"Bazen bir mısra yaşamı değiştirir." -Kafka |
|
||||||||||
|
Kendi sistemi içindeki bu ihtiyar gezegene şu aralar biraz acımasız davranıyor gibi sanki. Sahibinin emrini yerine getiriyor besbelli. Gezegene bir kastı olmasa gerek, acımasızlığı gezegeni yaşanmaz hale getirenlere mi ne? Bir şeylerin intikamını alıyor sanki, ya da bir şeyleri hatırlatmaya çalışıyor bu yakıcı sıcaklığıyla... Asfaltlar rahatlıkla yumurta sahanı vazifesi görebilecek bir vaziyette... Temmuz, bu Orta Anadolu’nun, ortalamanın üstündeki şehrinde, diğer şehirlerden çok da farklı bir ortalamayla hissedilmiyor aslında. Ama yine de insan olmanın bir gereği ya da getirisi olarak, insan adıyla vasıflandırılan bu esrarengiz familyaya mensup herkes nasıl ki dondurucu soğuğu istemiyorsa bu kadar sıcağı da çekilmez buluyor. Kimsenin güneş ışınlarının kemik sağlığına iyi geldiğine ya da güneşin ultraviyole ışınlarının incelen atmosfer tabakası nedeniyle dünyamız için zamanla bir tehlike arz edeceğini falan umursadığı yok. Kimsenin güneşin ne demek olduğunu, neden adına güneş denildiğini, güneş olmasa ne olabileceğini, güneşin neden sarı renkte göründüğünü, Sarı rengi algılamanın her insanda farklı olup olmadığını, ”Güneş” dendiği zaman kafalarda oluşan algılamaların farklılığını, bu sarışın güzel güneşin hesaplanamayacak kadar büyük evren içinde yalnızca bir toplu iğne ucu kadar bile yer işgal etmemesinin ne demek olduğunu ve sadece güneşten yola çıkarak bunlar ve bunlar gibi daha pek çok gerekli gereksiz sorgulamaların cevabını umursadığı da yok aslında… Onlar için güneş sadece yaz aylarında ortaya çıkan sarı renkli, sıcak ve etkileri itibariyle kapitale yol veren bir şey. Turizmciler için tatilde bol harcama yapacak, tuzu kuru, gavur mavur ama paralı turist, dondurmacılar için aileleri paralı çocuklar, soğuk içecek imalatçıları için susayan ve susuzluklarını para harcayarak gidermekten hoşlanan insanlar, beyaz eşyacılar için klimayı artık lüksten saymayacak bir ihtiyaç olarak gören kodamanlar, vesaire, vesaire, vesaire… İşte güzeller güzeli sarışın güneşin en tepeye geldiği anlardan bir an… Cadde boyunca kimi ensesini mendiliyle silmekte, kimi çeşmelere ağzını dayamış sulanmakta, kimi yelpazelenmekte, kimi dondurma ve fantezi nevinden soğuk içecek tüketmekte, kimi klima pazarlığı yapmakta, kimi tatil planları kurmakta… Bir camlı kulübe görünümündeki taksi durağının önünde gölgelik, gölgeliğin altında iki tabureye karşılıklı oturan iki şoför. Aralarındaki ters çevrilmiş sandığın üzerinde tavla ve iki zar atıp, iki el tavla çevirerek vakit geçirme derdinde iki telaşlı kafa. Siyah keten pantolonun üstünde kolları kıvrılmış beyaz gömlek, gömleğinin üstünde krem rengi kaba bir avcı yeleği giymiş, yumurta topuk sivri burun ayakkabısıyla klasik şoför kıyafetli, yaşı kırklara yaklaşmış, asıl mesleği şoförlük. Saçları jöleyle geriye doğru yatırılmış, üstünde dar kot pantolon ve turuncu zemin üzerine ilk bakışta İngilizce olduğu düşünülen belirsiz yazılar yazılı bir tişört ve spor ayakkabısıyla oturan yeni yetme ise şehir dışında okuyan yeğeni aslında. Ama yaz aylarında amcasının durağında ihtiyar babasının mesleğini icra etmenin nostaljik keyfini yaşamak için, daha çok da okul dönemindeki harçlığını çıkarmak için arada sırada amcasının taksisinde şoförlük yapmakta… - Klimalı araban olacak arkadaş, şoförsen şart, müşteriyi de adam yerine koymak lazım hani… diyerek bozuyor sessizliği. - Yok be oğlum, benzinine yetiştik de kliması mı kaldı, yemişim müşterisini, hem müşterimi var lan piyasada. - Taksi yolculuğunu çekici hale getirmiyosunuz abicim, kaptırmışsınız ekonomik gidişata kendinizi, bu teslimiyetle tabi müşteri çekemezsin, biraz aykırı düşüneceksin, görülmemiş alternatifler üreteceksin icabında, biraz da taksimetreden fedakarlık yaptın mı bak müşteri nasıl akıyo. - Oooh, beyimize bak, Hükümet yanlış yapıyo be, senin gibi cevher var burda, IMF kapılarında filan ne eşinecez, çeksinler seni Meclis’te besiye, 3 gün sonra düze çıkar lan memleket, ehehehe… - Dalga geçme be abi, bak okulumu bitiriyim göreceksin, babam yıllardır şoför de ne oldu, 20 yıl öncesinin usulleriyle taksicilik yapıyo hala, bişey olmadı olacağı da yok, değişim şart abi, her sektörde olduğu gibi gelişmelere açık tutcan kendini. - Konuşma lan başımıza Babacan’ın müridi mi kesildin, 2 sene işletme okudun diye prof sanma oğlum kendini, at zarları hadeee, artis. Dikkatini bu amca-yeğen muhabbetinden, caddedeki insan seline çevirdi genç adam. Kaldırımları çiğneyen kalabalıkların yüzlerinden sıcaklığın rahatsız edici izlerini okumak mümkündü. Aslında o kalabalıkların yüzlerinde sadece kuru kalabalık olduklarının farkına bile varmadıklarını da okumak mümkündü. Ah o yüzler, dikkatli bakıldığında ümmileri bile allame-i cihan edecek tezatları nasıl da barındırıyordu çizgilerinde… Gözlem kabiliyeti pek de yüksek sayılmazdı ama yine de her gözlemlediği şeyden kendine ait çıkarsamaları olurdu mutlaka. Bir köşeye çekilmiş sigarasını kendinden intikam alır gibi içine çekerek dumanını da yine aynı sebepsiz intikam duygusu içinde hızlı ve sert bir şekilde havaya savururken gözlerinin önünü bir anlık da olsa saran sigara dumanının karmaşık ve yakıcı buğusundan caddeyi izlemeyi pek bir severdi, yada anlamsız bir zevk duyardı bundan… O koşuşturmacalar… O telaş içinde kıvranışlar… O yalancı mutlulukların kırılganlığında kaybolan yaşama sevinçleri… Kaybolan yaşama sevinçlerinin içinde doğan anlamsızlıklar… Her anlamsızlığın tabii bir sonucu olarak beliren kötürüm unutkanlık… Her unutkanlık bir anlamsızlığın tabii sonucu ve arkasından yeni bir anlamsızlığı beraberinde getiren ruhun türbülansı… - Beni de kendi anlamsızlığınıza kurban edemeyeceksiniz! Dedi kendi kendine yumruklarını sıkarak. Bir sürü yüz, bir sürü ayak, bir sürü el, kol, çene, parmak, bir sürü ayakkabı modeli, bir sürü otomobil, bir sürü işyeri, bir sürü insan... Acaba içlerinde kaç tanesi hayata kendi gözleriyle bakıyordu ki? İçlerinden kaç tanesi bir araba kornasının sesiyle gök gürültüsü arasında bağlantı kurar ve oradan hareketle arabalarla gök cisimleri arasında alakasız da olsa inorganik bir bağ oluşturmaya çalışırdı ki…? Mesela şu taksi şoförü asla yola çıkıp da - Taksiyle bir yere acele yetişme ihtiyacı olup da parası olmadığından telaş içinde dolmuş, otobüs bekleyerek sabırsızlanan kimse yok mu, bugün insanlığım tuttu, onu gideceği yere parasız götüreceğim. Diye bağırmayacaktı. Çünkü öyle bir çıkış yapsa ihtiyacı olmayanların ihtiyacı olanlara öncelik vereceği yoktu, herkes birbirini ezerek taksinin önünde toplanacak ve - Ben, ben, ben Diye bağıracaktı… O taksici öyle bir şey yapmayacağı için mi bütün insanlar öyle davranacaktı, yoksa insanların çoğunun öyle davranacağı için mi o taksici öyle bir şey yapmıyordu? Bunu çözmek çok zordu… Al işte, şu, yüzünde babacan tavrıyla çocuklara sempatik görünmeye çalışan ve zekası ancak ve ancak çocukların çocukluk güdülerini gıdıklayarak ailelerini onlara dondurma almaya zorlayacak kadar çalışan dondurmacı, fakir mahalleleri kapı kapı dolaşıp zarar etme pahasına da olsa, sırf dondurmayı ancak ayda bir yiyebilen o sümüklü kenar mahalle çocuklarının gözlerindeki sevinç parıltısını görmenin zevkini tatmak amacıyla onlara bedava dondurma vermeyecekti, Veya şu yüzüne takındığı sahte gülümsemeyle müşterisine sıcak görünmeye çalışan beyaz eşya dükkanı işletmecisi…Temiz giyimli, bakımlı, traşlı, kravatlı burjuva kalıntısı iş adamı. Yeni evlenecek olan köyden indim şehre kılıklı henüz şehrin pisliklerinin kendilerini bozamadığı enayi derecesinde saf ve evimde hiç olmazsa bir çamaşır makinesi, bir de buzdolabım olsun diyecek kadar hayallerinde bile mütevazı ama asla o çamaşır makinesine ve derin donduruculu buzdolabına sahip olamayacağını bilen köylü çifte, - Aman, içinizde uhde kalmasın, paranız yoksa yok, kedinin kasap dükkanının vitrinine bakıp bakıp gittiği gibi dükkandaki eşyalara imrenerek bakıp da çekip gitmeyin, üzerimde hakkınız kalmasın, alın şu buzdolabını, bana dua edin, alın şu çamaşır makinesini de, mutlu olun Demeyecekti. Nitekim dememişti de… Dün dememişlerdi, bugün demiyorlardı, yarın da muhtemelen demeyeceklerdi. Dünyada yeniden, uluslararası çapta bir “İnsani Hassasiyet İhtilali” yaşanmadan kimse kimseye böyle şeyler söylemeyecekti… Dışarıdan bakıldığında güzel görülen, hatta çoklarının imrenerek “Ah ulan ben senin meslekte olacaktım ki, piyasanın tozunu attırırdım” dedikleri bir işi vardı. Mesleğini soranlara “Tahsildarım” cevabını veriyordu. Bu işe ilk önce bir avukat yanında başlamıştı. Elinde alacağını belgeleyecek bir çek veya senet yada başka herhangi bir resmi evrak olan alacaklı, alacağının borçludan icra yoluyla tahsili için avukata gelir, sistemin ekonomik çarkını döndüren bir bankaya çekin arkasını “Karşılıksız” diye yazdırdığı veya protesto ettirdiği senet ve bir vekaletname ile avukata “müvekkil”, yani bir nevi müşteri olur, icap ederse haciz masrafları için biraz para bırakır, borçlu hakkında gereken bilgileri verir ve işin geri kalanını avukata bırakırdı. Avukat ise resmi evraklarla belgelenmiş alacağın icra yoluyla takibi için kendisine tanınan hakla yine sistemin kendine has adaletinin tecelli mekanları olan Adli mercilerden İcra Müdürlüğüne başvurur, borçlu hakkında icra işlemlerini başlatır, icra dairesi borçluya bir ödeme emri tebliğ eder, borçlu genellikle ödeme emrinin tebliğine rağmen borcu ödemezdi. Tüm borçluların borçtan kurtulmak veya borcu ödemeyi geciktirmek için önceden tasarlanmış bir planları mutlaka olurdu, ancak sonuç ne olursa olsun borçluya hacze gitmek zorunda kalınırdı. Borçlunun işyerine veya evine yetkili bir icra müdürü, gerekli zamanlarda ise yeteri kadar güvenlik görevlisi ile gidilir, borçlu borcunu haciz mahallinde ödemezse ve alacaklı ile bir anlaşmaya varamazlarsa para edecek kıymette ne kadar eşyası varsa borç miktarınca el konulur, o el konulan eşyalar işyerinden veya evden çıkarılarak “Yed-i emin” adı verilen hacizli mallar deposuna götürülürdü. Borcunu daha da ödemezse o el konulan mallar ihaleyle satışa çıkarılır ve satılırsa satıştan elde edilen para ile alacaklının parası ve avukatın veya kendisinin ücreti ile resmi icra masrafları ödenirdi. Tüm bu haciz işlemlerini şehir dışında yapıyordu. Borçlularının yüzde doksanı şehir dışındaydı ve çalıştığı büronun şehir dışındaki icra takiplerini sürdürüyordu. Ödeme emrinin tebliğinden itibaren gerekli yasal süre geçtikten sonra takibin başlatıldığı icra dairesi borçlunun adresinin bulunduğu diğer şehirdeki icra dairesine “Talimat” adı verilen resmi bir yazı yazıyordu, Bu talimatta genellikle ; “Kimliği ve adresi belirtilen borçlunun menkul/gayri menkul malları ile 3. kişilerdeki hak ve alacaklarının haczi ile muhafaza altına alınmasına, borçlunun bankalardaki mevduatlarının haczi ile tahsiline, trafikte adına kayıtlı araçları var ise bu araçların kayden haczi ile trafikten menine karar verilmiştir, karar gereğince işlem yapılarak neticeden müdürlüğümüze bilgi verilmesi rica olunur” ibareleri yer alırdı. Talimat yazısını alır, gideceği yerdeki icra dairesine teslim eder, şehir dışı icra dairesi bu talimatla birlikte bir icra memuru ve yeteri kadar kolluk kuvvetiyle borçlunun ev yada iş adresine gider, gerekli haciz işlemlerini yerine getirir, oradan başka bir şehre geçerdi. Hafta içinde dört yada beş gününü şehir dışında geçirirdi, her günü bir diğerinden farklı bir şehir veya ilçede geçerdi. Bir şehirden diğer şehre giderken genellikle gece boyu yol alacak şekilde ayarlardı kendini, yol uzun değilse geceyi bir otelde geçirirdi. Otellerin yalnız konaklayıcıların, insanı kendisiyle baş başa kalmak zorunda bırakan yalnızlık ve gurbet kokan havasını severdi. Ne kadar, ferah lüks veya ne kadar sefil ve küçük de olsa, bu otellerin özelliği değişmiyordu. Kendisiyle baş başa kalmanın ehemmiyetini ve gerekliliğini bilenler için aslında otellerin bu özelliği bulunmaz bir fırsattı. İcra takiplerinin sıcak ortamları demek olan haciz tarafı, yani borçlunun mekanında borçluyla anlaşmak için yapılan pazarlıklar, bir anlaşma sağlanamazsa borçlunun malına el koyup o malı borçlunun mekanından çıkarma anları mutlaka bir sinir harbi şeklinde geçerdi. En basiti sitem olan ağız dalaşları, küfürler, tehditler havada uçuşur, bazen tekme tokat kavgalar bile olurdu. İşin acemisi olduğu ilk zamanlarında Isparta/Yalvaç’ta yediği dayağı unutamıyordu, bir de Afyon/Bolvadin’de borçlunun yanına oğlunu da alarak kendisini bir panelvanın içinde dağa kaldırıp bıçak çekerek tehditler savurmasını… Bu iki olay kendisinde, borçluların her fırsatta kuyruklarına basılması gereken yalancı ve sahtekar tipler olduğu kanaatini güçlendirmişti. Öyle ya, adamlar alacaklıdan malı alırken iyi, satıp para kazanırken iyi, kazandığı parayı yerken iyi, iş alacaklıdan aldığı malın parasını ödemeye gelince kötü. Borçlarını ödememek veya geciktirmek için ne dolaplar çeviriyordu bu gönüllü sistem köleleri. Zaman zaman insana “Bu kadar olur be!” dedirtecek kadar Şeytan’a külahını ters giydirecek sahtekarlıkların her gün kaç tanesine şahit olmuştu da sayısını kendi bile unutmuştu. Memur emeklisi babasının hatırını kıramayıp gönülsüz de olsa yanında çalıştırmayı kabul ettiği bir avukatın bürosunda 10 ay kadar çalıştı. Ailesi ve kendisi başlangıçta bu yeni iş için heyecanlı ve gelecek için de ümitliydiler. Ümitlerinin sebebini sorulsa muhtemelen verecekleri cevap “Bir meslek öğrenecek” şeklinde olurdu. Kendisi ve ailesi bu işin kendi başlarına açacağı gailelerden elbette habersizdi. Avukatın da diğer pek çok avukat gibi en az borçlular kadar sahtekar olduğunu geç de olsa anlayınca bu avukata para kazandırmaktan vazgeçmiş ve işten çıkmıştı. Artık herhangi bir avukata bağlı olarak çalışmıyordu, Bağımsızdı… Yol boyunca bunları düşünerek karanlığın içinde gölge siluetler gibi uzayıp giden yollarda yılan gibi kıvrılan otobüsün yirmi bir numaralı koltuğunda camın titremesine aldırmadan başını cama yaslayarak rüyasız bir uykuya daldı. “ Uyku katillerin bile çeşmesi, Yorgan, Allahsıza kadar sığınak…” - Şu insan seline bak, birbirini tanımayan bu insanlar, bir şekilde birbirlerini tanıyıp aralarında samimi bir ortam oluşsa ve ticari ilişkiler içine girseler kim bilir ne dolaplar çevirerek birbirlerini kazıklamaya çalışacaklar, birbirlerini arkadan vurmak için ne fırsatlar kollayacaklar kim bilir… Birbirlerini hiç tanımamaları daha iyi aslında. Hiç kimse için fedakarlık yapmaya değmez, hiç kimse için iyi duygular beslemeye, hiç kimse için hassasiyet provaları, samimiyet tiyatroları, muhabbet senaryoları, hümanizm riyakarlığı yapmaya değmez… Diyordu kendi kendine uykuya dalmadan önce… Otobüsten yeni inmişti. Batı Anadolu’nun en uzak şehri İzmir’den saatler süren yorucu ve bıktırıcı bir şehirlerarası yolculuktan sonrasında “Memleketim” bile diyemediği bu şehrin otogarında biraz soluklanmak için oturduğu bankta düzensiz ve derin uykusunun mahmurluğundan kurtulmak için bir banka oturdu, elinde bir plastik bardak, içinde otogar çayı… Yüzüne bakılınca kendisi hakkında edinilecek ilk fikir “Yorgunluk” gibi görülüyordu. Günler süren seyahatler, Günde en kısası beş saat, haftalık ortalama toplam kırk-elli saat süren otobüs yolculukları… Uykusuz… Eklemleri birbirine geçmiş gibi hantal ve tepeden tırnağa her yeri ağrıyordu, Bir ihtiyarın romatizma ağrılarını dindirmek ister gibi boynunu, kollarını, ayaklarını, parmaklarını, eklemlerini, başını, görenlere kendisi hakkında - deli galiba dedirtecek şekilde ve anlamsızca hareket ettiriyordu. Sürekli esneyen, gerilen bir yol yorgunu… Bedenine burunları sızlatan keskin bir ter kokusu hakim olmuştu, bu yüzden yanına yaklaşmak imkansızdı. Açlık, susuzluk, uykusuzluk ve kahreden yorgunluk sonrasında ılık bir duş alıp saatlerce kesintisiz bir uyumayı düşünüyordu. Vakit öğleye yaklaşmaktaydı, otogar manzaralarına alışkın ve bu alışkanlığın getirdiği ülfetle biraz umarsız davranıyordu bu manzaraya karşı. Eskiden, otogar denilince birbirine zıt iki unsurun bir arada bulunduğu ender mekanlardan birisi gelirdi aklına. ” Gurbet” ve “Vuslat”… İnsanlık tarihi bir gurbet hikayesiyle başlıyordu; Adem’in Cennet’e olan gurbeti ile… Bu iki düşman, bu iki kan davalısı normal şartlarda asla bir araya gelmezdi ve karşı karşıya geldiklerinde savaş, asla barış veya anlaşma ile neticelenmezdi. Mutlaka ama mutlaka biri diğerine galip gelirdi. Birinin bittiği yerde öbürü başlıyor, öbürünün sona erdiği yol bir diğerine çıkıyordu. Dünyada, gurbet ile vuslatı, gitmek ile gelmeyi şahsında birleştiren ve içinde bu tezatları bir arada barış içinde yaşatan, hem gidene güle güle, hem de gelene hoş geldin diye sallanan bir eli görmeyi, görebilmeyi çok isterdi. Belki de aradığı buydu ve işte yeryüzünde dolaşarak yaşayan bu insan seli içinde hiçbir insanı eli öpülesi muhterem varlık olarak görmediği halde, böyle bir eli doyasıya öpüp başına koyabilirdi. Otogarda ani hareketlenme başladı, - Sayın yolcularımız, peronlardaki araçlar 5 dakika içinde hareket edeceklerdir, Büyükşehir Belediyesi siz sayın yolcularımıza hayırlı yolculuklar diler. Şeklinde bir anonstu duyduğu. Büyükşehir Belediyesi yolculara hayırlı yolculuklar diliyordu. Neden? Yolcuların hayırlı veya şerli bir yolculuk yapması Büyükşehir Belediyesini neden ilgilendirsin ki? Büyükşehir Belediyesi’nin bu yolcularla alakası otogarın yolcu kapasitesini artırmaları neticesinde elde edecekleri vergi ve kira gelirlerinin artmasından başka ne olabilir di ki? Büyükşehir Belediyesi hiç tanımadığı bu insanların hayırlı bir yolculuk yapmalarını gerçekten bu kadar arzu ediyor muydu ? Mesela bu yolcu otobüslerinden birisi kaza yapsa ve bu yolculardan ikisi ölse Büyükşehir Belediyesi üzülür müydü? “Hiç zannetmiyorum” diye düşündü. Başına gelecek resmi bir sorgulamanın endişesinden başka ne taşıyabilir ki içinde…? O ölen iki yolcunun ölmesi diğer yolcular için hayır mıdır, şer midir? Hadi yaşamaları şer , ölümleri de daha hayırlı ise. Büyükşehir Belediyesi’nin hayır ve şer anlayışı nedir? O halde Büyükşehir Belediyesi düpedüz yalan söylüyor. Büyükşehir Belediyesi neden yalan söyler, yalan söylemek zorunda mı? Neticede Büyükşehir Belediyesi de insanlardan oluşuyordu ve insanlar artık hayatlarını yalanla kaim zanneden, yalan üzerine planlar yapan, menfaat stratejileriyle kafa patlatan varlıklar haline gelmişlerdi. Büyükşehir Belediyesi’nin yalan söylemesi niye garipsensin ki? Bu sırada 36 numaralı peronun önünde bir köylü kızı gördü. 16-17 yaşlarında, çevresine kaçamak bakışlar atan, otogarın lüks havasına ve son model otobüslere yabancı, modern görünmek kaygısında ama köylülüğünü üzerinden atmayı başaramamış bir genç kız. Daha çocuk denilebilecek yaşta, saflıkla enayilik, isyanla tevekkül arasında gidip gelen bir hali var. Bu hali, hafif eskimiş ve solmuş kot pantolonun üzerine giydiği alacalı ve garip desenlerle bezeli t-shirt’ünden belli, her halinden özenti kokuyor, olmak isteyip de beceremediği şehirlilerin arasındaki rahatsız ve yabancı tavırları da belki bu yüzden ve belki de köylü olmasından ve ne kadar uğraşsa da arada bir kendiliğinden ağzından çıkıveren köy şivesiyle konuşmasından utandığı annesine bağırmakta, - Of anne yaa, hadi yaa, millete rezil olduk senin yüzünden yaa… - Bekle gız işte dibimize motor dakılı deel ya, bekleyivirsinler iki Dakka nolcek? Hem ordan dır dır edeceene gel de yapış şunların ucuna Genç kız oflaya puflaya sepetlerden birini sol eline aldı, diğer elini ise annesinin sürüye sürüye taşımaya çalıştığı çuvalın bir kenarına iliştirdi. Rahatsızlığı her halinden belli oluyordu, herkesin gözü kendi üzerlerindeymiş de insanlar ağız birliği edip - Ha ha ha ! Bakın şu köylülere, ne ilkel insanlar Diyorlarmış gibi geliyordu kendisine. O modern şehirlilerle göz göze gelmemek için ezikliğini içine bastıra bastıra gözlerini önünden ayırmadan söylenmeye devam etti ; - Ya millet mecbur mu senin patates çuvallarını taşımanı beklemeye yaaaa, hem ne o öyle çuvalla patates yetmiyo da sepet sepet de çer çöp goymuşun ne onlar ööle? - Ablanlara taze biber, badılcan, hıyar filan goydum, özlemişlerdir köyümüzün taze yeşilliğini gız, gönüllerini hoş ederiz fena mı olur işte? - Ya hayret bişey anne yaaaa, badılcan değil bi sefer onun adı patlıcan! Patlıcan! Hem Ablamlan eniştem İzmir’i mesken tuttu tutalı bizi aramıyorlar bile gözleri açıldı tabi, netsinler bizim çamurlu patatesle hıyarı, bilmem neyi? Bak muavin bize sesleniyor hadei ana hadee hepten rezil olduk senin yüzünden ya -“Sus didim gız, ne diye rezil olacakmışız bakem? El alem gendi halına baksın, hadi mızmızlanma yörüüü!” İhtiyar anne ve genç kız, kendilerini bekleyen otobüse muavinin fırçaları arasında bagajlarını yüklediler, sesleri duyulmuyordu ama muhtemelen muavin bu kadar çok yükün ek ücrete tabi olduğunu söyleyince, ihtiyar köylü kadını çileden çıkmış ve bacaksız yeni yetme olarak gördüğü muavini kim bilir ne okkalı bir şekilde azarlamıştı da muavin bezmiş bir şekilde - Tamam tamam, sensin, ne dersen o yeter ki sus teyze Tavrıyla iki köylüyü otobüse bindirmiş ve nihayet onları koltuklarına oturtabilmişti. Genç adam otobüs gözden kayboluncaya kadar bakışlarını o yönden ayırmamıştı. Genç köylü kızının o özentili ruh halini düşündü. Kim bilir şehrin yanar döner ışıkları rüyalarını nasıl süslüyordu, o modern giyimli, kollarında şuh kahkahalar atarak dolandıkları zengin ve aynı zamanda riyakar sevgilileri olan, her istediklerini alan, her istediklerini yapan yada yaptıran, dans eden, bowling oynayan, bilgisayar kullanmasını bilen, evlerinde kendilerine ait, annesiyle programlar yüzünden kanal kavgaları yapmadıkları büyük ekranlı televizyonları olan ve istedikleri kanalları izleyebilen, akşam dışarı çıkmak için babalarından izin kaygısı olmayıp babalarının kahveye gitmesini beklemek zorunda kalmayan genç kızlardan birisi de o olmak istiyordu ve hayallerini süslüyordu besbelli ama işte yanındaki kadın bu hayalin yalancılığını kendi gerçekliğiyle ispatlar gibi karşısında dimdik duruyordu. Kader işte, ağlarını yine örmüş ve her fırsatta ona - Sen köylüsün, bu istediklerinden hiçbirisi olamayacaksın, şu kaba annene bak, her hali köylü. Der gibiydi. Genç kız, hayatında belki de doğru dürüst bir sefer bile gönül ferahlığıyla “Oh be dünya varmış, işte hayat bu” diyememiş, ömrü boyunca çile çekmiş ama çilesini asil bir sabırla karşılamayı ve feleğin sillelerini bu asil sabır kalesinde tevekkülle karşılamayı bilmiş, okuma yazma bilmeyen ama insanlık marifetini yakalamış o ümmi bilgelere has tecrübelerle dopdolu, yüzü acılar ve yılların yorgunluğuyla kırış kırış olmuş marifet abidesi o asil köylü kadınından, kendi öz anasından utanıyordu. Genç köylü kızının aptallığına ve bir bakıma, manevi ihanetine acıdı. Evet evet, bu kız kendi özüne karşı ruhsal bir ihanet içerisindeydi. En basitinden insanın özü olan toprak kokusundan ibaret köylülüğünden utanıyordu. Şehrin yanar döner ışıkları altında işlenen günahlardan haberi yoktu belki kızın, o riyakarlıklardan, o kan donduran pisliklerden haberi yoktu, haberi olsa ne olacaktı ki…Şehrin günahkarlıkları bile sevimli ve masum gençlik maceraları gibi geliyordu ona. Böyle giderse hayallerini gerçekleştirme adına bir fırsat bulduğunu zannettiği ve İzmir’de bakkalda veya yolda yada bilmem nerde tanıştığı uçkur düşkünü, şehirli, tanışırken kendisinden gerçek adını bile gizleyecek olan ruhsuzlaşmış harika giysilere sahip berduş bir serserinin birkaç dakikalık ihtirasının kurbanı olacak yada köyden en çok başlık parasını veren bilmem ne ağanın askerden yeni gelen oğluna gelin gidecek ve hayatı boyunca böyle yaşayacaktı. O beğenmediği, yanında köylü tavırlarıyla dolaşıp durmasından rahatsız olduğu, utandığı anasının sahip olduğu ruh asaletine asla sahip olamayacaktı. Bunları düşünürken köylüye asaletini ve milletin efendisi olmak payesini kaybettiren, köylüyü şehirliye, saflığı pisliğe, doğruyu yalana, asaleti soysuzluğa, kurdu köpeğe özendirenlere bir küfür daha savurdu. Omzuna vuran elin sert darbesini hissetmese bu takıntılı ve sonu gelmez düşüncelerden ayılacak gibi değildi. - Ooo hoş geldin aga, naber? Ne o len uğramıyon yanımıza? Paralandın diye bizi tanımıyon mu artık oğlum? Nerelerden böyle? - Ha? Merhaba abi, az uykum açılsın dedim serine oturdum öyle, ne tanımıyacam ya ayıp ettin, nereden olsun yoldan işte - Kimin canını yaktın, kimin ocağını söndürdün yine? Gülerek, şaka mahiyetinde söylenmiş bir sözdü. Can yakmayı, ocak söndürmeyi marifet addeden ve bunların gerçekleşmesinden zevk alan birinin ağzından çıkan sözler gibi duruyordu. Yoksa “Kimin ocağını söndürdün yine? ” gibi bir soru sorarak bu sorunun arkasından gülmek mümkün müydü? Bu soruyu soranı tanımasa ona iki saat öyle bir nutuk çekerdi ki adamı dövmekten beter ederdi ama karşısındaki adam en azından arkasını dönünce sırtından bıçaklamayacak kadar haysiyet sahibiydi. - Yok abi ne ocak söndürmesi, deme öyle be. İtin tekinin tetikçiliğini yaparak it taşladık geldik. Olay bu ocak söndürmek falan yok. Bal gibi vardı aslında. Hatta yaptığı tek iş can yakmaktan ve ocak söndürmekten ibaretti bile denilebilirdi. Ya değilse yaptığı işin sosyal hayattaki ekonomik dengeye bir katkı sağlamak, namuslu ve haklı alacaklının hakkını namussuz ve haksız borçludan gerektiğinde zor kullanarak tahsil etmek gibi bir kadirşinaslık, ekmek parası için namuslu bir alın teri, el emeği, göz nuru, helal kazanç kapısı gibi kavramlarla alakası yoktu. Bunu bal gibi biliyordu. Çevresindekilere işinin zorluğundan bahsetmeye kalkıştığında dinlediği safsatalar hep aynı tarzdaydı ; - Ne yapacaksın oğlum, bu devirde ekmek aslanın ağzında, alın terinle helalinden kazanıyorsun, Allah daha çok versin. Ne alın teri, ne helali, Allah daha çok versin derken aslında beddua ettiklerinin farkında mıydı bu insanlar? En iyisi susmak, susup içe kapanmak, yada illaki konuşacaksan kendi kendine, kendi vicdanınla konuşmak, böylesi insanlarla ne konuşulabilir ki? Kimin canını yaktın, kimin ocağını söndürdün? diye soran otogar ayakçısı 30’lu yaşlarında, alnı açılmış, şakaklarına hafiften kır düşmüş, orta boylu, gözleri hafiften çekik, genellikle lacivert bol kesim bir kot pantolonunun düz siyah, mevsimine göre gömlek, tişört veya boğazlı kazak giyen, sivri burun ayakkabıdan hoşlanan ama asla giydiği ayakkabının topuğuna basmayan, elinde kimden aşırdığı belli olmayan her gün başka çeşit 33’lük tespihi sallaya sallaya otogar içinde devamlı oradan oraya telaşla koşuşturup duran, yolcunun gideceği yeri kılık kıyafetinden, şivesinden ve nerdeyse gözlerinden bilecek kadar tecrübeli olduğunu iddia eden deli fişek birisiydi. “Çatlak Furkan” diye çağırırlardı kendisini, o da başkalarının kendisine yakıştırıp isminin önüne koydukları bu tabirden asla gocunmaz, aksine çatlaklığın öylesi ortamlarda kolay kazanılamayacak bir paye olduğunun şuuruyla bu çatlaklığını göğsünde liyakat nişanı gibi taşıyarak gezerdi. Senenin çoğunluğunda geceleri çalışırdı, gündüzlerini de ev demek için bin şahit isteyen izbeden bozma, duvarları nemli, bazı bölümlerinin sıvası dökük bir bodrum katında uyuyarak geçirirdi. Çoluk çocuk sahibi değildi, talihsiz bir evlilik yaşamış ve nikahın üstünden 6 ay geçmeden ayrılmışlardı, bir daha da hayatında hiçbir kadın istemiyordu, bazı ihtiyacını ayda bir iki sefer “Bizim elemanlar” dediği o muamma tiplerle hovardalığa giderek hallediyordu herhalde. Aslında iyi adamdı, deli doluydu, her daim neşeli ve canlı görünürdü ama içindeki uhdeyi kimse bilmezdi. Gündüzleri fakirhane dediği evinde, kendisiyle baş başa kalınca geçmişini özlerdi. Köyünde ata binip rüzgarla yarışmayı, köpek taşlamayı, tarladan yorgun argın gelince yufkanın arasına çökelek sıkıp taze salatalıkla aç midesini doyurmayı, tarlada ihtiyarlığına rağmen azimle kan ter içinde yorgunluk nedir bilmeden çalışırken ansızın bir kalp krizinden kaybettiği babasını, ömrünün sonuna kadar gün yüzü görmemiş çilekeş anasını düşünürdü ve tüm bu düşünceler hep birlikte silahlanır, düşman hatıralar olarak beynine hücum ederdi. Birkaç sefer böyle hallerini istemeyerek de olsa belli edip söylemiş ama o en fazla 2-3 dakika süren melankolinin gönüllü esaretinden kurtulup kendisini yine neşeli, hayat dolu birisi olarak lanse etmeye başlamıştı. Oturduğu banktan kalkıp yan yana yazıhaneye doğru yürürlerken sessizliği Çatlak Furkan bozdu ; - Noldu len bizim senet işi? Görüştün mü adamla, güzellikle efendi gibi getirecek mi yoksa icraya mı koyacaksınız? - Görüştüm abi, güya Pazartesi getirecek, getirmezse icabına bakacaz bir şekilde. - İyi iyi, parayı alın da nasıl alırsanız alın, Ulan adam kocaman beyaz eşya mağazası var, 500 kağıdı ödeyemiyor şerefsiz ya. - Beyaz eşyacı, dondurmacı, taksi şoförü…Ne fark ediyor ki abi, çakal her zaman çakal, adam çakalsa holding patronu olsa da ödemez, 500 kağıt olsa da ödemez, 500 Bin kağıt olsa da ödemez. - Ne dondurmacısı, ne taksi şoförü len, ne alaka? - Ya bu haftaki borçluların meslekleri işte, biri beyaz eşyacıydı, biri dondurmacıymış, öbürü de taksi şoförü çıktı, daha doğrusu taksi durağı sahibi. - Haa! Neyse gel bi çay söylüyüm sana. - Abi sağol be, eve bile uğramadan büroya geçmem lazım, geç kaldım, Pazartesi akşamı görüşürüz. İşten çıkmazsam tabi. - Ne işten çıkması oğlum, öyle bi niyetin mi var? - Var abi, zor geliyor artık.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © M. Oğuz ÖZKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |