..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yüz kişinin içinde aşık, gökte yıldızlar arasında parıldayan ay gibi belli olur. -Mevlana
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Bireysel > Rahime DİLEK




30 Mayıs 2006
Eski Sevdalar  
Rahime DİLEK
O akşam, dönüş biletini ayırtmaya ilçe merkezine gidiyorsunuz. Yürüdüğünüz kıvrımlı yol geceyi bir perde gibi üstüne çekip, hızla karanlıklara gömülüyor. Cırcırböceklerinin yaygarasına karışan garip ıslıklar, köpeklerin uzaklardan gelen havlamaları! Kurumaya yüz tutmuş derenin üzerindeki alçak köprüyü geçerken, sesi kesilen kurbağaların suya atlayışları! Tenine sağanak gibi inen ürpertilerden yorgun, başını kaldırıyorsun; binlerce yıldıza ışıltısını veren gümüş renkli ay, katran karası gökte parlıyor! Dünya düşünemeyeceğin kadar büyük; sen onun üzerinde soluk alıp veren yaratıklardan biri, en değersizi, küçücük bir ayrıntısın. Her şeyin sonu, koyulup ağdalaşmış bir ölüm duygusuyla çürümüşlük kokusu! Şimdi düşüncenden silinmiş bile olsa, seni beklediğini bildiğin renkli bir karabasan var uzakta. Ne gözyaşlarınla, ne de bunalımlarınla hesaplaşabildiğin baş belası bir kent! Bir otobüse binip gitmeler mi her şey; yoksa, gittiğini sanarak kalmalar mı; yalnızca sonu ölüm olan, gitmelerle kalmalar arası eski sevdalara varmalar mı?


:BJFG:
   Bir madencininki kadar yorgun bedeninle işten çıkıyor, caddenin kalabalığına karışıyorsun. Her adımda zonkluyor tabanların. Dengeni bir türlü kuramıyor, ikide bir yalpalıyorsun nedense. Bazı insanların öfkeli bakışlarıyla karşılaşınca anlıyorsun onlara hafiften dokundurmuş olduğunu. Sanki kasıtlı yapıyormuşsun gibi; ne kötü bakıyorlar öyle! Neyse ki sen, her zaman herkesten kolayca özür dileyebilen birisin. Ama bu kalabalık caddede özürden anlamayanlar da var elbet! Az önce yakanı büyük bir şans eseri kurtardığın o ihtiyar gibi! Adamın seğirmekte olan sol gözünde bile ürkütücü bir kin yüklüydü. Şakası olmadığı belli. Eğer son anda kuramasaydın dengeni, elindeki bastonu havaya kaldırıp basacaktı dayağı.
    Bu akşam kaderin sana kurduğu ikinci tuzak, kırklı yaşlarını süren bakımlı ve güzel bir kadın. Sen şaşkınlık içinde baka dur ona! O, hafifçe kendisine değen omzunun intikamını, beş para etmeyen gençliğe sövüp sayarak; elini, kolunu, başını ve diğer tüm oynak yerlerini sallayıp hışımla yanından uzaklaşarak alıyor. Böylece yürümek, dayanılması son derece güç bir işkenceye dönüşüyor.
   Güneş! Hâlâ batmaya niyeti olmayan sevgili güneş! O da boş durmuyor, amansız düşmanlar gibi kurulduğu tepeden kızgın oklarını gönderiyor. Gergin sinirlerini ezen sıcağı, cildini soluksuz bırakan nemi! Ve bu yılki son kazığı da alerji! Artık dayanamıyor, kanatana dek gidip geleceğini bildiğin ilk tırnağı geçiriyorsun etine. Kollarından boynuna, ensenden yüzüne; kaşıdıkça dibe vuruyor açlık! Ne biçim bir kısırdöngüyse bu böyle...
   Nereden bakarsan bak, daha on beş dakikalık yol var eve. Burnundan soluyarak eşinen binlerce boğa, içinde! Ne dersin; hepsini kovabilecek misin acaba!
***

    Bacaklarına dolanacak olan küçük sabırsızın, ziline bastığın kapının ardında hazırdır çoktan. Senin tependen aşağı boşaltacağın iki tas suyun özlemiyle kıvrandığını ne bilsin! Kucağına tırmanması için uzattığın koluna, kıkırdayarak yerleştirir poposunu. Çantadan kurtulabilmenin savaşı da öbür kolunda sürüp gitmektedir o sırada. Minicik ellerin boynundaki kilidi gevşesin diye öpücükleri hızlandırır, kucağından yere kaydırırsın. Banyoya koşarken o yine peşindedir. Hazırlanacak valizler, yetişilecek bir otobüs vardır terminalde.
    Kapıdan girerken portmantoya fırlattığın, giderken unutmayıp çantana atman gereken anahtarlar vardır. Kapatılacak vanalar, evde bırakılmaması gereken çöpler, kızın gibi sürekli arkanda dolanan ve bitip tükenmeyen öğütleriyle canına okuyan bir annen vardır. Neyse ki onun sesi tekdüze; unutulmayacaklar kolayca öne çıkar: çocuğun ilaçları, sabunu, birkaç parça oyuncağı!
    Duştan sonra valizlere koşuyorsun. Çocuk sorularını sıralıyor. Şimdi dingin ve güzel yanıtlar verebiliyorsun ona. Yerde sürükleyerek senin bulunduğun odaya getiriyor çantanı. Yarım yamalak omzuna takıyor, gözlerinin içine bakarak “Anne oodum!” diyor. Dayanamayıp kahkahayı basıyorsun. İşini bırakıp yanına gidiyor, sıkı sıkı sarılarak öpüyorsun. O neşeyle gülerken, sen arkanı dönüveriyorsun!
***

    Çocuğa kollarını bir ahtapot gibi dolayıp, katıla katıla ağlıyor annen terminalde. Çocuk alışkın olmadığından şaşıyor önce, sonra içli, umutsuz bir ağlama tutturuyor. Yüreğin burkularak, “Anne, anne lütfen!” diyorsun.
    Sen otobüse binerken de sıralıyor öğütlerini. Araç hareket ettiğinde, hıçkırıklarıyla baş başa kalıyor peronda.
***

    Kornaların kudurduğu ani bir frenle uyanıyor ve telaşla yanındaki koltuğa dönüyorsun: Öne doğru biraz kaymış, ama yine de mışıl mışıl uyuyor çocuk! İki küçük valizi üst üste koyup yerdeki boşluğu tıkamış olman işe yaradı.
    Gittikçe açılan tonlarıyla bulutlara yansımış, güzel ve koyu pembe bir hilal yükseliyor sisli tepenin ardından. Yuvarlağını tamamlayarak büyürken, rengi daha da koyuluyor: Önce portakala yakın, sonra neredeyse kırmızı ve en son sarı! Bitimsiz açılan, güçlenen, üzerindeki gözü yorarken ruhu yıpratan; delirmiş sarısıyla İstanbul’da bıraktığını anımsatan bir güneş!
    Su dağıtan muavinin beyaz gömleği bölüyor düşünceni. Evet, istiyorsun; bir bardak serin su tümüyle açıyor uykunu. Koridorun öte tarafındaki kadınla göz göze geliyorsun. Islıklarla horluyor kocası. Kadın dün akşamki gibi düşmanca bakmıyor sana. Yaşadığın hiçbir âna ortak etmek istemiyorsun onu. Önüne dönüyor, çocuğun dizlerinin üstünde duran ayaklarını düzeltiyorsun. Başının minicik yastığında rahat olup olmadığına, altına serdiğin pazenin kırışıp kırışmadığına bakıyorsun. Onun seni izlediğini biliyor, “Bu otobüslerde erkeksiz yola çıkmış kadınlardan daha kötü hiçbir şeyle karşılaşılmıyor galiba!” diye düşünüyorsun.
    Çamlara takılıyor gözün. Yamaçtaki toprak başını alıp gidince, açıkta kalan kökleri boşluğu sarmalayan... Ve bu yüzden çarpık büyüyen çamlara!
    Ürkütücü derinlikteki yeşil vadilere tepeden bakan dar bir yolda ilerliyor otobüs. Sarkmış elektrik kablolarını taşısın diye dikilen ahşap direkler, uzaktaki sislerin içinde gözden yitip gidiyor. Çamların bitip kayalığın başladığı yerden kuş sürüleri havalandı. Sayıları öylesine çoktu ki, güneşin önünde bir şemsiye gibi durup ortalığı kararttıkları anlar oldu.
***

    Otobüsten indiğinde, kucağında uyuyan çocuk ve bir yığın valizle kalakalıyorsun. Neyse ki muavin çağırdığı taksiye yükledi hepsini.
    Tek katlı yamulmuş evlerin arasından, bomboş yollardan geçti taksi. Eski hamamla tam beş yüz yıllık caminin önünden sağa saptı. Kıvrılarak ilerlerken, biçilmiş ot kokusunun yoğunluğu karşısında şaşkına döndün.
    Sağda, incecik şırıltısıyla akan paslı bir oluk; solda ayrıkotlarının boğduğu küçük mezarlık... Her iki yanı da ısırgan otuyla kuşatılmış yolun sonunda, yusyuvarlak bulutların taçlandırdığı mavi bir gökyüzü! Uzaklarda, yeşilin açıklı koyulu tonlarını sergileyerek birer parça vitraya benzeyen tarlalar. Çayırda plastik oyuncaklar gibi duran ineklerin, çapaladıkları toprak üzerinde sadece birer kara nokta olan kadınların görünümü! Açık havada dağılıp zayıflamış sesler taşırken rüzgâr kulaklarına, bunların tümünden geçerek yüreğine sızan şeyin ne olduğunu düşünüyorsun sen!
    Şimdi görünen açıklıkta, ekili ya da terk edilmiş topraklar arasında bir tek ev kalmıştı. Araba önünde durunca, tombul bir kadın belirdi kapısında. Sen hâlâ uyuyor olan çocukla inmeye çalışırken, şoför bagajdan valizleri alıyordu.
    Başındaki tülbentin ucuna gözyaşlarını silerek yaklaşan kadın, “Hoş geldin!” dedi. Kucağındaki çocuğu sıkıştırmamaya çalışarak sarıldı sana. Yanaklarına kocaman öpücükler koydu. Sonra, dayanamayıp ufaklığı kollarına aldı ve o bilindik şapırtıyı başlattı. Kızmadın, hiç kızmadın! Eskiden ne çok kızardın oysa! Kıskanıyorsun sanırdı o; insan yüreğini bozmazsa, mikroptan bir şeycik olmazdı çünkü!
    Yemyeşil, küçücük bir bahçenin daracık yolundan yürüdünüz. Başıyla köşede bir yerleri göstererek, “Kızım gelene kadar büyüdü işte çilekleri!” dedi.
    Şaşırtıcı bir biçimde hâlâ uyuyor olan çocuğu sağını solunu desteklediğiniz yastıklarla güvene alıp, evin her yerine mis gibi çay kokusu yayan mutfağa geçtiniz.
    Önceki gecenin hazırlıklarla geçirilmiş olduğunu masadakilerden anlıyorsun.
    “Ondan da ye, bundan da ye.”
    “Kesinlikle şunun tadına bakmalısın!”
    “Bunu sizin için pişirdim.”
    “Kupkuru kurumuşsun yine.”
    “Ah, ben orada olacaktım ki!” diyor.
    “Ama değilsin!” diyemiyorsun. “Akşamüzeri, sokaktan geçişimi camlarda beklemiyorsun artık. Sepetle zeytinyağlı dolma salmıyorsun aşağıya. Kek, börek! İyi ki salmıyorsun, salmıyorsun da; ben de kaptırmış yaşam savaşına kendimi, delirmeye zaman bulamıyorum,” diyemiyorsun.
    Çayın daha bitmeden fırlıyor ayağa, hemen yenisini dolduruyor. Anneni sorup selam söylüyor. Vereceğin yanıtı bile bile -unutmuş olamaz- “İşler nasıl?” diyor.
    “Hep aynı!” diyorsun.
    “Bir hafta çok az değil mi be kızım.”
    Daha fazla izni kimseye vermediklerini söylüyor; kafandaki karmaşadan şaşkın, tabağındakileri didikleyip duruyorsun. Sonra, anlamıyorsun nasıl olduğunu, kendiliğinden dökülüveriyor o sözcükler. “Çok sıkıldım, çok yoruldum!” diyorsun.
    Kadın altdudağını sarkıtıp küçük bir çocuk gibi başını öne eğerken, sanki senin üzerinden tonlarca ağırlığında bir yük kalkıyor. Titreyen sesiyle, “Kalabilsem kalırdım!” diyor.
    Ancak o zaman ayırdına varıyor, “Hayır hayır!” diyorsun heyecanla, “Demek istediğim o değil. Ben... Ben yalnızca buranın bana iyi geleceğini sanıyorum; hepsi bu!”
    “Gelir gelir!” diyor burnunu çekerek. “Buranın sessizliği iyi gelir, serinliği iyi gelir insana. Çocukla ilgilenirim ben, sen dinlen!”
    Uzanıp, masanın üzerindeki elini sıktın. Homurtulu bir motorun sesiyle bölünmeseydi o an, belki de yanağına bir öpücük bile koyacaktın.
    Bahçeye birlikte çıkıyor, yere çömelmiş öğretmen emeklisi akrabanızı kartondan bir kutuyu ters çevirirken buluyorsunuz. Adamın karısı yanı başında iki büklüm! Elinden sarkan et parçalarıyla gülünç bir pusuya yatmış; heyecandan tir tir titriyordu zavallı.
    Silkinerek ayaklanan kedileri görünce, irkiliyor kayınvaliden. “İstemediğimi söylemiştim ağabey, niye getirdin bunları?” diyor öfkeyle.
    “İstersin istersin Feridee, çok ciciler çook, heh heh he!”
    Yaşlı kadın başını güçlükle doğrultup, ters ters kocasına baktı. “Ben demedim mi ‘sevmiyor’ diye, bu işler zorla olur mu hoca?” dedi.
    “Sen karışma Şaziye! Feride, bizdekilerin sayısı on beşi geçti, bunlarla yirmi; bakamıyorum artık kızım; kapı dışarı etmeye de gönlüm razı olmadı. Ne yapayım be yavrum!”
    Seni yeni görüyormuş gibi yapıp, “Ooo bu hanım kızımız da kim, gelin hanım mı yoksa!” dedi.
    “Evet, bu sabah geldi.”
    “Hoş geldin kızım. Şaziye, bak, Feride’nin gelini.”
    Yaşlılıktan sulanmış fırlak gözleriyle uzun uzun baktı kadın. Sonunda, “Haa, iyi iyi!” dedi başını sallayarak.
    Daha iki dakika geçmeden kocasının böğrünü dirseğiyle dürtüp, “Kim dediydin kim?” diye sordu.
    Kedilere, yerdeki torbadan çıkardığı et parçalarını vermeye başlamış olan adam, “Elinin körü!”dedi öfkeyle.
    Kayınvaliden bir adım atıp aranızdaki boşluğu kapattı, “Ablamın beyin damarları tıkalıymış da, ondan böyle! Sen kusura bakma!” dedi.
    “Boş ver!” diyen mimiklerle sallamıştın elini.
    Konukların akşama dek kalacağını öğrendiğinde, “Gelin de bu sabah geldiydi; yol yorgunu!” diye birkaç kez yinelemiş, oralı olmadıklarını görünce üzüntüyle sana bakmıştı.
    Yemek servisi yaptınız, sonra bulaşık yıkadınız; çay demlediniz, yine bulaşık çıktı; tabaklarda etli meyvelerden geriye çöpler kaldığında da durum değişmedi.
    Al sana, kendine gelip dinlenmen için köyden bozma sessiz bir ilçede bir haftalık tatil!
***

    Üç gün süren ince bir yağmur başladı sonra. Toprak kokusu keskindir diye, ilk gün bahçeye adımını atmadın. İkinci gün çıktığında ıslak çim kokusu başını döndürmüş, yağmurun ulaşamadığı saçak altına -kum kovasını görülmemiş bir iştahla doldurup boşaltan kızının yanına- oturmuştun. Gri renkli yavrunun miyavladığını da o sırada duydun. Kayınvalidenin, “artık oradan çıkamayacağını” söyleyişindeki kesinliği anımsayıp; haklılığına şaştın. Hantal bir traktör sarsılarak gelip ekinleri biçtiğinde, anızların altında kalıp kimsenin dikkatini çekmeyecek olan iskeleti düşündün. Tiksintiyi bastırabilmek için kızına bakmış, ıslak kumu elleriyle kalıpladığını görmüştün. Midene giren sancı içeride kıvrılıp dönerken, korkunç bir bulantıya yol açtı.
    Bahçedeki orağı kaptığın gibi saldırdın ekinlere. Koşa koşa gelmişti kayınvaliden. Bileğini sıkıca kavramış, alıp fırlatmıştı orağı. Başını göğsüne bastırıp, tatlı bir mırıltıyla yatıştırmaya çalışmıştı: “Koca tarlanın kimbilir neresinde? Ekinin hepsini de biçecek değilsin ya! Zaten sahibi aksinin teki..."
    "Bu kadar üzüleceğini bilsem, sen gidene kadar toplatmazdım onları!”
    Sümüklü bir çocuk tarafından yakalanan üç yavru kediyle annelerinin, içine dolduruldukları çuvalı umutsuzca tırmalayışları bir türlü gözünün önünden gitmiyor! Yavruların en yabanisi olan gri renkli neredeydi o sırada?
    “Görmüştür o!” diye bağırıyorsun. “Annesiyle kardeşlerinin nasıl toplandığını görmüştür. Korkusundan girmiştir ekinlerin içine, şimdi de çıkmıyor. Bağıra bağıra ölecek orada, açlıktan ölecek!” Gecikmiş bir soluğu hırslanarak dolduruyorsun ciğerlerine; ardından tiksiniyor, onu geri veriyorsun bu dünyaya; şimdi sesin güçlükle çıkıyor, “Özlüyordur onları.” Kendiliğinden akıyor gözyaşların. Kadının ellerinden sıyrılıyor, deliler gibi kızına koşuyorsun. Kucağında şaşkın yavrun, yanağında hızla birbirini kovalayan damlalar: yüreğin ölümlerden arınıyor mu sanki!
***

    O akşam, dönüş biletini ayırtmaya ilçe merkezine gidiyorsunuz. Yürüdüğünüz kıvrımlı yol geceyi bir perde gibi üstüne çekip, hızla karanlıklara gömülüyor. Cırcırböceklerinin yaygarasına karışan garip ıslıklar, köpeklerin uzaklardan gelen havlamaları! Kurumaya yüz tutmuş derenin üzerindeki alçak köprüyü geçerken, sesi kesilen kurbağaların suya atlayışları! Tenine sağanak gibi inen ürpertilerden yorgun, başını kaldırıyorsun; binlerce yıldıza ışıltısını veren gümüş renkli ay, katran karası gökte parlıyor! Dünya düşünemeyeceğin kadar büyük; sen onun üzerinde soluk alıp veren yaratıklardan biri, en değersizi, küçücük bir ayrıntısın. Her şeyin sonu, koyulup ağdalaşmış bir ölüm duygusuyla çürümüşlük kokusu! Şimdi düşüncenden silinmiş bile olsa, seni beklediğini bildiğin renkli bir karabasan var uzakta. Ne gözyaşlarınla, ne de bunalımlarınla hesaplaşabildiğin o baş belası kent!
    Bir otobüse binip gitmeler mi her şey; yoksa, gittiğini sanarak kalmalar mı; yalnızca sonu ölüm olan, gitmelerle kalmalar arası eski sevdalara varmalar mı?
***

    Döneceğin günün sabahı, kucağında minik kızınla son kez çıkıyorsun bahçeye.
    Biraz unutmuş gibisin yamuk büyüyen çamları. Vadileri, sisler içindeki tepelere tırmanan yapayalnız elektrik direklerini. Ekili ya da boş topraklardan yayılan hüznü; günbatımlarında, mavi göğün kuşandığı renk bağını unutmuş gibisin!
    Çocuk son kez yesin diye eğilmiş, kızarmak üzere olan çilekleri topluyorsun.
    Motoru bağırtılan beyaz bir minibüs son hızla öyle bir yaklaştı, bahçenin önünde öyle bir durdu ki, içinde trafik canavarının bulunduğu sanılabilirdi.
    Çoluk çocuk, genç yaşlı, inmekle bitmedi; tam on iki kişiydiler. Şaşkınlık içinde bakakalmıştın.
    Kadının biri, bileğinden tuttuğu küçük kızını hızla sürükleyerek sana yaklaştı. Karşında durup iri dişlerini gösteren itici gülüşünü ısrarla uzatarak gözlerine baktı. Leylek gibi kollarını açıp da sarılmak üzere öne doğru eğildiğinde, yüzünü annesinin eteğiyle örtmeye çalışan çocuğun başını okşamak için elini uzatmış bulundun sen. Ve o sırada birileri, “Cahide!” diye seslenmiş oldu. “Haa,” dedin. Bu o, Cahide!” Feride Hanım’ın yakın akrabalarından biri, seni en çok seveni!
    “Nasılsınız canım?”
    Değilsin, hele şimdi, iyi falan değilsin!
    Onların ardından içeri giriyor, zavallı kayınvalideni buluyorsun. Küçücük odada dört dönerek umutsuz bir çabayla kalabalığa yer arıyor.
    Seni görünce çekinerek yaklaşıp, “Geldiğini duymuşlar da, hoş geldine...” diyor.
    Şöyle çatlak bir kahkaha ne iyi giderdi, diye düşünüyor; ama kıyamıyorsun. “Bırak anne, bırak!” diyorsun yalnızca.
    Koca tencerelerde yapacağı yemekler için yardım ediyor, sonra da yol hazırlıklarını bahane ederek arka odaya çekiliyorsun.
    Feride Abla kıız, eski köye yeni âdet mi getireceksiniz! Ben gördüm onu, açık saçık; yakışır mı bizim aileye? Bu abim delirmiş mi yoksa! Ne diyorum biliyor musun; seninle gidip şu bizim Halim Hoca’ya bir baktırsak, büyü falan olmasa bu işte; maşallah abimde boy bos, yakışıklılık yerinde!
    “Kazma gibi dişlerinin arasından merakın kudurttuğu salyalar sızarken, heyecanla bekler şimdi içeride,” diye düşünmüştün. Yanlarına gitsen de tepeden tırnağa şöyle güzelce, doya doya bir süzseler; talihsizliğine kendilerince nedenler bulup yakıştırsalar.
    “Uğursuzluğuyla geldi yabanın yosması, ben sana dediydim a Feride Abla! Aslanlar gibi abimin başını yedi kaltak!”
    Onunkini bastıran başka mırıltılar geliyor kulağına. Duymak, dinlemek istemiyorsun. Savunulmak da istemiyorsun. Ama o, içeride onlara karşı savunuyor seni!
    Oğlundan sonra kimseyle olmayışının minneti bu, biliyorsun! Minnet istemiyorsun ki sen. Kimseden, kimseden hiçbir şey istemiyorsun!
    Direnmenin, ya da değişik coğrafyalarda huzur aramanın bir anlamı yok.
    Minik ırmaklar süzülüp inerken yanaklarından, elinde tuttuğun çamaşırda kilitleniyor parmakların.
    Ne kadar bir sürenin sonunda pencereye bakıp da içinin aydınlandığını bilmiyorsun.
    İşte! Onsuz geçen bir günün daha sonundasın!

                                             Rahime DİLEK

      16.01.2006




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Rahime DİLEK kimdir?

Dil işçisi.

Etkilendiği Yazarlar:
Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal, Nezihe MERİÇ, Füruzan, Tomris UYAR, Sulhi DÖLEK, Necati TOSUNER


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Rahime DİLEK, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.