Ama gene de dünya dönüyor! -Galilei |
|
||||||||||
|
Mehmet Söğüt Aylardan eylüldü. Ormanın içindeki banklardan birine oturmuş, çam, çınar henüz ismini bilmediğim (Ama etrafta hoş bir sarılık vardı.) ağaçların ve güneşin ışınlarıyla oluşturduğu renkleri seyrederken, çalıştığım gazeteye neler yazabileceğimin tasarısını yapmaktaydım. Yazabileceğim konuyu bir türlü bulamıyordum. Kahretsin, işle ev arasında robot gibi gidip gelinen ülkede yazılabilinecek ne vardı ki. Güneş ilginç bir hareketle yaprakların üzerinde dans etti diye başlasam... Yok yok yazacağım konu ilginç olmalı ve biraz da araştırmaya dayanmalı. Bu arada yanıma birisinin yaklaşmakta olduğunun ayırdına vardım. Dönüp baktığımda kuzey ülkesinden olmadığı hemen anlaşılan, seyrek saçlı, esmer yüzlü bir adam durmaktaydı karşımda. Anadilimde bana merhaba dedikten sonra, soluma oturdu ve konuşmaya başladı: ‘’Tek cümleyle o ahenkli yıllarımın özetini size sunabilirim: Çocukluğum muhteşem geçti. Hala da çocukluğumun geçtiği dönemleri güzel bulurum.Anlatayım efendim; bu güzelliğin varsıl olduğumuzdan kaynaklandığını sanıyorsanız şiddetle yanıldığınızı belirtmem gerekiyor. Çünkü güzel yaşam, gücünü hayatın rengarenk oluşundan alır. Maddiyat saadetin sadece bir boyutunu kapsar. Diğer boyutları ise başka şeylerle ilintilidir. Bilmiyorum, insanın ülkesinde yaşaması kadar harika başka şey var mı şu darı dünyada? Eğer biliyorsanız, rica ediyorum, lütfen söyleyiniz. Düşünmeme engel olacak varsayımıyla ilk yanıma oturduğunda ona kızmıştım ama, konuşmaları ülke üzerine şekillendiği için dikkatimi çekmişti. Kaldırım parkelerinde,sinemada, tiyatroda, lokalde arkadaşlarımla çayımı yudumlarken bile yakamı bırakmayan ülke hasretini, şimdi yanımda duran bu kara kuru adam da çekmekteydi. Adamıın konuşmalarını can kulağıyla dinlemeye başladım. ‘’Çocukluğum fıskiyeli bahçelerin içinde geçmedi’’ derken sağ kolunuda bana doğru savurdu. ‘’ Fabrika imalatı oyuncaklarım asla olmadı. Rastgele bulduklarım sayılmazsa, hem de hiç mi hiç olmadı. Çamurdan yaptığım evlerim, yine çamurdan, tahtadan, çubuktan, taştan, demirden, yaptığım arabalarım bana inanılmaz mutluluklar tattırırdı. Sağlam bir lastik ayakkabım bile olmamıştı, ama mutluydum. Neden mi? Çünkü henüz apartman dairelerinde hapislik günlerim başlamamıştı da ondan. Çünkü ülkemin bağrında yaşamaktaydım da ondan. O çağlarım; otun çiçeğin, börtü böceğin, tozun toprağın içinde debelenip durduğum yıllarımdı.’’ ‘’Ah!..’’ dedi derin bir iç çekerek. ‘’ Ah o sade ve temiz çocukluğumuz! Ah benim çocukluğum! O günler hayatımın en önemli parçası.’’ Gözlerini bana dikti. ‘’Siz hiç solan bir gülü gördünüz mü?’’ diye sorarak, cevabını beklemeden konuşmasına devam etti: ‘’Ne bileyim, ya da solan güllerin etrafına yaydıkları hüzün atmosferini hiç hissettiniz mi? Hele bir de gülleri toprağında söküp başka yerlere dikmişsen, tümüyle solar. Bu kuzey ülkesinin toprağı, havası bana göre olmadığı için gördüğün gibi yavaş yavaş solmaktayım. Tüm iyi huylu insanlar gibi ben de bir gülüm ve elbette solacaktım. Herkesin belleğinde çocukluğundan kalma olayları, sökülüp atılması zor bazı kişilik özellikleri vardır. İnsanların çeşit çeşit olduğunu daha o yıllarımda öğrenmiştim. Eşitlik kaidesini öğrenmem daha sonraki yıllarıma tekabül edecekti. Köyümüzdeki insanlar da çeşit çeşittiler. Akıllısı, kurnazı, laf ustası, melankoliği, delisi, deli dolusu ile adeta köyümüz bir renk cümbüşüydü. O günleri unutmak imkansız. Bu kısacık kesitte vuku bulan hadiselerin bazıları beni düşündürür, bazıları güldürür, gülümsetir, bazıları da hüngür hüngür ağlatır. Bana en kıymetli hazinen nedir diye sorsalar, çocukluk yıllarımdır die cevaplardım’’ dedi gülümseyerek ve ara vermeden anlatmayı sürdürdü: ‘’ Siz de çocukluğunuzdaki olayları hatırladığınızda katıla katıla, bu koca göbeğinizi hoplata hoplata güldüğüz olmuştur. Benim de unutamadığım, unutmak istemediğim, nerde aklıma gelse bu çelimsiz bedenimle katıla katıla güldüğüm yaşanmış olaylarım var. Güldüren hadiselerimin öznesi, komedilerin baş kahramanı ise, deli dolu Dursun’dur. Dursun deyip geçmemek lazım. Yaşam mecramın solmuşluklarına renk veren belirli öğelerden biridir. İsmini niye Dursun koymuşlar bilinmez. Daha sonraki durumuna bakılırsa şöylesi bir kanıya varılabilinir: Dursun doğduğunda mutlaka tüm haşarılıklarıyla birlikte doğmuştur. Belki de dünya ya gelir gelmez yakında görürsünüz demiş, yerinde kıpır Kıpır belki de şakır şakır göbek atmıştır. Böyle esaslı bir göbekten sonra nah size, nah size diyerek fır dolandığı için, ismini dursun diye, Dursun koymuş olablirler. İsmini neden böyle koyduklarını ne zaman gül anasına sorsak, derinden bir of çekerek mahzunca dört tarafını kolaçan ederdi. Dursun’dur bu, ters bir şey duysa ya da yanlış algılasa, yanında ses seda çkarmaz ama tenhalıkta punduna getirir, taşı yapıştırdığı gibi insanı bir doksan yere uzandırıverirdi alim allah. Şakaları pis mi pisti. Şakacıktan herhangi birisinin kafasına odunla vurabilir. Orta parmağını o malum yere taktığı gibi insanı iki metre öne fırlatabilirdi. Mıncıkladığı kızlar Dursun’un paşa gönlüne göre hareket etmezlerse, kızın yedi sülalesine oyunun da, hareketin de ne demek olduğunu gösterirdi. Kızın akrabaları sırtlarına taşı yediklerinde katiyen bir şeyden haberleri olmadıkları için, delidir ne yapsa yeridir ilkesiyle Dursun’a bir şey demezlerdi. Beyefendi kendini kızlara mı beğendirmek istedi, kendi deyimiyle şekerli çubuğunun yani şeyinin orasında ki dikişleri sökerdi. Her şeyini orta yere döktükten sonra başlardi kur yapmaya.’’ Sözün burasında kahkahalar atarak,’’Hiç unutmam’’ dedi. ‘’Bahsettiğim Dursunumuz köydeki öğretmenimize aşık olmuştu. Aşkında çok çekmiş olmalı ki, yıl sonu ödevinde, beyaz karton üzerine. -Hocam sevdim seni eşek gibi, tepdin beni katır gibi. -Diye yazmıştı. Tabiki bu gafletinin cezasını kepçe kulakları çekti. Tahmin edeceğiniz gibi ben buraya geldikten sonra köylüye gına gelmiş. İhtiyar kurulunun kararıyla para toplamışlar ve Dursun’u yurt dışına çıkarmışlar. Değil mi ama biraz da başkalrının başına bela olsundu. Duydum ki kuzey ülkesinin batısına düşmüş bizim Dursun. Biz dışarıda olan köylüleri onu arar olmuştuk. Nerede bir araya gelsek, başlardık Dursun’dan söz etmeye. Artık boğucu yaşamımıza renk katan gülümüz çok yakınımıza gelmişti. Kaldığı kadim şehirin iltica hayimine telefon açarak, oranın büyük tarihi kalesinin önünde randevulaştık. Kalenin önünde gittiğimde baktım Dursun da orada. Hayır hayır bu bir mucive olmalıydı, gözlerimi oğuşturdum, tekrar baktım. Dursun sefil sefil gelip geçenlere bakıyor. Yıllarca sonra eski bir tanıdığı, eski bir dostu görmek sevindiriciydi. Sevindim. Hem de delicesine. Delilere dikkat. Onlar dünyamıza gelmiş birer güldürler. Dursun’un deli doluluğu gitmiş, yerine durağanlaşmış, solmuş bir Dursun gelmişti. Anladım, kökünden kopanların ne coşkusu ne de deli dolulukları kalıyordu. Yaşamlarımıza renk katan espirili mizaçlarımız yok oluyor’’ dedi yanımda kalkarken. Bankta davetsizce yanıma oturan adamın konuşmaları, beynime, yazacağım konunun kıvılcımlarını ekmişti nihayet. Gazetemizin bilgesi, nur yüzlü üstadımla ilk görüştüğüm o günü hatırladım. Çünkü araştıracağım konu bilgenin konumuna denk düşüyordu. Ha, görüştüğüm o ilk gün kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi boynuma sarılmıştı. Heyacanlanmıştım. Çok şükür ki heycanım kısa sürmüştü. Bilgenin çevresinde öğrencileri vardı ve coşkuluydu. Ellerinde kelepçeler, ayağında prangalarla dar ağacını beklerken de coşkusundan taviz vermemişti. ’’ Yaşasın!’’ demişti ‘’ Yaşasın kardeşlik, yaşasın insanlık!’’ Biriktirdiği sevdasını coşku yapıp taşırmıştı. Kaçmıştı evet, o büyük badireden kurtulmuştu. Bilmiyorum ama biraz önce yanımda kalkan adamın anlattığı Dursun gibi, Bilge de kaçtığında nah size, nah size diyerek dans etmiş olmalıdır, mutlaka. Eski günlerindeki sevinç ve coşkusunun okyanusunda azalma var mıydı? Dikkat ettim de, insanlıktan asla ödün vermemişti. Coşkusuna gelince; evet, o ince tülü hafiften eşeleseydik, mutlaka uzaklığın ve puştlardan yediği darbelerin yara izleri çıkacaktı. Telefona sarıldım; ‘’ Buldum’’ dedim. Bilge; ‘’Neyi buldun? Ne Arşimed gibi bağırıp duruyorsun? Bulmuş muş, neyi?’’ diyordu. ‘’ Yazacağım konuyu buldum. Solan renkler başlığı altında bir yazı dizisi hazırlayacağım’’ dedim. Bilge; ‘’ Tamam anladım. Yapacağın röpörtajı benimle başlatabilirsin.’’ Dedi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Söğüt, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |