çok da severdi bu tabiri. Kimi zaman soğuk bir Arnavut kaldırımına yayılmış bir berduşun hayattan bezişini yüreğinin taa derinliklerinde hisseder; kimi zaman ise, küçücük bir çocuğun mağaza vitrininde gördüğü kırmızı arabaya karşı duyduğu anlatılmaz sevgiyi tahlil ederdi kendinde. Nereye aitti? Ya da bu aitlik kavramı öyle kalın çizgilerle belirtilebilecek kesinlikte miydi? Esas olan kendini bir şeylere, bir yerlere ait olmak zorunda hissetmesi miydi; yoksa bunun bir zorunluluktan öte doğal, fıtri bir ihtiyaç oluşu muydu? Her iki sebepten de biraz vardı galiba. Esasen, insanın tüm varlığıyla bir yere ait olabileceğini pek sanmıyordu. İçerisindeki bin bir soyut olgu, ruh coşkunlukları, değişken hisleri, anlamlandıramadığı duyguları, yüreğinin bir tarafına batan eski acıları… Hepsi ama hepsi ayrı ayrı başkalaştırıyordu benliğini. Yine içindeki her bir düşünce zerresi, varlığını ayrı bir yöne çekiyordu. Kendisini tam anlamıyla bir yere ait hissetmesini engelleyen de buydu. Fakat tüm bunlara karşın oturttuğu kesin çizgileri de vardı ve davranışlarındaki asıl belirleyici etken de bu çizgilerdi. Yaşama amacının belirli olduğunu biliyordu ve sıradan tanımlamaların çok ötesinde hissediyordu bu amaçları. Onun için ‘iyilik’ kavramı, klişe ve dar kalıplarından kurtuluyor; mutluluğun, iç huzurunun en önemli ve değerli anahtarı konumuna geliyordu. Üst katta oturan Ayşe Teyze’nin pazar torbalarına yardım ederken, kollarında oluşan yorulmanın verdiği fiziksel acıyı, yaşlı teyzenin gözlerindeki minnettar bakışlar siliyordu.‘Sevmek’ de içinde iyilik duygusu kadar geniş yer kaplıyordu. İçindeki sevgi çeşitlerini öyle güzel grupluyordu ki; herkese hak ettiği sevgiyi en uygun tarzda gösteriyordu. Sevgiyi şekillendiriyordu zihninde. Yaradanına karşı duyduğu sevgi hayranlıkla bezeliyken; her gün aynı köşede insanlara el açan dilenciye karşı duyduğu sevgide merhamet baskındı. Sevmeyi seviyordu çünkü bu kendisine mutluluk veriyordu. Aslında anlıyordu…. Aslında zaten hep bildiği ama perdeler arkasında tutmayı yeğlediği şeyleri sonunda kendine kabul ettiriyordu galiba. Artık anlıyordu; gereksiz bir aitlik sorgulamasına girmeyecek; hissettiği gibi ama yaşam çizgisini oluşturan ana unsurlardan sapmadan yaşayacaktı… Gökyüzünde daha yeni beliren ışıl ışıl dolunaya daha bir sevgiyle baktı ve içinden: “Bundan böyle ben senin küçük kardeşinim” dedi. Zaten adı da Hilal değil miydi?