Sevgi en azgın yüreği uysallaştırır, en uysal yüreği azdırır. -Alexis Delp |
|
||||||||||
|
Çok değişik yerlere turlar düzenliyorlar. Aslında benim niyetim şöyle sessiz sakin bir kıyı bulup dinlenmekti. Ama bir yere turla gidiliyorsa, artık o yerin ne sessiz, ne de sakin olma özelliği var demektir. Bunu yeni mi öğrendin demeyin bana, bazı şeyleri biliyor görünmek gerçekten bilmek anlamına gelmiyor işte. Onların ilanını gazetede gördüm. İlan aynen şöyleydi: “Götürülür...” Şimdi böyle bir ilanı görüp de merak etmemenin bir yolu var mı? Nereye? Nasıl? Ya bu nasıl bir ilan?! Son soru daha bir etkileyici oldu tabii. Verdikleri telefon numarasını aradım. Bana cevap veren adamın gayet sakin bir şekilde “Sizi istediğiniz yere götürürüz,” demesi daha etkileyici oldu haliyle. Adreslerini alıp gittim, ilanda adres namına bir şey yoktu. Bu önemsiz bir ayrıntı olarak görünmüştü gözüme. Bana tarif edilen yer, sıradan bir iş hanının aynı sıradanlıkta olan tek göz odasıydı. Ve bu sıradan oda, İstanbul’un iş merkezi olarak görülebilecek, bu tanımla akla gelebilecek bütün semtlerinden farklı, acayip bir yerindeydi. Daha doğrusu pek İstanbul içinde olduğunu da söyleyemeyeceğim. Neyse, bu da önemsiz bir ayrıntı sonuçta. Daha kapıdan girer girmez “E hani bavullarınız?” dedi adam. “Ne bavulu?” dedim. “Böyle mi gideceksiniz yani?” dedi. “Nereye?” dedim. “Bunu siz bileceksiniz.” dedi. “Ya bir dakika...” dedim. Bu anlamsız diyalog bir süre daha uzadı böyle. Sonunda anladım ki, ha deyince gidebiliyormuşum. “Siz gidin eşyalarınızı toparlayın, bu arada nereye gideceğinizi düşünün.” dedi. Sırf gıcıklık olsun diye “Ben uzaya gitmek istiyorum.” dedim. “Hangi bölgesine?” dedi. “Nebulanın sınırında bir yıldız ve o yıldızın da bir gezegeni varmış duyduğuma göre.” dedim. “A evet! O gezegeni biliyorum tabii, Kanerin!” dedi. “Hıı???” dedim. Böyle garip kafa bulmalara bayılırım ben, bayılırım! “E peki,” dedim. “Ben Kanerin’e gitmek istiyorum.” “Eşyalarınız..” dedi. “Onlar da gitmek istiyorlar.” dedim. “Tamam” dedi. Tam çıkarken aklıma niye takıldı bilmem ama takıldı işte, soruverdim “Nasıl giyecekler alayım yanıma? Yani orası soğuk mu, sıcak mı??” Başını kaldırmadan cevap yetiştirdi bana “Ilıman, hatta sıcak.” İnadına eşyalarımı toplayıp gelecektim yine buraya. Kanerinmiş! Hem bakalım havası suyu nasıl?? (Bu arada, Kanerin gezegeni gezi turu ücretini hemen konuştuğumuzu sanmıyorsunuz değil mi? Gitmeden önce bir ara konuştuk bunu ama neyse, sonra anlatırım artık.) Evde, ılıman hatta sıcak bir yerde giyilebilecek türde olan giysilerimden özenli bir seçme yaptım. Aynı özeni, gitmesi gereken ne kadar eşyam varsa hepsine gösterdim. Bunu niye yaptığımı bilmiyorum. Şimdi durup da “Niye?” diye düşünmenin bir manasını da göremiyorum açıkçası. Sonuçta, sırtımda ve elimde birer çanta irisiyle adamın kapısına dayandım. Adam “Hazır mısınız?” dedi. Kendimden gayet emin “Evet efendim hazırım!” dedim. “Tamam, artık gidebilirsiniz öyleyse.” dedi. Daha sürdürüyor kafa bulmasını diye düşündüm. Gülmemeye çalışıyordum ama nafile bir çabaydı tabii. Adam masasının bitmez tükenmez gibi duran çekmecelerinden birini açtı ve bana iki tane raptiye uzattı. Biri mor, diğeri açık mavi. “Alın bunları takın.” dedi. Ne dersiniz şimdi? Yani kafa bulmalar bitmiş, sıra açıkça dalga geçmeye gelmişti demek! Uygun bir soru arıyordum. “Nereme?” dışında bir şey! Adam baktı ki bende ses seda yok, raptiyeleri bluzumun askılarına tutturdu. “Bunlar sizin rehberleriniz.” dedi. Bende yine ses yok. “Ne yani? Sizi rehber olmadan herhangi bir tura göndereceğimizi düşünmüyordunuz herhalde.” dedi. “Yok canım..” dedim galiba. Sonra da sıkı sıkı tembihledi. Giysi değiştirdiğim zaman o raptiyeleri yine üzerime tutturmam gerekiyormuş. Onlar bana yol göstereceklermiş. Merak etmeme gerek yokmuş, çünkü beni anlarlarmış. Ve evet! benimle konuşabilirlermiş. Artık açık açık gülmemin bir sakıncası olmadığına karar verdim. Ben kendi halimde gülüp dururken, adam çekmecelerin birinden kocaman bir tebeşir çıkardı. Sonra onunla duvara kocaman bir ‘Kanerin’ yazdı. “Hadi gelip şu yazıya dokunun.” dedi. “Ne olacak o zaman?” dedim gülmeme ara verip. Zaten sıkılmıştım gülmekten. “Kanerin’e gideceksiniz.” dedi. “Nasıl?” dedim. Aslında sizler de takdir edersiniz ki, bu sorunun yanıtı tüm insan evlatları için büyük bir önem taşıyordu. Uzay – zaman ilişkisinin tebeşirlerle ve adamın duvarıyla özel bir dostlukları olduğunu, hem uzayın hem de zamanın tebeşirin rengine vurulduklarını, ve eğer o tebeşiri kullanmazsa, başına feci şeyler gelebileceğini söyledi. Yani sonsuza kadar yaşamak gibi şeyler. Bunun için, hiç istemeden ama bir şekilde mecbur kalarak böyle bir işe başladığını ve gezi ücreti olarak da hiçbir şey istemediğini söyledi. Tabii haftada bir gelen temizlikçi hanımın yevmiyesi dışında. Çünkü, duvardan yazıları ve yerlerden tebeşir tozlarını temizlemek çok zor oluyormuş. Ve ayrıca, bu yazılar sadece ilk kullanıldıklarında işe yarıyormuş. Bana bunları anlattı işte. Tebeşirin rengi mi? Giderken dikkat etmemiştim. Aklımdan uçup gitmiş. Döndüğümde ortada yoktu zaten. Bilmiyorum uzayın ve de zamanın vurgun olduğu rengi. Çantalarım, mor ve açık mavi raptiyelerim ve ben, yani benim elim ‘Kanerin’ yazısına dokundu. Duvarın akla gelebilecek her tür rengin, her tür tonuyla dolduğunu gördüm birden. Bir de raptiyelerden birinin, mor olanıydı sanırım “Atta gidiyoruz bebeğim!” dediğini duydum. Mavi olanı da “Başlama yine!” dedi galiba. Ama bana demediğine eminim. Yolculuğumu ve Kanerin gezimi anlatmaya devam edeceğim. Ama önce şu Gargininamı beslemem gerekiyor! Bölüm - 2 Duvarın renkleri birbirine karıştıkça karıştı. Bu arada raptiyelerimin seslerini de unutmamam gerekiyor tabii ki. Sanki ben orada değilmişim gibi, sanki benim omuzlarımın üstünde, benim askılarıma takılı değillermiş gibi konuşup durdular. Sürekli! Şimdi durup düşündüğümde, yaşadığım hayal kırıklığını daha iyi anlıyorum. Öyle ya da böyle, bir başka gezegene gidiyordum. Şöyle keyifli bir uzay yolculuğunu hak etmediğimi kimse iddia edemez sanırım. O boşluk, o sonsuzluk, o yıldızlar! Ama hiç birini görmedim. Renklerin etrafımda dönüp durmaları bitince, arkama dönüp adama “E hani yolculuk? Hani Kanerin?” diyecektim. Niyetim buydu. Renkler sakinleşince baktım ki, önümde duvar yok. Geriye baktım, adam yok. Hiçbir şey yok.. Aslında nelerin olup, nelerin olmadığını tam anlayamamıştım ki. Durmadan konuşan iki raptiyeniz varsa eğer, algılama hızınız hoş olmayan düşüşler kaydediyor. Ve bu da, bir turla gidilen her gezide olduğu gibi insanın sinirlerini daha ilk dakikadan bozuyor haliyle. Raptiyelerin konuşmalarından aklımda kalan pek bir şey yok. Onların konuşuyor olmalarına hemen alışmamı beklemiyordunuz değil mi? Belki biraz sinirlenmiş olabilirim, kusuruma bakmayın. Ne de olsa, iki raptiyenin rehberliğinde ve bir tebeşirin sayesinde Kanerin adlı bir gezegene bu ilk gidişim. Raptiyelerin konuşuyor olması da ufak bir ayrıntı değil. Her neyse.. Çevremde nelerin olduğunu, daha önemlisi, artık nelerin olmadığını anladığım o an geldi. Ben yine bir odadaydım sanırım. Yalnız bu seferki oda, kendi halinde bir odayı derinden yaralayacak, kendine olan güvenini yerle bir edecek kadar büyüktü. O kadar büyüktü ki, ona neden ‘oda’ dediğimi bana defalarca düşündürtecek ve kelime hazinemin zavallılığıyla acı bir yüzleşme yapmamı sağlayacaktı. Oda büyüktü işte! Her yanıyla büyüktü. Her yönüyle büyüktü. Tavanın olması gereken yerde bir çift kanat vardı ve o kanatların orada olması bana niyeyse hiç tuhaf gelmedi. Sakın benden kanatların boyutlarını anlatmamı beklemeyin olur mu? Yanımıza yaklaşan ilk şey, yine bir raptiyeydi. Aslında onun bir raptiye olduğunu hemen anlayamadım tabii. Taa ki benim mor ve açık mavi raptiyelerim, yerlerinde zıplamaya başlayıp “Babaaa!” diye bağırana kadar. Canımı acıtıyorlardı zıpladıkça. Ama çocukları bilirsiniz işte, neden – sonuç ilişkisi üzerinde fazla bir deneyimleri yoktur onların. Zıplaya zıplaya öğrenirler. (Burada kısa bir ara verip, sizlere aklımın başımda olduğunu, o iki raptiyenin gerçekten birer çocuk ve yanımıza gelen diğer raptiyenin de gerçekten babaları olduğunu belirtmek istiyorum. Bunu ben, zamanla ve uzun kıvranmalar sonucu anladım. Sizin de aynı acıları çekmeniz gerekmiyor. Bana inanın yeter.) Gelen raptiye bir sandalye boyundaydı. Sivri ucunun üzerinde, tüm tek ayaklılara örnek olacak bir ustalık ve incelikle ilerliyordu. Tam bu sırada, bana rehber olsunlar diye iki yavru raptiye veren adama şükranlarımı sundum. Omuzlarınızı ve diğer raptiyeyi düşündüğünüzde, sanırım minnet duygularımı daha iyi anlarsınız. Kanerin gezegenindeki tek canlı türünün raptiyeler olduğunu sanmayın sakın. Onlar bu gezegenin rehberleriymiş sadece. Zaten Kanerin’de her işi yapan ayrı bir canlı türü bulunuyormuş. Neyse, bunları size sırası geldikçe anlatacağım tabii. Ama unutmadan söylemek istediğim bir şey var. O da Kanerin gezegeninin bizzat kendisi hakkında. Kanerin pufuduk bir koltuğa benziyor. Hani kocaman top gibi, yumuşacık koltuklar var ya bizim buralarda. Ancak biri oturunca bir parça içine çöker. İşte aynen onun gibi Kanerin. Bunu da nereden çıkardın? demeyin bana. Gördüm çünkü! Yani bir maketini gördüm. O devasa odanın ortalarına denk gelen bir yerinde duruyordu. Önceleri “Bu koltuğu buraya niye koymuşlar ki?” diye düşündüm. Bir kere çok büyüktü. Ama baba raptiyenin endamı aklıma gelince “Herhalde buna oturacak boyutta bir şeyler de var buralarda.” dedim. Ancak o koltuğun bir koltuk olmadığını, onun Kanerin gezegeninin bir bölü bilmem kaç ölçeğinde bir maketi olduğunu bana söylediler. Raptiye ve çocukları. Ve aklımdan geçeni tahmin etmiş olmalılar ki eklediler hemen “Evet, gezegenimizin üstüne kimin oturduğunu, biz de çok merak ediyoruz.” Bölüm - 3 Baba raptiyeyle evlatlarının özlem dolu kavuşmaları bittikten sonra bana “Hadi sizi kalacağınız yere götürelim bari.” dediler. Anlamaya çalıştığım şey, bana rehber diye verilen raptiyelerin bundan sonra ne işe yarayacaklarıydı. Yani omuzlarımı gereksiz yere işgal etmelerinin bir manası yoktu ki. Hem rahat da durmuyordu veletler! Kıpırdanıp duruyorlardı ha bire. Beni bir araca bindirdiklerinde durum anlaşıldı. Raptiyelerin meslek yaşamları çok küçük yaşlarda başlıyordu ve benim raptiyelerimin de yaşları, aslında o kadar da küçük değildi. Elbette Kanerin yıllarına göre. İsterseniz size önce şu aracı anlatayım biraz. Tüm Kanerin gezim boyunca bu araçlara çok sık bindiğim için onlardan söz etmeden geçmek olmaz. Kanerin ulaşım araçlarına bizim buralarda ‘oyun hamuru’ diyorlar. Kanerinliler ise onları ‘Dobi’ diye çağırıyorlar. Dobi’nin anlamı şu oluyormuş: ‘Çağrılınca gelen ve taşıyacağı şeyin şekline göre kendine bir çekidüzen veren ulaşım aracı.’ Kanerin’e meğerse o kadar farklı canlı türü tatil yapmak için geliyormuş ki, sonunda çözümü işte böyle bulmuşlar. Yani Dobiler ile. Kanerin tatil cenneti olmadan önce kendi halinde boşlukta dönüp dururken, ve üzerinde yaşayan canlılar daha Kanerin’e uzaydan şöyle bir alıcı gözüyle bakmamışken, Dobiler hiçbir işe yaramıyormuş. Bütün hayatları diğer Kanerin canlılarının şekillerini alarak, ve birden onların karşılarına çıkıp “Böö!!!” diye bağırarak geçiyormuş. Bu duruma çok bozulan diğer canlılar da, Dobilerin şakalarından bıktıkları ama yine de onları çok sevdikleri için, Dobilerin yeteneklerine uygun bir iş bulmaya çalışıyorlarmış. Bir bakıma, Kanerin uzay yolculuğu tarihinin başlangıcını da bu arayış oluşturmuş. Olay şöyle gelişmiş: Dobiler ilk zamanlarda tebeşirlerin şekline girmeyi çok seviyorlarmış. Çünkü bu iş hem daha kolaylarına gidiyormuş, hem de tebeşirler korktuklarında o kadar yükseğe zıplıyorlarmış ki, bazen zıplayıp da havalara uçan tebeşirlerden geriye dönen olmuyormuş. Dobiler bu işe çok gülüyorlar ve tebeşirleri bir türlü rahat bırakmıyorlarmış. Sonunda tebeşirler zıplaya zıplaya, birer zıplama ustası kesilmişler ve istedikleri kadar yükseğe, istedikleri kadar yana, ve en önemlisi istedikleri zaman zıplayacak hale gelmişler. Ayrıca yere sağ salim inmenin yolunu da bulmuşlar. Tebeşirlerin dönüş yolculuğunu nasıl yaptıklarının açıklaması, uzay – zaman ikilisiyle kurdukları dostlukta gizliymiş. Yerçekiminin bu işe çok bozulduğu ise ayrı bir olaymış ve Dobilerle bir ilgisi yokmuş. Neyse, günlerden bir gün, tebeşirin biri o kadar yükseğe zıplamış ki, ilk defa o görmüş Kanerin’i bir bütün olarak. Yere inerken bas bas bağırıyormuş “Biri bizim gezegenin üzerine oturmuuuş!!!” diye. Tabii önceleri buna kimse inanmamış. Bir kere gezegenin ne demek olduğunu bilmiyorlarmış daha. Onlara göre, yaşadıkları yerin adı Kanerin’miş ve Kanerin de ‘yaşadığımız yer’ demekmiş. Kanerin’in aynı zamanda bir gezegen olduğunu, daha bir ton başka gezegenler bulunduğunu ve ne gariptir ki diğer hiçbir gezegenin şeklinin de Kanerin’e benzemediğini öğrendiklerinde, hep birlikte düşünmeye başlamışlar: “Kanerin kimin koltuğu?” Aslında Kanerin felsefecileri arasında öyle kötümser olanları varmış ki, onlar şöyle düşünüyormuş: “Kanerin kimin oturağı?!” Farkındayım konuyu çok dağıttım ama, bunları söylemeden Kanerin gezimi başka türlü anlatmayı beceremem ki. Lütfen biraz sabırlı olun. Kanerin bilim tarihine tebeşirlerin çok katkıları olmuş. Hatta Kanerin bilim tarihi diye bir şey varsa eğer, bunun nedeni sırasıyla: Tebeşirlerin zıplaması, uzay – zaman dostlukları ve tabii ki Dobilerin şakalarıymış. (Bu sıralamada herhangi bir mantık hatası olmadığını da baba raptiye özellikle belirtmişti.) Tebeşirlerin diğer gezegenleri keşfi, bu gezegenlere öbür Kanerin canlılarını götürmeleri, ve oralardan bazılarını da Kanerin’e gelmeye ikna etmeleri çoook uzun Kanerin yıllarını almış. Bunu nasıl yaptıklarına gelince: Bu işin tebeşirlerin zıplamasıyla, ve zıplatmasıyla bir bağlantısı varmış. Epey bir denemeden sonra anlamışlar ki, bir şekilde kendilerine dokunan her şeyi zıplatabiliyorlar. Birlikte zıplayıp gidiyorlar işte. Ve en sonunda.. Kanerin’e başka gezegenlerden başka canlılar gelmeye başlayınca, o güne kadar her nereye gideceklerse kendi kendilerine giden Kanerin canlılarını bir düşünce almış, “İyi de, bu ‘şeyler’i biz nasıl gezdireceğiz?” diye. Çünkü Kanerin’e gezmek üzere gelen ‘şeyler’, herhangi bir araç olmaksızın dolanmaya kesinlikle karşı çıkıyorlarmış. Dobiler ise, hep yaptıklarını yapıyorlarmış yine. Hem de bu sefer çok daha büyük bir keyifle. Çünkü benzemeye çalışacakları o kadar farklı şey varmış ki. Dobi benzeşim tarihinin en renkli sayfaları bu yıllarda yazılmış. Ve yine o yıllarda ‘Geleneksel 561. En Akıllı Kanerinli’ yarışmasını kazanan en akıllı Kanerinli’nin o müthiş aklına bir fikir gelmiş ve Dobiler işte böylece ‘Çağrılınca gelen ve taşıyacağı şeyin şekline göre kendine bir çekidüzen veren ulaşım aracı’ olmuşlar. Kanerin gezim boyunca birçok Dobi ile gezdiğimi söylemiştim ya, şimdi düşünüyorum da, sanırım o ilk Dobi’yi asla unutamayacağım. Yani ne de olsa rengi siyahtı ve bana “Bir Gargininan olsun ister misin?” demişti. Hiii! Gargininam! Sonra devam ederim artık.. Bölüm - 4 Sonunda beni kalacağım yere getirdiler. Kalacağım yer şeydeydi.. Yani aslında pek bir yerde olduğu söylenemezdi. Havada öyle kendi halinde duruyordu. Önceleri gözüme bir garip göründüğünü söylemeliyim. Bana sanki kağıttan, kartondan ya da buna benzer bir şeylerden yapılmış gibi gelmişti. Yaklaşınca anladım ki, gerçekten de öyleymiş. Kanerin’e gelen diğer canlıların nerede kalacakları büyük tartışmalara konu olmuş zamanında. Çünkü Kanerin’de diğer canlılara barınak olarak hizmet veren ‘Conk’lar, biraz da yorgunluğun etkisiyle olacak, bir de başka canlılara barınak olmayı kabul etmemişler. Beni getirdikleri yer, bana uygun bir yerdi. Girilebilecek, normal boyutta bir kapısı, odaları ve balkonu vardı. Odaların tamamen normal boyutlarda eşyaları ve bir dolu penceresi vardı. Tabii o şahane manzarasını da unutmamam gerekiyor. Garip olan tek şey, bu mekanın havada öylece durması ve sanki bir oyun evine benzemesiydi. Mor raptiye “Hadi sor” dedi. “Ben mi?” dedim. “Sen” dedi. Kızmıştım biraz. “Soracağım tabii!” dedim. “E sor o zaman” dedi. “Tamam” dedim. “Ne bu??” Mor raptiye bu rehberlik işinde çok başarılı olacak belli. Açık mavi raptiye bana daha bir çekingen gibi geliyor. Neyse.. Conklar, Kanerin’in ilk canlıları olduklarını iddia ediyorlarmış. Bu yüzden çok yorgunmuşlar. Conk efsanesine göre, Kanerin’de sadece Conklar varken ve onlar da bunun farkına daha varmamışken, durum şimdiki kadar karışık değilmiş. Onların garip bir özelliği varmış.. Tamam, baştan anlatıyorum: Bir sabah, bir Conk uyanmış ve demiş ki: “Biz neden varız?” Bu soru Kanerin canlılarının oluşmasını sağlamış Conk efsanesine göre. Conkların çok değişik ölçülerde, çok değişik şekillerde ve çok değişik huylarda olduğunu söylemem gerekiyor. Bir kere, Kanerin’de yaşayan en büyük canlı türü onlar. Sonra, içleri boş. Zaten her şeyi bu boşluk başlatmış işte. İçlerinde bir boşluk hissetmişler. Sanki dolması gereken bir boşluk. Tabii burada işin içine Kanerin masalları giriyor. Bu masallar hep, içinde acı bir boşluk hisseden çok iyi huylu bir Conk’u anlatıyor. Onun özlemlerini, hayallerini.. Sonuçta Conk efsanesi şunu demeye getiriyor ki: “ Ey Kanerin canlıları! Eğer bugün varsanız, bilin ki bizim sayemizde varsınız. Eğer biz, boş boş oturmaktan sıkılmasaydık, siz de olmayacaktınız.” Böylece, yani Conk efsanesine göre böylece, Kanerin birçok canlıyla dolmuş. Ve tabii Conkların içleri de. Onlar hep çok iyi bir barınak olmuşlar. Ama hiçbir zaman, diğer canlılara göre kendilerine bir çekidüzen vermemişler ve çağrılınca gitmemişler. Ancak, gün gelip de başka gezegenlerden başka canlılar Kanerin’e gelmeye başlayınca olan olmuş. Conklar yeni gelenlerle içerini doldurmaya karşı çıkmışlar. İki nedenden: Biri yorgunluk, diğeri biçim değiştirme zorunluluğu. Zaten isteseler de biçimlerini değiştirecek halleri yokmuş. Onlar hep var oldukları için, diğer Kanerin canlılarının onların keyiflerine göre şekillendiğine inanıyorlarmış. Ve, o güne kadar Kanerin’de boş boş oturan mimarlara gün doğmuş. Kanerin mimarlık tarihinin hazin öyküsünü uzun uzun anlatmama gerek yok. Siz de takdir edersiniz ki, varoluşundan beri her tür barınağı zaten hazır olan bir yerde, mimarlık yapacam diye tutturmanın bir alemi yok. Tutturanların da yürek dağlayan öykülerini dinlemenize gerek yok. Eğer aklınıza “İyi de, böyle bir yerde ne demeye mimarlık diye bir meslek ortaya çıkmış ki?” türünden bir soru geliyorsa, cevabı şu oluyormuş: “Kanerin edebiyat tarihi.” Kanerin edebiyatının en ilgi çeken, en çok okunan yapıtları, hep şu soruya yanıt aramış: “Conklar olmasaydı, ne olurdu?” Conkların olmaması durumunda başlarını nereye sokacaklarını düşünen romancılar, sonunda yine de başlarını sokacakları bir yerleri bir şekilde yapabileceklerini ve, bu yerleri yapan birilerin çıkabileceğini anlamışlar. Ve, yapmadan önce de “Acaba yapılırsa nasıl durur?” sorusuna cevap olması için, bir takım çizimler, hatta giderek maketler yapılabileceğini bulmuşlar. Sonunda iş öyle bir noktaya gelmiş ki, ciddi ciddi tasarımlar yapan, bunları 1/50 ölçeğinde çizen ve maketlerini hazırlayıp, ağaçlarını bile diken bir takım Kanerin canlıları ortaya çıkmış. Kanerin’de, yaptıkları tasarımlar asla gerçekleşmeyen bu canlılara ‘mimar’ demişler. Bizim buralarda da onlara mimar demelerinin, hayat ve ‘boşver’ in garip bir oyunu olduğunu bilmenizi isterim. Kanerin başka diyarların başka canlılarıyla dolmaya başlayınca, mimarlar da hemen kolları sıvamışlar ve her yeni gelen canlı türü için barınaklar düşünmüşler. Bunların maketlerini yapmışlar. Ama Kanerin, Kanerin olduğu için bu tasarımlarını gerçekleştirecek malzemeyi asla bulamamışlar. Çünkü Kanerin’de yapı malzemesi diye bir şey yokmuş ve bu tanıma en çok uyan Conklar da kendilerinin böyle çağrılmasına karşı çıkmışlar. Sonunda çok sinirlenen mimarlar, yaptıkları maketleri Conkların başlarına atmışlar. Conkların bilinen anlamda birer başları olmadığı için, olsa bile bu başın yer seviyesinden bir hayli yukarılarda bir yerde bulunması gerektiği için, maketler havada kalmış. Bu işe yine en çok yerçekimi bozulmuş ama tebeşirlerle olan sorunlarına, bir de bunu eklememek için sesini çıkarmamış. İşte beni getirdikleri yerin neden havada öylesine durduğunun, ve neden bir oyun evine benzediğinin gerçek hikayesi bu oluyormuş. Bölüm - 5 Kanerin’de günlerim gezmekle geçti. Başka nasıl geçebileceğini düşünmedim değil. Yani raptiyelerimle uzun felsefi sohbetler yapabilirdim, Dobilerle yaşamın biçimlenme özelliklerinin, Conklar üzerindeki stres yaratıcı etkisini irdeleyebilirdim. Ya da bir deniz kıyısı bulabilirdim, Kanerin güneşinde yanmak isteyebilirdim. Ama bunları yapmak yerine, daha doğrusu, bunları çok çok az yaparak, deli gibi gezdim. Elbette aklı başında normal bir turist gibi de gezebilirdim ama, olmadı işte! Olmamasının nedeni ise, bir Garginina bulma sevdasına düşmem. Bunu nasıl olup da aklıma soktuklarını ise daha anlayabilmiş değilim. Siyah Dobi bana “Bir Gargininan olsun ister misin?” diye sorduğunda, bunu bana bir ulaşım aracının soruyor olmasını bir yana bıraksak bile, ne demek istediğini anlamış olduğumu sanmıyorum açıkçası. Daha sonraları Kanerin’in tarihi yerlerini gezerken bu konu yine açıldığında da anlayamadım sanırım. Kanerin’de tarihi yerler var. Aslında doğrusu, tarihi olan tek bir yer var. O da Kanerin’in içine çöken tarafı. Orası, derin bir vadi. Derin bir çukurun, derin bir çukur olma özellikleri gösteren en önemli örneği. Ya da derin ve büyük bir okyanusun, olması gereken yerde olmaması sonucu ortaya çıkan, çok derin bir boşluk gibi bir yer. Derin bir yer işte.. Tarihi olmasının nedeni ise, orasının Conklardan bile önce varolmuş olması. Conk efsanesi bunu doğruluyor ve diyor ki: “Orası bizden önce de vardı arkadaşlar!” Kanerin’de bu yerin bir de adı var tabii. ‘Büyük Sevgi’ hatta ‘Kanerin Gönüllü Derinlik Bekçileri’ ise buraya ‘Derin Aşk’ adını vermişler. Bu çukurun herhangi bir tür sevgiyle, ya da herhangi bir tür derin aşkla ne gibi bir ilgisi olabileceği ise, Kanerin dışı tüm varlıklar için evrenin çözüm bekleyen bilmecelerinden biri. Açık mavi raptiyenin dediğine bakılırsa bu ismin, gezegenin üzerine oturanın kimliğiyle bir ilgisi var. Tüm Kanerin canlılarının asla kuşku duymadıkları tek şey, gezegenlerine bir şekilde oturulmuş olması. Bu bir tür inanç. Oturuşun şekli, kim tarafından ne amaçla yapıldığı ise ayrı tartışmaların konusu. Bana kalırsa, bu içinden çıkılmaz tartışmalara girmenin ve daha da gereksiz bir uğraş vererek, bunları anlatmaya çalışmanın bir anlamı yok. Sonuçta değişen bir şey olmayacak ve tüm Kanerin halkı, ki bunlara Gargininalar da dahil, ısrarla gezegenlerine oturulduğunu söyleyecekler. Her neyse.. Kanerin’in en sevdiğim yanı bulutları oldu. Onlara bulut dememin sebebi, bildiğimiz bulut olmalarıydı. Dünya’nın bulutları gibi. Zaten Kanerin’de benimle konuşmayan tek şey bulutlardı ve onların bu sessizliği ne gariptir ki, bir süre sonra beni rahatsız etmeye başladı. O kadar yakınımda durup da bir merhaba bile dememeleri biraz canımı sıktı. Raptiyelerin bile gayet sakin konuştuğu bir yerde, bulutların ne demeye konuşmadığı üzerine derin düşüncelere daldığım bir gün, mor raptiye bana bir konsere gideceğimizi söyledi. Buna nasıl sevindiğimi anlatamam. Yani, Kanerin müzisyenlerini dinleyecektim. Kanerin müziğini tanıyacaktım. Belki konuşan bir piyano ile sohbet edecektim, ya da belki onlar kendi kendilerine çalıp söyleyeceklerdi ve orkestra şefleri de bir kaya falan olacaktı. Ben keyifle hazırlanırken, minik raptiyelerim bir Dobi çağırdılar. Konser salonu olarak hizmet veren Conk’un içine girdiğimizde yuvarlak bir sahne gördüm. Sahneye benzeyen bir yer gördüm diyeyim en iyisi. Çevresinde oturacak bir şeyler yoktu. Gelenler yerlere oturmuştu zaten, ben de oturdum. Konserin başlamak üzere olduğunu söyledi raptiyelerim. Tamam dedim içimden. Yine “Konser başlıyor artık” dediler. Bu sefer “Tamam başlasın” dedim. Sesim de çıktı tabii. Sonra yine konserin başlayacağını söylediler. “Tamam ya! Başlıyorsa başlasın, ne yapayım yani?” dedim. Kızmıştım. Bunu üç kez söylemezlerse konserin asla başlamayacağını, çünkü konser vermek üzere bekleyen Nerdikaların bunu bir tür uğur olarak kabul ettiklerini söylediler. Kanerin’de bir konserin başlaması için, salonda raptiyelerin olması ve üç kere konserin başlayacağını söylemesi gerekiyormuş. Salonda bulunan raptiyelerin sayısının Kanerin turizm tarihine geçecek halde olması ise, artık önemli bir sorun oluşturuyormuş. Eskiden, konseri başlatacak tek bir raptiye bile güç bela bulunurken, şimdi rehber olarak salon salon gezen bir ton raptiyenin olması, Nerdikaların bu uğur işini bir kez daha düşünmelerine çok haklı nedenler teşkil ediyormuş. Kanerin müziği bana, gün boyu bir şeyler yazılan, tıkırtıdan geçilmeyen büyük bir iş yerini hatırlattı. Nerdikaların bir tür daktilo olduklarını sanıyorum. Bizimkiler kadar küçük değil, Kanerin ölçülerine göre öyle çok büyük de değil, ama resmen daktiloydu bunlar. Şefleri de tabağıyla birlikte sahnede yuvarlanan bir kahve fincanıydı. Hatta bir ara, içinde gerçekten kahve olabileceğini bile düşündüm. O tıkırtıların bana çağrıştırdığı tek koku kahveydi çünkü. Aslında ben bir kayayı bu iş için uygun görmüştüm ama, daktiloların yanında bir fincan kahvenin daha bir şık duracağını kabullendim sonunda. Nerdikalar’ın sadece ses çıkardıklarını, bizdeki benzerleri gibi herhangi bir kağıda, herhangi bir mesaj iletebilme özellikleri olmadığını söylediler bana. Ve çok şaşırdılar böyle bir şeyi düşündüğüm için. Hatta mor raptiyem “Yazmak mı? Onu da nereden çıkardın? Bir Nerdika’nın yazı makinesi olduğunu nasıl düşünebilirsin?” dedi. Kanerin’de yazı makinesi olarak iş gören şeyler, Gargininalar’mış ve benim Nerdikalar’ı bu iş için uygun gördüğümü duyarlarsa çok kızabilirlermiş. Belki de tam bu anda merak ettim bir Garginina’yı.. Kanerin’de az mı bulunuyordu onlardan acaba? Yani ne demeye o siyah Dobi bana ilk iş olarak “Bir Gargininan olsun ister misin?” diye sormuştu ki? Belki de, gezi anılarımı yazmak isteyeceğimi ve buna hemen oracıkta başlayacağımı sanmıştı. Kanerin’in büyük çukurunun ve Gargininalar’ın birbirleriyle bir bağlantıları vardı herhalde. Bu ‘herhalde’nin kesin cevabını öğrendim sonunda. Böylece hem bir Garginina’m oldu, hem de o Garginina benimle gelmeyi kabul etti. Şimdi de bilgisayarımı rahat bırakmıyor! Biraz kıskanıyor galiba.. Bölüm - 6 Hiç ummadığınız bir anda, aklınızın kıyısından köşesinden hatta, acaba? sınırına yakın bir yerinden bile geçmeyen bir şey başınıza geldi mi? Bu soruyu Kanerin gibi abuk bir gezegeni gördükten sonra soruyor olmam size biraz şaşırtıcı gelebilir, ama lütfen önce anlatacaklarımı dinleyin. Orada bile, evet evet Kanerin’de bile insanın başına olmadık işler gelebiliyor. Bulutların konuşmaması gibi, ya da Magnon gibi. Kanerin’in derin çukurunda bir Garginina ararken, Magnon’u buldum. Gargininalar’ın o derin çukurda son derece sakin ve son derece mutlu bir yaşam sürdüklerini söylemem gerekiyor bu arada. Hayatlarından o kadar memnunlar ki, onlarla yazı faaliyetine girmek isteyen diğer Kanerin canlıları, bir Garginina’yı kendileriyle gelmeye ikna etmek için olmadık şeyler yapıyorlar. Buna ağlamak da dahil. Sorun söz konusu Gargininanın yazma sevdalısı bazı Kanerin canlılarıyla gitmeleriyle de çözülmüyor. Hatta olduğu gibi baştan, yeniden ve daha ateşli bir şekilde başlıyor. Onların nazlarıyla oynanıyor, iyi beslenmeleri gerekiyor ve asla kalplerini kırmamak icap ediyor. Ve işin garibi, bir Garginina ile el ele tutuşup da yazma eylemine başlamak için, önce Garginina’nın elini bulmak gerekiyor. Bu canlıların bildiğimiz gibi bir elleri olmadığından, ve daha da işin garibi, onların, Kanerin canlılarının da bildikleri anlamda bir elleri olmadığından, çoğu Garginina sahibi, ömürlerini bir el bulma çabasıyla geçiriyor ve sonunda “Başlarım şimdi yazmasına!” diye girişi olan gayet kısa cümleler kurarak, yazma fiiline kesin noktayı koyuyor. Garginina’nın elini bir şekilde bulanlar ise, onunla el ele tutuşup yazıyorlar ne yazacaklarsa. Bundan sonrasına Garginina asla karışmıyor ama beğenmediği bir şey yazılıyorsa da, fikrini hiç çekinmeden beyan ediyor. Mor raptiyemin söylediğine göre, bazı Kanerin canlıları bu el bulma faslını izlerken çok eğleniyorlarmış. Hatta bazıları bunu bir alışkanlık haline getirip, hiç aklında olmayan birinin aklına, bir Garginina sahibi olma fikrini sokup, sonrasında olanları izlemek için özel bir takım uğraşlar veriyorlarmış ve büyük bir olasılıkla o siyah Dobi de bunlardan biriymiş. Gargininalar’ın büyük derin çukurun en derin yerinde yaşadıklarını bana söylediklerinde, onları görmek istedim. Belki o zamanlar aklımda bir Garginina sahibi olmak gibi gereksiz bir düşünce yoktu. Ama onları gördükten sonra, daha doğrusu, onlardan sadece birini gördükten sonra, başka bir şey düşünemez oldum. Zaten görüp göreceğim tek Garginina buydu. Öyle kolay rastlanmıyordu onlara, saklanıyorlardı. Saklanmalarının nedeni ise, aklı karışmış bir Dünyalı için bile oldukça açıktı. Onu gördüğümde, bulutlardan bir parçanın yere indiğini ve konuşmaya karar verdiğini sandım. Belki renginde, bulutlarda olmayan türden bir lacivertlik ve yine bulutlarda olmayan türden bir parlaklık vardı ama, bir bulut gibiydi işte. Belki biraz da pamuk gibi. Kanerin’de bir Garginina ile yazma eylemi şöyle gerçekleşiyor: Elini bulduğunuz Garginina’nın, bulduğunuz elini tutuyorsunuz. Sonra ne yazmak istiyorsanız, bunu düşünüyorsunuz. Bizim gibi bir takım tuşlar marifetiyle yazmaya alışmış olanlar için bu işlem biraz zor gelebilir tabii, ama alışınca nasıl bir keyif olduğunu tahmin bile edemezsiniz. İpek gibi ipliklerle boşluğa yazılan kelimeler, sonra onların toplanıp bir yumak haline gelmesi, ve başkaları da okusun diye bir yerlerde sergilenmesi. O yumağı alan diğer yazı severlerin, özenle yumağı açmaları ve yine havada asılı duran sözler, duygular, ne anlatmışsanız o. Bu gerçekten inanılmaz bir keyif. Bir Garginina ile yazmanın keyfi. Ama bir Garginina’nın elinden çıkan yazıları okumak daha farklı bir şey. Bir kere, belli bir uzaklıkta durmanız gerekiyor. Rahat bir yerde okuyacaksınız ve okuduğunuz bölümlerin karışmadan sarılması için dikkat edeceksiniz. Raptiyelerimle birlikte Garginina’nın yanına gittiğimizde, bana sesimi çıkarmamamı ve önce onun konuşmasını beklememi söylediler. Zaten bende konuşacak hal olmadığından bunu yapmam hiç de zor olmadı. Belki tam o sırada Magnon’u görmemiş olsaydım, sessiz kalma konusunda bazı sorunlar yaşayabilirdim ama, ben Magnon’u görmüştüm! Doğal olarak dilim tutulmuştu, çok doğal olarak.. Garginina benimle konuşmuş. Hem de epey bir konuşmuş. Ama bende ses yok. Bir Garginina sizinle konuşmuşsa, ona cevap vermemek o kadar olmayacak bir şeymiş ki, raptiyelerim şaşkınlıktan ne yapacaklarını şaşırmışlar. Bana “Hadi konuş sen de,” demişler. “E hadi, söyle bir şeyler” demişler. “Ya konuşsana kızım! Ne bekliyorsun??” demişler. Ama bakmışlar ki ben orada değilim. Yani oradayım ama bakışlarım başka bir yerlerde dolanıyor. Hatta dolanmasını çoktan tamamlamış ve takılmış kalmış. Raptiyelerim nereye takıldığımı tespit ediyorlar ve benim son derece alık bir ifadeyle Magnon’a baktığımı görüyorlar. Sinirleniyorlar tabii. Sonunda benden bir takım sesler çıkıyor. Sonra bunlar şöyle bir cümleye güç bela dönüşüyor: “Ama.. ama.. bu Magnon!” “Evet” diyor açık mavi raptiye, “Evet, bu Magnon. Ne olmuş yani?” “Nasıl ne olmuş? Nasıl? O Magnon diyorum size!” Magnon’un, Magnon olduğunu, benim bildiğim Magnon’la raptiyelerin bildiği Magnon’un aynı Magnon olduğunu, ve sonuçta hayal görmediğimi anlıyorum. Olacak şey değil! Magnon bir çizgi roman kahramanı. Dünya’da yazılıp çizilen bir çizgi romanın, çizgi kahramanı. Yani tamam, adam bir galaksi imparatoru, çok yakışıklı, benim çocukluk aşkım falan ama.. burada ne işi var? Ve madem var, madem burada, neden yine çizgi? Neden! Ben, artık bu gezegende ve tüm alemde, bilinen bilinmeyen, bilmem kaçıncı boyutta veya boyutu bile olmayan bir yerlerde, göreceğim hiçbir şeye şaşırmayacak bir ruh haline girmişken, Magnon’u bile görmüşken, hem de yine çizgi bir adam olarak görmüşken.. bir Garginina’nın benimle konuşmuş olmasının umurumda olduğunu sanmıyorsunuz herhalde? “Bana bak Garginina” dedim. Baktı. “Sen yazmak için varsın değil mi?” dedim. “Öyle” dedi. “Çok konuşuyorsun o zaman!” dedim. Bir şey demedi. “Benimle Dünya’ya gelebilirsin ama çeneni kapayacaksın!” dedim. Raptiyelerim omuzlarımdan düştü. Onları alıp yerlerine taktım. “Hiç uğraşamam, geliyorsan gel” dedim. Geldi işte.. Bu arada sizlere açıklamam gereken önemli bir şey var. Bizim galaksimiz gerçekten bir imparatorluk, Magnon da gerçekten galaksi imparatoru. Kendisi iki boyutlu bir çizgi halinde varlığını sürdürüyor ve o bela çizgi romanı Dünya’da kim yazmışsa, ya yazdığı için tüm bunlar oluyor, ya da tebeşirlerle daha önceden bir tanışıklığı var. Çok daha önceden. Neyse.. Kanerin yolcuğum, bir Garginina, bir hayal kırıklığı, iki raptiyenin dostluğu ve bir Dobi’nin şakasıyla geçti gitti. Ve baba raptiyenin bizi ilk karşıladığı yerde, özel bir kabinde, üzerinde ‘Dünya’ yazan özel bir duvarda, o yazıya dokunduğumda bitti. Dünya’da beni yine o adam karşıladı. Aynı oda, aynı bol çekmeceli masa. Bana gezimin nasıl geçtiğini sordu. Kanerin’i nasıl bulduğumu sordu. “A bir Garginina bulmuşsunuz!” dedi. “Ona iyi bakın,” dedi. “Öyle herkesle gelmez bu yaratıklar.” dedi. Ben de ona “Biliyor musunuz, Magnon var. Ama o çizgi..” dedim. İşte böyle... Mart 2001
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ayşegül engin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |