Barışı bulacağız. Melekleri duyacağız, göğün elmaslarla parladığını göreceğiz. -Çehov |
|
||||||||||
|
Ama artık yazmam gerekiyor yoksa gerçekten delirdiğimi düşünmeye başlayacağım. Kafayı yemekten korktuğumdan değil sakın yanlış anlama.. Sadece içimde verdiğim savaşı dile dökemeyeceğimden tüm korkum… “bir yanım seviyorsan gitme tehdidin de, seviyorsan kal diyemiyor dilsiz yüreğim...” Diyemiyorum işte, ne yapayım. Bunu demeyi çok isterdim. Yani seviyorsan kal diyebilmeyi. Bu ne kadar doğru olurdu. Böyle bir şey söylemeye cesaretim olur muydu? Gençlik denen yaz yağmurunun sağanağına keşke hiç yakalanmasaydık ... Çünkü çoğunlukla mutsuz oluyoruz. Bazen keşke camdan seyretmekle yetinseydik dedirtiyor insana... Camdan seyretseydim de bu kadar acı çekmeseydim. Bir sürü şey var işte. Yaşam o kadar garip ki... Çelişkiler ve mutluluklar yumağı. Senin mutluluğun benim acı çekmem ya da tersi... Ama aynı anda ikimiz de mutlu olamıyoruz işte. O zaman bir başkası mutsuz oluyor. Neden ama, neden böyle? Bir gece yatağa girdiğinde, bir daha hiç kalkamayacağını düşündün mü? Yaşam bu kadar kısa işte. Ne yapmalı o zaman. Neyi yapmak istiyorsan onu... Geceler... Yine karanlık, ıslak ve neon ışıklarıyla keskin gölgelerle parçalanmış... Arka sokaklar yaşamın yoksullaşan yüzü, kahramanlar, sıradışılar, sıradan insanlar... Ve bu arka sokaklarda, dışardan bakıldığında cazibeli, içeri girmek için can atılan mekanlar. Bu mekanlardan herhangi birinde her akşam aynı tanıdık yüzler, hiç değişmeden anlatılan bildik hikayeler... Şehir ve gece... Kornalar, egzost, asfalta yapışmış kedi ölüsü, çöp kamyonu, çıldırtıcı ambülans sireni, arka sokaklarda patlamış kanalizasyondan akan pis sular, birbirini tanımayan insanların doldurduğu caddeler... Çiftlikte caddesindeki dondurmacının önünde çalan “Yalnızlık Kemanı”... Ve.. Sanal aşklarımız... Bir rüyadaydım dün gece Umudumun iplerini ben mi koparmışım Benim mi bu okunaksız yazılar Senin mi? Balıklama daldığım yaz yağmuru Bir yanım eski bir haziran başı Bir yanım kurumaya yüz tutmuş papatya Kaç, Kaç git uzaklara... Yaşam bir rüya mı, ya da rüyalarımız mı gerçek olan... Yaz yavaş yavaş bitiyor. Bugün Samsun rüzgarlı ve serindi... Orası hala sıcak mı? Televizyonda hava durumu sunucusu Pazartesi’nden itibaren serin ve yağışlı bir havanın etkili olacağını söylüyor. Başımı çevirip gökyüzüne bakıyorum. Bir tek bulut bile yok... Keşke her şey gökyüzüne bakar gibi kolay olsaydı. Keşke yaşamımızdaki her şey az bulutlu ve güneşli olsaydı... Ne yazık ki değil işte... Yaz, güze dönüyor... Ama bu neyi değiştirir ki...Yalnızca kendimi biraz daha yaşlanmış hissediyorum. Bir kez daha gelecek mi aşk bana, gelmeyecek mi? Nasıl bir aşk, büyük mü, ufacık mı? Gerçek mi, yalancı mı? Sorularına cevap arayarak koca bir mevsimi, uzun, upuzun bir yaşamı geçirebilir miyiz? Belki böylesi daha iyiydi... Yaşamı anlamsızlaştırmak ya da kendimizi inandırmak. Böylece ha gri–siyah gökyüzüne bakmışız doya doya ha sevgilinin gözlerine, ne farkeder... Değil mi sevgili “ARKADAŞIM”.. Yanılmak her şeyi yeni baştan görmek demek mi? En son ne zaman yanılmışım? Ya sen, sen ne zaman yanıldın en son... Çok olmadı sanırım. Bu kadar çok yanılıyorsam kusuru kendimde mi aramalıyım? Eğer bu yanılgıları kusur olarak kabul edersem dönüp kendime mi bakmalıyım? Güven, önyargı ve yanılgı... Sonra her şey silbaştan. Yeniden başladığım noktadayım. Yirmi yaşını aşmış bir adamın hayatını oluşturan insanları, anıları, benliği oluşturan ayrıntıları... Bir noktadan sonra bütün bunlar o adamın hikayesi olmaktan çıkar. Hepimizin yaşam deneyimleriyle benzerlik taşıyan, hayatın anlamı üzerine düşünen şiirsel bir film haline gelir... Artık bu filmde kişisel olmayan anılar, belgeler, görüntüler vardır. Sonra sende yanıldığını, ve her şeyi silbaştan görür gibi olduğunu hissedersin. Ah be sevgili! Elimizden neyi aldılar da biz kendimizi yeni ve canlı tutmaktan vazgeçtik. Yaşamın normal , güzel ya da hayal edilebilir olduğunu bildiğimiz halde neden kendimize hüzün kentleri imal ettik... Bizi ne kurtaracak? Günlük yaşamın günlere ve saatlere bölünüşü, Çalışma ve kendi başına bırakılışımız, özel ve ayrılmış zamanlarımızın olması veya olmaması mı? İnsana ait var olma üslubunun ve kendini yeniden üretebilmenin, bu bölünmüşlüğün içinde mutlak bir yabancılaşmaya ve ortak deneyime dönüşmesidir bu az önce sözünü ettiğimiz film... Hafta ortasında çalışıp, hafta sonlarında dinlenir ve hala yeteneğimiz kaldıysa fantezi kurabilir, öyküler yaratabiliriz... Yaşamı, kendini ve toplumu yeniden üretmek birbirinden ayrı düzenlenmiş, uzmanlık isteyen eylemlere dönüşmüştür çünkü... Ah Pazar günleri... Bir hiç olmanın ve bunu hatırlamanın günleri... Bir Pazar kalkar, bir hiç olduğumuzu hatırlayarak kendimize gelir ve yeniden yaşamı, kendini, toplumu üretebilecek bir varlık olarak yeniden bulabilmek için arta kalan zamanı kullanabiliriz. İnsanların kendi dünyalarını yeniden kurma ve üretebilme ihtiyacıyla herkesin kendi öyküsünü yaratabileceği, herkesin bir senaryosunun ve yönetecek bir filminin olabileceği bir gerçek... Bu gerçek bizi filmin tam da ortasına çeker. Sadece onu hissetmek yeter. Yirmisini aşmış bir adam düşlerinden yararlanarak bir film çekmek istiyorsa ve senin de o film içinde olmanı istiyorsa hiç düşünme... İçindeki yaratıcı insanı yok etmek isteyenlere acı bir manifestodur bu film... Zaman zaman yanıldığımızı düşünsek de işte bu yanılgılardır bizi her zaman en başa götüren. Başlangıç noktasına her döndüğümüzde daha duyarlı, daha üretken olduğunu unutma ... Geçen sürede ne çok yanıldığımı gördüm yeniden. Başlangıç noktasına her dönüşümde daha üretken, daha duyarlı olduğumu anlıyorum. Gerçekten... Şimdi sen, Değer verdiğim ne varsa en başında geliyorsun. Yanılıyor muyum? Hayır... Aynaya baktığımda yorgun, asık, sakallı yüzümü gördüğümde soruyorum kendime. “Bir kez daha yanılmaya hazır mısın” diye... Ben kimim, ne yapıyorum. Bugün neler konuştum, neler düşündüm... Uyuyup uyandığımda neler hatırlayacağım dünden. Yaptıklarımla konuştuklarım örtüşüyor mu ... Yanılmak her seferinde en başa dönmek miydi sahiden? Bu kez yanılmak istemiyorum. Yeniden başa dönmek istemiyorum. Sonunda yine bir başıma kalacağımı biliyorum. Ama en azından yanıldığımı hemen görmek istemiyorum. Sensizlik ne kadar zor. Bunu sen bilemezsin. Acı çekiyorum evet. Hele şimdi, bu maili yazarken. Sen burada olmazsan acı çekmeyeceğimi mi sanıyorsun. Her an yanında olma isteği olacak. Geldiğimde seni ne kadar görebileceğim, ya da görebilecek miyim? Gelmeyişin ikimiz için de yenilgi. Bunu kabul et. Ve ben yenilgiyi sindiremiyorum artık. Biliyor musun? Her yakınlığa aşk dediklerinde boynu bükülmüştü aşkın... Benimki yalnızca yakınlık mıydı sence? Çok sevdim işte seni. Ne var?! Her öpüşe, her sarılışa, aşk dediklerinde ölmüştü aşk... Ben seni hiç öpemedim, sarılamadım ki... Uykuydu zaman. Dokunamamanın cehennemi. Bir şey daha; Uykusuzluk özlemi Sevişirken ve bir çocuğa kızarken ve kucaklarken bir çocuğu farklıydı onlar. Ne oldu, değişen ne? Uykularını bölecek bir patlama gerekli Hemen şimdi... Acele... Papatyanın hangi yaprağında geldin Yaseminin hangi yaprağında gittin hatırlamıyorum bile. Uykuda düş Uykusuzlukta şiir olmayanlar aşk olamazlar ki... Şimdi nasılda yalnızım. Saat gece yarısını geçeli çook oldu. Radyoysa hala açık Ama ne çalıyor duymuyorum hiç. Kulağım ve gözüm sadece telefonda. Hani olur ya… Belki ararsın diye… Aradım seni ama telefonuna ulaşılamıyordu. “Günler gitgide kısalıyor. Yağmurlar başlamak üzre. Kapım ardına kadar açık bekledi seni. Niye böyle geç kaldın ?” Bu dize Nazım Hikmet’e ait. Ve devam ediyor Nazım Hikmet. “....Ben galiba şahsi hayatımda, anlıyor musun, sırf şahsıma ait ve hiç kimseyi ilgilendirmemesi gereken hayatımda bir dönüm noktasındayım” Hepimizin yaşamında dönüm noktaları olmuştur. Ve yaşamımızın bu dönüm noktalarını tıpkı Nazım gibi, yalnızca sevdiklerimizle ve yanımızda hissettiklerimizle paylaşırız. Bazen de kimseyle paylaşmak istemeyiz. İşte o zaman belki de en üretken günlerimizin başındayızdır. Sonbahar gibi... Ve şimdi mevsim sonbahar. Ama ben hiç de üretken değilim. Elim kolum bağlandı sanki. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Belgesel de çekmek istemiyorum. Ama bu geçici bir durum diyeceksin. Belki öyledir. Senden beni sevmeni isteyemem. (Bu dünyanın sonu gibi bir şey olurdu herhalde. Ama burada olmanı isteyebilirim.) Aşk nedir, bilmiyorum değil... Onu nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum... Ama artık tanımlayabilirim. Bu kadar zamandan sonra... Gülme ama. Biliyorum gülüyorsun şimdi. Aşk; bir türlü fotoğraflayamadığım senin gülüşün işte. Evet aşk budur. Belki sence aşk’da o çok sevdiğin adamın gülüşüdür. Daha çok yazmak istiyorum. Ama vakit geç oldu. Yarın bir dolu işim var. Daha valizimi bile hazırlamadım mesela… Geldiğim günki bıraktığım yerde bıraktığım şekilde öylece duruyor… Bana acı çektirmek istemediğini söylemiştin. Artık nerede olursan ol ben acı çekeceğim. Ve biliyorum ki sen de çekeceksin. Yüreğim kanıyor, ciğerim yanıyor olmasaydı sonumuz böyle.. O zaman neden ayrı kentlerde acı çekelim ki Ve neden be kent Eskişehir olmasın ki... Eğer acı çekmek özgürlükse İşte ikimizde özgürüz Acı çekmek aşk demekse ikimizde aşık’ız Farklı insanlarla olsak da... Ne çıkar bundan. Senin burada olman gerekiyor. Yanımda olman gerekiyor. Ben senin yanında olamasam da... Senin için her şeyi yapacağımı biliyorsun. Beni senden mahrum etme n’olur Neden seni bu kadar çok seviyorum ki... Bunu hiç düşündün mü ? Ne var sende? Yalnızca fotoğraflayamadığım gülüşün mü? Ya da koklayamadığım tenin, dokunamadığım saçın, tutamadığım elin, öpemediğim dudağın mı? Eğer sen olmayacaksan ben neden olayım ki ? Neden ama neden söyler misin bana, Seni her şeyden ve herkesten çok seviyorken birbirimize acı çektiriyoruz. Neden benin acılarımı sen, seninkileri de ben dindiremiyoruz. Buna ne engel ki... Bunu neden anlamıyorum. Ama galiba böyle olması gerekiyor… Galiba kavuşamamamız gerekiyor… Galiba seninde dediğin gibi daha fazla acı çekmemek için uzak durmamız gerekiyor birbirimizden… Ama gerçekten bu bir şeyleri değiştirecek mi emin olamıyorum hiç… Zaten kafam bi dünya oldu… Hiç bişi düşünmek istemiyorum artık… her şeyi olduğu gibi yaşamak istiyorum… hiçbir şeye dokunmadan… Kimbilir belki de böyle yapmamız gerekiyordur… Hayata anlam katmadan odun gibi yaşamamız gerekiyordur… Oynanan oyunu kuralına göre oynamamız gerekiyordur… Biz galiba bu kuralların dışına çıktık zamanındaki hiçbir şey yolunda gitmedi… Bakalım şimdi nasıl olacak… Sen de ben de göreceğiz… Her şey çok geç olduktan sonra… Dönüşü olmamaksızın… Bana çok kızıyorsun biliyorum. Bu mektuptan sonra benimle bir daha konuşmak bile istemeyeceksin belki. Bağışla n’olur. Şunu sende çok iyi biliyorsun ki seni çok ama çok sevdim ve seviyorum… ama artık gerçekten bir şeylerin değişmesi gerekiyor galiba… Nereye kadar çekeceğiz bu acıyı?! Doymadık mı acıya??? Eğer gücüm olsaydı inan yine savaşırdım… Benim inan hiç gücüm kalmadı bir şeyleri değiştirebilmek için… İçim acıyor... Bunu ne tarif edebiliyorum nede dışa yansıtabiliyorum… Keşke okey’e hiç gelmeseydim demeyeceğim hiçbir zaman. Bunu benden bekleme. İyi ki geldim ve iyi ki seni tanıdım. Bunun için kendimi mutlu sayıyorum… Hayallerimizi gerçekleştiremedik belki ama o hayaller seninle birlikte kaybolacak bundan emin olabilirsin… Senden başka kimseyle kurmadığım o küçük beyaz köpek’i, kır düğününü… Tekneyle dayının teknesine yaklaşıp güller savururkenki aşk ilanımı… evlenme teklifini.. hepsini sadece senle yaşayacaktım… Senden sonra kimseyle de bu hayalleri kurmayacağım… kuramam… bu önce sana sonra bana çok büyük haksızlık olur… yediremem kendime… Gönlün ferah olsun… Seni üzmek için yazmadım tüm bunları lütfen ağlama olur mu? :’( Seni etkilemek için de değildi bilesin… Yalnızca… Yazmam gerekiyordu işte.. Uyumak istemiyorum. Başımı yastığa koyduğumda aklıma hep sen geliyorsun… Sen şuan ne yapıyorsun bilmiyorum. Eskiden olsa sabah olmasını isterdim bir an önce… Sesini yeniden duyabilmek için… Offf… Of… Dayanmalıyım... direnmeliyim... Ben burada acıdan geberirken sana mutluluk dilemek erdem midir yoksa başka bir şey midir bilemem. En iyisi bir süre bu şehirden, bu ülkeden gitmek olacak. Gerçi zaten Kıbrıs’tayım biliyorsun… Oradan bir müddet çıkmamam lazım… Kafamı dağıtmam lazım… Derslerle ilgilenmem lazım… Evet kafayı yiyeceğim belki… Ama inan dersler yüzünden olmayacak bu… Sadece seni aklımdan çıkaramadığımdan… Seni unutmak mümkün değil ama ne kadar uzak olursam o kadar iyi. Ama şunu unutma. Bir gün ikimizin bu kısa öyküsü bir film olarak karşına çıkarsa şaşırma. Yalnızca; Dur, Düşün, Ve ağla... Ve beni hatırla olmaz mı ? De ki; “bu adam beni gerçekten de çok sevmişti” Onu anlamıştım, bende çok sevmiştim… ama yapacak bir şeyimiz de yoktu de... Mutlu olmak varken bu dünyada, Kendimize hüzün kentleri imal ettik ya ona yanarım. Eğer her şeye rağmen bir daha görüşemeyeceksek, ve sesini duyamayacaksam eğer, gözlerindeki ışıltı hiç sönmesin. Ve o gülüşünün fotoğrafını kimse çekmesin. Çünkü o bana ait. Onu bari bana sakla olmaz mı? Kendine iyi davran. Ve Sevgiyle kal her zaman...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Serhat Kaya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |