..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Başka dillerle ilgili hiçbir şey bilmeyenler, kendi dilleriyle ilgili de hiçbir şey bilmiyorlar. -Goethe
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Yeraltı > GÖKHAN BEDİR




17 Ekim 2005
Ayıraç  
bir adamın hayattan kopuşu

GÖKHAN BEDİR


Annem demişken. Şu anda karşımda oturmuş televizyonda bir kelime bir işlem yarışmasını izliyor. Bildiği her sorunun kendine verdiği sahte özgüvenle gülümsüyor.


:AHBD:
Kitap okurum, benim işim bu. Akıl almaz gelebilir. Bu yine de doğru söylemediğim anlamına gelmez. Kitapsız, hayatımı aklımda canlandıramıyordum. Geçmiş zaman kipi kullanıyorum, sebebi bunun tamamen geçmişte kalması. Sevmediğiniz işi yapmayın derler, yanılıyor muyum? Ben yapabildiğim tek işi yaptım belki de bu nedenle, zorunluluk duygusuyla kitaplar bile tiksinti veriyor artık bana. Yaşamın sindirilmemiş atıkları gibi geliyorlar. Böyle olmasaydı eleştirmem için bana yollanmazlardı. Ben…, agorafobim olmasa da geleceğin potansiyel hastaları arasında ismimi görür gibiyim. Terapi gören asosyal bir varlık olmanın kötü bir yanını göremiyorum. Tek bir sorun var, ben bir akıl hastanesine kapatılırsam o zaman anneme kim bakacak? Annem demişken. Şu anda karşımda oturmuş televizyonda bir kelime bir işlem yarışmasını izliyor. Bildiği her sorunun kendine verdiği sahte özgüvenle gülümsüyor. Aklıma doluşan endişeleri bir kenara bırakıp tekrar döneceğimi bildiren bir not bırakıyorum üzerlerine. An içinde tek önemli olan yarışma. Hayatın kısa bir özeti olduğunu kavrıyorum. Ulaşmamız gereken sonuç ölüm. Ona ulaşmak için kullanacaklarımız ise doğum, okullar bütünü, çalışma hayatı, evlilik, çocuk, yaşlılık… Nihai hedefe doğru emin adımlarla tam sonuca ulaşıyoruz: Ölüm. Latincesi kulağa daha güzel geliyor. Daha soğuk ama daha güzel: Mors. Ağızda geçmeyen bir yara hissi bırakıyor.
     Kitaplar okurum onların eleştirilerini yapar ve çalıştığım dergiye gönderirim. İki sene öncesine kadar dergide bir odam vardı. Annem hasta olana değin her gün büroya giderdim. Onun hastalığı geçti. Fakat benimki olduğu yerde kalmaya devam ediyor. İnsanlardan midem bulanıyor nedense. Nedense ikiyüzlülük falan değil. Ben onlardan birleşemeyecek derecede koptum. Sorun çift taraflı, iki yüzü keskin bir bıçak gibi… Eski bir Türk filmi repliği olacak ama durumu en iyi özetleyen tümce bu galiba: Kırılan bir bardağı asla eski haline getiremezsiniz.
     En son elime geçene bakın hele. Dayakla toplumsal sorunları çözülebileceğini zanneden üç beş üniversite öğrencisinin gerçek hayatlarını anlatan biyografik bir yapıt. Ne olmuştu. Gazetelerde okuduğum kadarıyla içlerinden biri diğerlerini mi öldürmüştü neydi. İntihar mektubunda ne yazdığını tam olarak imgelemimde kuramıyorum ama şöyle bir şeydi galiba: Onları öldürdüm çünkü…
Kapının zilimi çaldı. Yo hayır, galiba beynim yine garip oyunlarını oynamaya başladı. Şu anda tek istediğim bir fincan kahve. Ne yazık ki evde kahve yok. Annem kahve içmemi istemiyor. Bir gün öleceğim gerçeğini kabullenmeden kahvenin benim biletimi keseceğini düşünüyor. Tam olarak fikirlerini böyle dile getirmese de beynim onun kelimelerini alıp benim sözlüğümden eşleştirince yukarıdaki cümle ortaya çıkıyor.
Lanet olsun kendi öleceği gerçeğini bile kabul edemiyor ki zaten. “Ne kadar yaşlı olursa olsun bir sene daha yaşamayacağını düşünen var mıdır?” Kim söylemişti bunu, Tolstoy olabilir. Çok okumanın zararlarını sıralarsak bunu ilk sıraya koyabiliriz: Kronik amnezi.
En azından babam öldüğü için mutluydum bir zamanlar. Sevincim çok uzun sürmedi. Küçüklüğümden beri hayatım iki insandan ibaret oldu. Tahmin edilmesi zor değil, annem ve babam. Herkes fraktal yapıdadır. İnsanlar dal dal uzar. Dallar hayatınıza giren insanların simgesel yansımalarıdır. Öznel düalizmim içinde kaybolan ben hariç. Onlar benim için tanrısaldı. Ne yaptıklarının farkına bile varmadan kendi ikili yapılarının içinde beni de kaybolmaya mahkum ettiler. İnsanların iki yüzlülüğünü mü ararsınız yoksa sokaklarda kol gezen vebaya benzer dehşeti mi. Mideniz bulanana kadar gerçek olmayan bir şey anlatılırsa bir yerden sonra inanmasanız da kabul etmek zorunda kalıyorsunuz. Bir şeyi kabul ederken dikkat edin. Ben etmedim ve anlatılanlar artık benim dogmatik gerçeklerim. Kuran’ın sözlerini değiştirmeye çalışın(inançlıysanız) ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Babam öldüğünde ağladım. Biri size Tanrı’nın öldüğünü söylerse ne kadar üzülürseniz bende o kadar üzüldüm. Başımdaki sınırsız hegemonyadan kurtulduğumu sanırken oligarşi diktatörlüğe dönüştü. İki kişi karar alırken en azından aralarındaki çatışmadan faydalanıp sınırlıda olsa kendi isteklerinizi gerçekleştirebilirsiniz. Fakat TEK demek TEK demektir. Tek söz, tek akıl, tek hareket, tek düşünce… Kendimi üniforma giymiş gibi hissediyordum. Aklımda olanları paylaşacağım TEK annem vardı. Paylaşmadım, ben Tanrıyla konuşmam. Tanrı’ya Tanrı’yı şikayet edin isterseniz. Ben yapmadım. Asla da yapmayacağım. Onu seviyorum.
Sonra kendimi kitaplara verdim. Okul hayatımı hiç sormayın kimse beni sevmezdi. Tarafsız bir gözle bakmaya bile gerek yok. “Ben olsam bende kendimi sevmezdim” zırvalıklarına demek istiyorum. Ben kendimi sevmiyorum zaten. Beni sadece tercih yapabilmekten aciz kitaplar kabul etti. Kitap en iyi dostunuzdur sözünü vecize olarak kullananlar haklı mı bilmem ama bence kitap okumak bilinçlendikçe kendini kaybetmektir. Aydınlık iyidir. Aydınlık iyiymiş! Güneşe çıplak gözle bakınca aydınlığın nasıl azap verdiğini anlarsınız. “Yazmak mutsuzluğun nedeni değil. Sonucudur.” Bunu kim söylemişti peki, Montaigne mi? Mutsuzluğunu kağıda kusan birinin kustuğunu sindirmeye çalışıyoruz. Olay bu basit gerçeklikten ibaret. Bende o kusmukları eşeleyerek yorumluyorum.
Nerde kalmıştık.
Şu televizyonu bir dakikalığına kapatabilirse aklımı daha rahat toparlayabilirim. Tüm bağırma isteğimi geriye itiyorum. Masamın üzerindeki eşyaları sınıflandırıyorum. A grubu… B grubu… C grubu… Sonra tüm bunları başka bir ana başlık altında topluyorum. O zaman sınıflandırmanın esprisi nerde? Hepimizin aynı insan olduğunu söylemeye benziyor. Kadınlar ve erkekler gibi genellemelere sevk ediyor bizi. Buna gerek yok. Zaten her birimiz diğerinin hayatında koca bir genellemenin anonim parçalarıyız. Toplanınca büyük bir et yığını oluyoruz. Tek tek değer ifade etmiyoruz. İfade ettiğimizde de TEK’in heyula karakterinin altında eziliyoruz. Cümlenin başında yokuz biz. Ancak önemli bir şeyi tamamlamakla yetiniyoruz. AVUKAT cemil, DOKTOR necla, ELEŞTİRMEN tekin. İsim tamlamasının tamlayanı, güle güle uğraşlarım, güle güle kendimi anlatma çabam. Beni açıklayan daha doğrusu benim açıkladığım bir sıfat beni insanlara anlatabiliyormuş meğer. Sıfatsız olmayı tercih ederim.
Usum bana dışarı çıkmamı öneriyor. Güzel bir hava var dışarıda, aklı başında olan insanların hava almak için tercih ettiği kuru soğuk bir hava. İtiraf etmeliyim ki gayet mantıklı bir düşünce. TEK bir şey bunu engelliyor. Eğer adımımı kapıdan dışarı bir kez atarsam geri dönme ihtimalim çok düşük. Annem ve ben birbirimize çok alıştık. Koparsak ikimizde çok geçmeden öleceğiz. Hani tv’lerde bir zamanlar sürekli dönen o görüntü geliyor aklıma-eşine otoyoldan hızla geçen yeşil bir araba(yeşil olduğunu köpeğe bulaşan araba boyasından anlıyoruz) çarpmış siyah bir sokak köpeği, ağzından salyalar akarak ölen köpeği kaldırmak isteyen belediye görevlilerini yanına yaklaştırmıyor.- Bizde ayrılırsak aynen öyle olacağız, kimseyi yanımıza yaklaştırmayacağız. O vakit gitmenin azap çekmekten başka ne anlamı var.
Ben:1 Us:0. Hayat:1…(sayısı hayal gücünüzle sınırlı sıfır) Ben:0. Daha önceki yenilgilerimi katmadan edemiyorum. İnsan isteyince kendine karşı oldukça cömert olabiliyor. Bildiğim kadarıyla ademoğullarından hiçbiri henüz kendi aklına karşı bir yengi kazanamadı. Bu olmayacak demek değil tabiî ki. Bu şartlar altında olmayacağına eminim ama. Şartlar bizi köşeye kıstırırken aklımıza mukayet olamazken nasıl olurda teorik bile olsa kendimize meydan okuyabiliriz. Büyük gerçekler kendini sıklıkla unutturuyor; ölüm, aşkın olmaması, asla olmayacak düşlerin hedeflenmesi gibi mesela. İşte tam bu noktada zaaflarımız projektörlerle aydınlanıyor. İstisnasız hepimiz-genellemenin içinde sizde varsınız, kendinizi farklı görüyorsunuz fakat değilsiniz. Hepinizin ortak özelliği bu değil mi? Kendinizi farklı görmeniz. Bu yüzden hepimiz aynıyız.- yaşamaya katlanabilmek için düşsel dünyalar kuruyoruz. Yaşlandıkça çöküşe götüren yıkılan imgeler… Dayanabilenler beş duyu dışında hissiz, huysuz ihtiyarlara dönüşüyor. Dayanamayanlar zihinsel sürecini bir yana bırakırsak en basit yolu seçiyorlar. İradeleri ilk kez tam olarak her şeye hakim, bu nedenle işi nihayete erdirebiliyorlar. Bilek kesmek veya bir apartmanın tepesinden bedeni boşluğa bırakmak hiçbir zaman karmaşık hareketler olarak sınıflandırılmadı. Fiziksel ve biyolojik gerçekler oldukları için somutlar. Yanılıyor muyum? Asıl karmaşık olan, anlayamadığımız kalıp ölmeyi beklemek. “İnsanların neden bu kadar aceleci olduğunu anlayamıyorum. Bütün yapması gereken beklemekti.” Guguk Kuşu’ndaydı yanılmıyorsam. Zikretmeden edemeyeceğim beynimin büyük bölümünü işgal ettikleri için kitaplardan nefret ediyorum.
Rafta duran şişeler gittikçe azalıyor. Geri sayım gelecekte, sayımın bitişinde olması gereken bir olguyu işaret ediyor.
“Anne televizyonun sesini kısar mısın!” Sesim çatallanmış bir şekilde çıkıyor oral organımdan. Yabancılaşmanın içerden başladığına inanmamı sağlayacak kanıtlar sunan garip bir ses tonuyla konuşuyorum. Kelimeler yosunlara sürtünerek çıkıyor sanki. Kurumuş, gıcırdayan bir boğazdan beklentim çok fazla, uzun zamandır paylaşımlara kapalı olduğumu da eklersek… Talep etmek insanoğlunun patalojisi, bunu dert etmeye gerek yok. Hak etmek, o da ne, hiç duymadım.
Annem içerde reklamları kaçırmadan seyrededursun. Üç günlük açlığın beni yormaya başladığını düşünüyorum. Düşünüyorum çünkü ellerim titriyor, hissiz olduklarının ayrımına varmam pek uzun süre almayacak. Boş verin beni. Önemli olan ben değilim, annem. Son birkaç gündür çok üşüyor. Battaniyelerin altında olmasına rağmen buzdan bir gömlek giymiş gibi. Katı duruşundan çıkarmayı istemediğini anlıyorum. Sabit bakışları beni korkutuyor. Alışığım ben, Tanrılar böyledir. Yerine çivilenmiş bir heykel misali durum ne olursa olsun mağrurluklarını yitirmezler. Yitirseler Tanrı olmazlar değil mi?
Tanrılar ölmez değil mi?
Biçimsiz spazmlar bedenimi işgal ederken ayaklarım devasa pandüller gibi salınmaya başlıyor. Beynimde rüzgarların estiğini duyuyorum. Ahşap bir evin gıcırdayan tahtaları gibi aklım her yöne esnemeye devam ediyor. Tutabildiği ne varsa önüme getiriyor. Unuttuğumu sandığım geçmiş düşünceler, belirsiz olan gelecekte olacak görüntüler yakalıyor aklım. Uzam zaman içinde her şey eğreti duruyor. Her an başka bir şey bir diğerinin yerini alacak sanki. Nesnelerin isimlerini sorgulamaya başlıyorum. Neden sonra kan kokusu alıyorum. Sıcak ve hâlâ akışkan. Dilimin üstünde bir yılan gibi kavrayabiliyorum tadını. Sonra o soru geliyor aklıma.
Tanrı ölürse, mikroorganizmalar yaşar mı?
Cevap yok, kendi benliğini anlayabilmekten uzak yaratıklar bunu nasıl cevaplasın. İnsanlardan çok büyük atılımlar bekliyorum yine. Ben vademi doldurduğum için kimse beni işin içine katmasın. “Gri limanlardan ayrılmama az kaldı.” Bu nerdeydi, Yüzüklerin Efendisi olabilir ya da çanlar kimin için çalıyor. Tüm ATP’ler ADP’ye sonrada AMP’ye dönüştü. Adenin Mono Fosfat neye yeter ki.
İnsan ölüme son hızla koşarken ,bir amok koşucusu gibi, bedeninde olanları ruhuna değin hissedebiliyormuş. Protein yıkımı başladı. Damarlarımdan beynime tüm iç aksamımda bir çöküşün başladığını duyumsuyorum. Midemi kavrayan bir el sarsmaya devam ediyor. İçinde bir şey olmamasına rağmen sıkmaya devam ediyor. Kindar bir eli kimsenin durduramayacağına karar veriyorum o anda.

Ya iki gün geçti ya da iki saniye, bilemiyorum, bilmek istemiyorum, öğrenme azminden yoksunum. İçimi ekşi bir huzur duygusu dolduruyor. Size iyilik yapmasını beklemediğiniz birinden iyilik gördüğünüz zaman karşı tarafın hangi beklentiyle bunu yaptığını merak ettiren mayhoş histen bahsediyorum. Tumturaklı fikirlerin baskısı beynime az kan gitmesi sayesinde hafifliyor. Uçarı çocuklar ne düşünürse onu düşünüyorum: Bilinçsiz arzuların gölgesinde düşünmeden yaşamak.
Susabilirim, yapmıyorum. Bedenim bir yere kıvrılıp dinlenme dürtüsüyle beni zorluyor. Yatar yatmaz cenin pozisyonu alacağımın farkındayım. Doğum şeklim ölüm şeklime dönüşecek. Ayakta ölmek istememe rağmen perde inmiş gözlerimle bunu başarmam imkansız. Yaslanacak mobilya bulma düşüncesi bile başımı döndürüyor. Kan kokusu daha yoğun artık. Bazen yakınımda bazen uzakta olan ama hiç geçmeyen paslı koku üzerime sıçramadan kaçmam gerekiyor. Buralarda ölümden saklanacak bir yer bilen var mı?
Annemi yanıma alamam, onun sabit gerçekliğini hareket ettirecek kas dokusunu kaybedeli epey süre geçti. Ayaklarıma emir veremezken kaçmakta çare aramak boşuna umutlanmaklarımdayken izindelermisinbilderenerakamlaryataerej.
Bana neler oluyor!
Biri perdeleri açmış olmalı. Keskin ışık gözümü alarak yaklaşıyor.
IŞIK, DAHA ÇOK IŞIK!
Bunu kim söylemişti. Goethe olsa gerek…
     
     “Annesi ne zaman ölmüş?”
     “Adamdan bir gün önce.”
     Eleştirmenin avucunda sıkıca tuttuğu kayıt cihazını bulan sağlık görevlisi kayıtlara geçmesini sağlamak için polislere seslenirken adamın dudağındaki tebessümle, gözünde parlayan mat sevinci merak etti. Çelik gibi içinde sönen sevinci…



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


GÖKHAN BEDİR kimdir?

Psikolojik travmala, doğu mistisizmi ve günlük hayatta görmediğiniz ya da görmezden geldiğiniz insanlar

Etkilendiği Yazarlar:
salinger, eliot, chuck palahniuk, ıngvar ambjörnsen, camus


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © GÖKHAN BEDİR, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.