..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Dünyada insandan çok aptal var. -Heinrich Heine
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Bireysel > Ender




11 Mayıs 2006
Bozuk Musluğun Tiz Sesiyle Yeni Güne Akort!  
Ender
İçinde, sabahın ilk süprizi gibi durduğum sisli aynadan, ani bir ürpermeyle geri savrulmuş bedenimi toparlamaya çalışyorum. Gözlerimi, kafa kafaya gelmiş ağır tonajlı bedenimden ayırmadan. Ellerimle körebe'nin taklidini yaparak, uykumla beraber, korkumu da uğurlayacak olan su birikintisinin kilidini bulmaya çalışıyorum. Yoklayarak.


:AHBF:
Günün hangi saatine "motor!" denilirse sabah sayılır. Güneş, sabaha, misafir olmak istediği zaman birimine, hangi yüzle gelir? Burun kıvıran bir surata ev sahibi olmak kadar eğreti durmak, işgüzarlık mı? Sahipsiz bir pazar sabahının vekaleti bana mı verildi?

Yenigüne selam veren, teybe kaydedilmiş ve son kullanma tarihi geçmiş nağmesiz cümlelerim. Yatağımdan lavoboya, kaportası ve farları yamuk ruhumun taşıdığı ve muhtemel beyninin canlılık göstergesi ehliyetine el konmuş, yasa dışı bir yolcuk yapıyorum. Rahattan zora, zoraki bir yolculuk ; fırtınalı. Ellerim, gözlerimde silecek misali. Ayna da kendime bakıyorum. Sisli havada son anda farkedilen ağır tonajlı araç gibi aynadaki sülietle karşılaşıyorum. Uykumu uğurlamak için bir avuç suya gerek kalmıyor. Böyle bir görüntüyle karşılaşma korkusu, bir daha uykuyla aynı bedeni paylaşmayacağım duydusu uyandırıyor.Duygusu uyanan insanların, uykusuzluğu bahane etmeleri bundandır herhalde. Ya o gelecek ben terk edeceğim bu bedeni ya da ben buradayken o'na yer yok bu mekanda. Zaten uyku, ölümün kız kardeşi değil midir?

İçinde, sabahın ilk süprizi gibi durduğum sisli aynadan, ani bir ürpermeyle geri savrulmuş bedenimi toparlamaya çalışyorum. Gözlerimi, kafa kafaya gelmiş ağır tonajlı bedenimden ayırmadan. Ellerimle körebe'nin taklidini yaparak, uykumla beraber, korkumu da uğurlayacak olan su birikintisinin kilidini bulmaya çalışıyorum. Yoklayarak. Ama çok uzun sürüyor bu zaman. Gerçekten körüm ve ebeyim. Ellerimin ulaştığı vanadan, nihayet hayat doğurtuyorum. Bana hayat olan bir hayat. Çok zaman geçmiyor. Ne yazık ki musluğa,bana ölümcül bir darbe gibi gelen, hayat veriliyor. Canlanıyor musluk. Tiz bir çığlık koparıyor. -Genelleme yapacak olursak, sinir bozucu şeylerde özne kullanılmaz. -Nabzını tutuyorum ve ellerim ıslanıyor. hayat var ; bana ölüm gibi gelen bir hayat. Musluğun ağlama sesleri, kulağımın dar çeperine matkap etkisi yaparken sinir krizi geçirmesin diye bir avuç suyu, bir avuç hayatı, boca ediyorum suratıma. İş işten geçiyor. Bünyem, sinirlerim, artık, yeni güne, bozuk ve ağlayan musluğun tiz sesiyle akort olmanın kılıfını geçiriyor üzerine. Kaportama, donanımıma, tüm sanrılı başlangıçlarına sebep olan sisli aynanın konuğuna, yani bana, sellektör yapmadan, son sürat, en yasa dışı yolculuklarımdan birini daha gerçekleştiriyorum. Allah'tan koridor tenha. Mutfakla oturma odasının arasına, antrede kurulmuş ve beklemekte olan, boy aynasını görmeden sıvışıyorum koridordan.

Bir an önce evimi benden kurtarmalıyım. Dışarı atmalıyım kendimi. Üzerimi değişiyorum. Hem de ne giydiğime bakmaksızın. Portmanto'mun bugün izin günü herhalde. Yerinde yok. Ya da hala kör. Artık gibi yere bırakılmış postallarımı ayağıma geçiriyorum. Halbuki hiç işim yok. Fakat beni gören, 24 yılda bir geçecek fırsatı değerlendirmek için acele ettiğimi düşünür. Dairemin çıkış kapısını açıyorum ,ki o da ne? Ebelik hala üzerimde ; muslukla aynı özelliklere sahip bir erkek kardeşin dünya'ya gelmesine vesile oluyorum. Yağlanması gereken menteşelerin çıkardığı acı feryat, komşular tarafından linç edilmeme sebep olacak nerdeyse. Yeni bir hayatın bedeli olacak gibi bedenim. Saçıma, başıma, şeklime, şemalime bakmadan, pır topuk, güneşin yarısını esaret altına aldığı yerkürenin, oksijen-karbonmonoksit karışımı kokteyline atlıyorum. Tamamen açık ceza evi dünya. Kafamın, fırtına geçirmiş ağaçlık bölgesi saçları, eminim kokteyle acı bir görüntü veriyordur.

Uzunları yakmış, ürkekliğin izleri üzerimde, hızla seyir ederken. Şehrin aziz kiyafetini giymiş ama imam asaleti olmayan caddesinde buluyorum kendimi. İki farklı kutbun nötür şeridindeyim yolun. Azami hızımı, mağazanın açık kapı ve penceresinden dışarı sızan müzik ritimleri belirliyor. Nağmelerinde hırçınlıkta barındırıyor dinginlikte. Sanki uzun yolların kenarlarında bulundurulan, içlerinde alkol barındıran hanların konuşlandığı, daha sonra da cezası, ya Devlet ya da Allah tarafından verilen, ruhsat arası para görünümlü sandiviçle geçiştirilen, yolsuzluk aperitifi gibi bilinmezlik vardı; Yığınlaşmış insan trafiğinde. Yığınların yarısıyla aynı yöne akıyorum. Tabi yığınlar arasında yere yapışmış istisnalar var. Zabıtanın muhtemel ani baskını karşısında kolay manevra yapabilmek için hafif malzemeli işportacılar. Yığınların üzerinden akan çamurları, yere serdikleri mendille temizlemeye çalışan dilenciler. Diğer saydıklarımla aynı amaca sahip fakat dolaylı yoldan ekmek derdine düşmüş, işini pişkinliğe vurmuş, dükkanları önünde durup, ayaküstü yiyecek pazarlayan amigo kılıklı teşvikatçılar. Karşılıklı, köşe başlarını kapmış polis ve pezevenkler. Akan yığınlar arasından sevdiğini yada aşk yaşamak istediği kişiyi çamurdan kurtarmaya çalışan, karizmatik işsizler. Hepsi ama hepsi akan yığınlar arasında kurumuş kalmışlar. Yerlerine yapışmış, haraketli ve hareketsiz birikintiler. Evdeyken benim de aralarında bulunduğum sefiller. Egom, adımlarımın dengesiz savruluşları arasında, gördükleri sayesinde sabah kahvaltısı yapıyor. Ruhum doyuyor. Yaşadığım çarpık metropolleşme ve hormonsal dengesizlik nedeniyle gözüm ve midem boş.

İşlek gibi görünen ama işlemeyen cadde de yürüyorum. Bedenimin tavan arasını, güne katmam gereken bişey var mıydı diye karıştırıyorum. Ama zihnim o kadar dağınık ki aradığım şeyi bulamıyorum. Aslında ne aradığımı bilmiyorum. Belki de yok. O an ki donanımıma, yaşanması gereken şeyleri yaşamış süsü vermek için, insanların beni dopdolu gibi görmeleri için, ucuz marka sigaramın paketininden, şeytan tarafından, içi intihar komandası eğitimiyle doldurulmuş kısa namlulu bir sigara çıkarıyorum. Bu kararı caddenin azgınlaşmış kısmında vermemden dolayı, diğer birikintiler gibi olduğum yerde tutunmam çok zor oluyor. Saçmalamışlık havası veren, bu adapsız, senkronize hareketimde ateşliyorum sigaramı. Artık, zaten acı olan bu hayat kokteyline, dumanı tüten yanar-döner havası katıyorum.

Bütün insanlık, pazara hak eden değeri verme gayretinde. Bense olmayan yada olmaması gereken varlığımla haftanın sekizinci günündeyim. Tek güven ve huzur verici zamanların lideri pazar, emrindeki yelkovan ve akrebe yavaşlamaları için talimat vermiş sanki. Zaman cahilleşiyor. Yalnızlığım, yaşadıklarımla doğru orantılı, içimde kalabalıklaşıyor. Aynı zamanda dış dünya'ya, kulakları kapatacak kadar büyük desibelli seminerler veriyor. Yalnızlığımın içimde irileşmesi, bedenimin zayıflamasına neden oluyor. Yanlızlığın içimi evcilleştiren, dışıma değen tatsız, tuzsuz, susuz, aşsız kampındayım. İlk insanların son görüntüsüyle yürüyorum. Az önce, sigarama ateşi bulmanın verdiği rehavetle adımların boyutları da evrim geçiriyor. Ben yürüdükçe kocaman cadde küçülüyor, cadde küçüldükçe adımlarım büyüyor. Kafa karmaşası nedeniyle, üç hamle öncesi unutulan eylemsi faliyetlerim. Ne kadar seri olursa ve ne kadar büyük olursa ve de ne kadar güçlü olursa, ödüle layık görülen adımlar. Alalade koşuşturmacalardan daha anlamsız gibi görünüyor.

Rotam, daha çok yanlızların tercih ettiği caddeye nazaran, biraz daha ıssız olan güzergaha seyirtiyor. Yanlızların, karşısındakini anlar selamlarına sahip garip sokağa dalmak, ilk başlarda daha tehlikeli gibi. Yanlız, içimde taht kuran yanlızlık, bana verdiği, pek kısa sayılmayan eğitiminden dolayı, profesör edası yüklediği için. Bu tehlikeyi kısa sürede atlatıyorum. Böyle sokaklar, tansiyonu düşük, çeperini fazla zorlamayan ince damarlar gibi. Fazla ilerlemeden sebebini de anlıyorum. Karşılıklı dizilmiş kırathaneler gözüme çarpıyor. Altımdan akan asfalt, kepçe misali, dünyayı dolaşan insanların taşıdığı ayaklardan dökülmüş kum tanecikleriyle örtülü. İnce bir tül gibi. Bu durumu fark ettiği için mi yoksa can sıkıntısına meşgale olsun diye mi tercih ettiği anlaşılmayan bir adam, kıraathanesinin sınırlarındaki tül perdeyi, elindeki hortumdan fışkıran tazyikli suyla kovalıyor. Bende adama saygı duyuyorum. Saygı duymak ; güneşe ihtiyaç duyan odanın, penceresinden sarkan kalın perdeyi aralamakla eş değerdedir. Gayri ihtiyari tebessüm ediyorum. Adam gözlerinde kara bulutlarla karşılık veriyor. Titreme sarıyor bedenimi. Adama çok yaklaşmama rağmen, tazyikli akan hortum suyunu yolumdan çekmiyor. Önümde tül savar bir bariyer var. Tereddüte kapılıyorum, geri dönmek yada yoluma devam etmek konusunda. Tazyiğin etrafa sıçrattığı milyonlarca su zerreciği, evde yıkamayı unuttuğumu sandığım suratıma konuşlanıyor. Üşüyorum. Üşümenin yüzüme yaptığı garip makyaj, adama da garip gelmiş olacak ki, nihayet çekiyor sudan sebebini yolumdan. Özür dilemesine fırsat vermeden uzaklaşıyorum ordan.

Kapsından kükremeler yükselen, yüksek tavanlı, ticari amaçla nostaljik görünüme dönüştürülmüş, ahşap kıraathanenin kapısına kısa süreli dekorluk yapıyorum. Tüm bu yaşadıklarıma, üç şekerli, sıcak bir tavşan kanı çayın iyi geleceğini düşünerek, ödül alması için hızlanması gereken adımlarıma, tavan arasından emir gönderiyorum. Zaten bozuk bir musluğun tiz sesinin, güne kötü akort yapmış olmasını, başka ne değiştirebilir ki ? Hiç bişey düşünmeden teselli naraları atıyorum içime. Uzun süredir içimde sanat faliyetleri festivali veren yanlızlğımın, yorulduğunun da dolaylı bir göstergesi gibi. İçime savurduğum naralar, yanlızlığımı, güne ithaf ettiği, seranat esnasında yakalıyor. Yanlızlığım şarjı bitmiş telefon kadar işlevini yitiriyor.

"Buyrun kime bakmıştınız?" diyor, Allah tarafından, görünümü mesleğine göre yaratılmış adam. "Kimseye" diyorum. " Sadece bir bardak çay içecem. o kadar." Suratımda ikna edici bir bakışın tokat izleri beliriyor. Şaşırıyorum. Ya da bazen korku, maskesini şaşırmış bir yüz ifadesiyle gösterebiliyor. Gözlerimi, yüksek tavanda kısa bir tura çıkardıktan sonra, "bunu kim çıkardı karşıma" anlamını taşıyan ifademi, içinde küçültücü anlamda barındırması nedeniyle ve de adam alınmasın diye, talaşlarla örtülse daha iyi olurmuş gibi gelen, dekoru tamamlayan, tahtadan tabana indiriyorum. Bedenim, gözlerimin yaptığı manevra sayesinde güvende. Ama insan kimyasının çözülememiş tarafı olan merakla karşı tarafın bir sır gibi duran küpününün çatlamasını bekliyorum. Adam susuyor. Susmanın da bir işkence biçimi olduğunu hatırlatırcasına susuyor. Bende susuyorum. Vücudumdan sızmaya başlayan kimyasal artıklarımın yerini doldurmak için beliren bir istek bu. Pazarın, zamanı yavaşlatmak için ihaleyle satın aldığı yan şubesi gibi duran ahşap mekandayım. Zaman... Kuyruğunu havaya dikmiş bir kedi, karşımdaki adamın bacak arasında slalom yapıyor. Kedinin dikilmiş kuyruğu, o hal bölgesi kıvamındaki çaresiz durumuma beyaz barış bayrağı gibi geliyor. Adam, kedinin sürtünmesiyle elektriğini alıyor ve şarjı dolan robot gibi kendine geliyor. Sonra, çok zaman önce kurduğu cümlenin bir benzerini daha kuruyor.
" Burda yer yok!"

Tiz bir ses hala kulağımı tırmalıyor. Kendimi musluğun yanı başında buluyorum. Aynı hal ve tavırla ürkek. Musluk, altını bağlamayı bekleyen bi çocuk gibi ağlıyor. Tüm olanlara anlam vermeye çalışıyorum. Sonra ses kesik kesik geliyor kulağıma. Bir ara da kaygılı bir kalabalığın, bilmediğim birşeyi çözümlemeye çalışan tartışmalarına da tanık oluyor kulağım. Aynadaki görüntümde, sellektör yapıyorum gözlerimle kendime. Gözlerim birden alev alıyor. Şimşekleri aratmayacak bir parlaklık yayılılıyor gözlerimden. Ellerimi gözlerime götürüp, vücudumdan fışkıran kimyasallarla karşılaşmasına sebebiyet veriyorum. Sonra, yoldan, yokuş aşağı bir ırmak gibi akanlara semazen gösterisi yapıyorum sanki. Dünya durmuş ben dönüyorum. Bir ara o kalabalığın arasından geçen ve rahib'in arkasından yürüyen rahibeyle gözgöze geliyorum. Bana tebessüm ediyor. Anlam fukarasıyım ve belki, benim vereceğim anlama rahibenin ihtiyacı vardır. Ama veremiyorum işte. Tekrar tiz bir ses peyda oluyor ortalığa. Cadde de etrafıma bakınarak sesin annesini bulmaya çalışıyorum. Küçük bir çocuk, povoretti konseri veriyor, yere serdiği mendile bahşiş yağsın diye. Bir an olsun kendimi toparlamak için bedenimin tavan arasında ne varsa dışarı atmak istiyorum. Ama olmuyor. Olamayor işte. Yapamadığım bişey var galiba. Eksik olan bişey. Ama sanrılar üzerime öyle bir akın başlatıyor ki, nutkum güneş tutulmasının en canlı şahidi oluyor.

Bir süre sonra dayanamıyorum. Ağzından beyaz salyalar akan kuduz köpek kadar saldırgan hissediyorum kendimi. Kendime, kendime gelmesi için bir uyarı yokatı atıyorum. Düşüncelerim, tesbih taneleri gibi ardı ardına oturuyor. Önce, "vanası bozuk musluğun çıkardığı tiz ses, herkesin değer verdiği -hatta müslümanların bile- pazar günüme neden bu kadar ağır bir müdahalede bulundu." diye, çıkarımlar, hipotezler, savlar türetiyorum. Soğuk çarşafın bedenime dokunması ve aynı anda muşambaya sürtmesi. Çıkan ses. Zaten kapalı olan gözlerimi aralamama sebep oluyor. Bulanık bir görüntüyle gösterimde hayat. Yeşilleri giymiş muhabir kılıklı hasta bakıcı, avcunun içiyle alnımın metre karesini ölçüyor. Şaşırmanın korku maskesi taktığı kanıtlandı. Ağzımı zar zor aralayarak "nerdeyim? Noldu bana?" diyorum. Muhabir alnımdaki mikrafonu kendine çekerek "az önce yoğun bakımdan çıktın. Seni hastahaneye zor yetiştirmişler. Az kaldı, kan kaybından ölüyordun. Ama verilmiş sadakan varmış hemen bulundu ihtiyacın olan kan." Ne söylediğini bir çözebilsem. Ne anlattığını bir kavrayabilsem. Filmin son dakkasını gören seyirci gibi hissediyorum kendimi. " Ne kanı? Ne ölmesi? N'oldu bana? Ne diyorsun sen?" Tekrardan sakin olmam için mikrofonunu uzatıyor bana. Sustum ve susuyorum mikrofona. Hasta bakıcı, kaydettiğini sandığım aynı tebessümle " Sen, kafacı muharremin kahvesine gitmişsin. Tartışma çıkmış aranızda. Ve sen birden ona küfürler savurarak bağırmaya başlamışsın. Muharremde asabi adamdır. Dayanamamış. Ve işte sonuç."

Hayat, neden-sonuç ilişkisini sona saklayan, ilginç bir filmdir. Figüran olup olmaman yada yönetip yönetmemen, iraden dışında gelişir.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Ender kimdir?

yazar mıyım ? bilmem. ben yaşarım. yaşamak, bazen bam telimin sızlaması bazen de ince telden oynatması tanımına karşılık verebilir. . sıfatım olmasın, mühim değil tek malzemem harflerimi almayın yeter.

Etkilendiği Yazarlar:
tuttuğum günlükler...


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Ender, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.