"İnsan - işte tüm sır burada. Bu sır üzerinde çalışıyorum, çünkü kendim de insan olmak istiyorum." -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Ellerim ceplerimde, başım önümde dönüyordum eve. Sükuneti bozamayacak kadar cılızdı yerde ezdiğim yaprakların hışırtıları. Yolumu kaybetmiş olmayı dilerdim, haritada görünmeyen iklimler tercih önceliğine sahip. Sinirli bir baykuşun gözlerini bana diktiğini fark ettim, yol kenarındaki bir aksedirin dibine kusmak için yanaştığımda. Sesini duyuyordum zaten son birkaç dakikadır. Olması gereken yerde değildi baykuş, yüksek dallarda ya da çatılarda. Ormanın içine doğru birkaç metre önümde, yerde bekliyordu. Bağrı ve kafası zıt tarafa bakar durumda izliyordu beni. Ağacın dibindeki işim bittiğinde hala Lemina kokan mendili çıkardım cebimden ama gerisin geri soktum yerine. Yapraklarla temizledim yüzümü ve pantolonumun paçalarını. Baykuş kilitlenmiş gibi seyrediyordu beni. Ona yaklaşmak istedim. Çalıların üstünden atlamam gerekiyordu, dönen bir kafayla bunu başarmak çok zor olacaktı. Biraz gerildim ve sıçradım, tabii ona sıçramak denilirse. Sonuç; çalılar göründüğünden yüksek çıktı, takılıp baş aşağı düştüm ve yuvarlanarak girdim ormana. Pek de usulca sayılmaz yani. Hazır yerdeyken biraz uyuyabilirdim, çektim sağ kolumu kafamın altına ama saatim rahatsız etti ve koydum başımı sol dirseğimin üstüne. Kördüğüm olana kadar bağladığım ayakkabılarımın teki çıkmış ayağımdan, ben yuvarlanırken. Kim arayacaktı onu şimdi. Cebimden tekrar çektim o mendili ve koklayarak kapattım gitgide ağırlaşan göz kapaklarımı. Yanıyordu gözlerim. İltihaplı bir gece böyle mi bitecek? İradenin artık fazla geldiği yetim bir bedenle, zedelenmiş ve eksik; sarhoş ve üstü başı kir içinde; darmadağın ve en nihayet yerle yeksandım damsız girdiğim o ormanda… Baykuş, akortsuz sesiyle bir çağrı yaptı. Atina’nın patronu tanrıça Athena’nın simgesi de iri gözlü bir baykuştu. Bizimki biraz aksi. Berduş bir çobanın üflediği kavalının sesi gibi ve o kadar güçlü bir çığlıkla ötmeye başladı. Tam da uykuya dalmaktaydım, unutmuştum beni oraya çeken o baykuşu. Kendini sabitlediği yerden ayrılmaktaydı. Kafasını öne çevirdi, düşüp kalmadığımı ve yeni baştan dikkatimi çektiğini anladığında. Yavaş yavaş kanatlarını havalandırdı. Ayaklarını birer kez kaldırıp hareketlenmeye başladı. O ana kadar göremediğim pençelerini oynattı. Boz baykuş bir mekanik araç gibi yapıyordu bütün bunları, dairesel manevralardan kaçınan, yürüttüğü işlemleri yatay ve dikey düzleme yayıp ağır ağır gerçekleştiren. Kuyruğunu çırptı. Küçük yapraklar uçuştu etrafında. Havalandı. Ben de bir destur aldım yerden ve yumuşakça emekler vaziyette düştüm peşine. Her adımla kademe kademe yükseldim ve tamamen kalktım ayağa birkaç metre sonra. Sendeleyerek takip ettim dakikalarca. Tek ayakkabıyla yürümek zordu. Çıkarttım onu da. Çalı çırpı batıyordu. Çoraplarım sökülüyor ve iplikleri takılıp kopuyordu düzenli aralıklarla, iz bırakıyormuşum gibi. Ağaçlar birbirlerine gitgide yakınlaşmada. Aralıksız iniyorduk. Buradaki sivrisinekler taze insan kanı özlemişler belli, birkaç koloni takıldı enseme yalnız bırakmadılar beni. Durdu baykuş. Çok yorulmuştum. Neredeyse yanına gelene kadar anlayamadım baykuşun nereye konduğunu. Yosun ve sarmaşıklar arasında kaybolmuş bir çeşmeye getirmiş beni. Çeşmenin yalağı koca bir tabletti adeta. Bilmediğim bir dille, okuyamadığım bir alfabeden yazılmış oyma harfler havuzu. Suyu bulanık. Ama içtim doyumsuzca. Bir daha içemeyecektim. O geceden birkaç gün sonra yıktılar, kaldırdılar çeşmeyi. Suyu çok yumuşaktı, avuç avuç içtim. Yaralarım sanki iyileşiyordu içerken. Bir yandan da mana veremediğim bir pişmanlık duydum ıslak ellerimin titremesinde. Hislerimin kuvvetli olduğunu söyleyemem ama sanki yapmamam gereken birşey yapmıştım, baykuşa ve çeşmeye itaat etmekle. Baykuş, geldiğimiz yolun devamı olarak oradan ayrılan bir patikaya baktı uzunca. Kalktı gitti yolun başına kadar. Tam o noktada birden yükseldi, yönünü değiştirdi ve uçtu gitti. Yalnızdım artık. Sivrisinekler bile terk. Daha iyi hisseder oldum, baş ağrılarım diniyordu ufaktan, hatta biraz açlık duymaya bile başlamıştım. Yola girdim, o patikaya. Gayet düzgün, otlarla kaplı, inişsiz çıkışsız bir yol. Ayışığı yetecektir, kılavuza gerek yok. Devam edebilirim diye düşündüm. Bildiğim kadarıyla yakınlarda hiç kimse yaşamıyordu. En mahrem zamanında bulaştığım bu ormanın ortasında bir yerlere, ağaçların sıkıştırdığı patikalardan inerek gelinebilecek eziyetli bir güzergahtı geride bıraktığım. O yüzden dönmek istemiyordum. Diğer yandan merak… bu ormanı daha önce çokça görmüştüm ama hiç bu kadar ilerlememiştim. Çatal dilli bir meydan okumayla başladım yürümeye. *** Burada yalnızım. Durumum? Eh işte, iç güveysinden hallice. Bazen değişik sesler geliyor, aşağılardan. Korkutuyor beni ara sıra. Anlam veremediğim türden sesler bunlar. Karanlık korkusunun nedeni görememektir. Görmek, bilmek demek. Ne olacağını ya da ne ile birlikte olduğunu bilmemekten doğar korku. Duyduğum sesler de bu cinsten, ışıksız ve aydınlanmamış. Nereden geldiğini bile tam olarak kestiremediğim sesler. Tıkırtı değil, inilti değil. Daha derin bir uğultu bu. Kesik kesik… ölçüsüz bir ürperti kaplar içerdeki karanlığı. Bildiğim herhangi bir canlının çıkarabileceği nitelikte de değil. Derinlerden ama nereden? Yalınayak gezindiğim nemli tabanın altından bir yerlerden mi? Yumrulu şişkin kabarıklıklar, yer yer çatlaklar ve oyuklarla giyinik olan yosunlu duvarın arkasından mı? Yukarıdan da geliyor olabilir. Ağız tarafına yakın bir mevki edindim kendime, bu puslu mağaranın içinde. Seslerin kaynağı yukarısı da olabilir velhasıl. Yerin altı ve üstü arasındaki bağlantılardır mağaralar. Yerin üstü insanlara ait. Şimdilik… Tepe tepe kullanırlar. Yukarıda gençliğini bildiğim bir küçük orman var, etrafı sazlık. Boy boy ağaçlar hizasız ve yan yana iki kişiyi geçirmez sıklıkta. Ağaçlar, doğanın küçük kızları. Hepsi kendini beğendirmeye çalışır. Baharda farklı, yazın farklı giyinirler, hoş ve cazibeli görünmek için. Kışları yorgundurlar, uyku zamanı. İnsan da tek oğludur doğanın. Erkek evlat… hırçın ve saldırgan, şımarık ve tatminsiz. Doğanın o bakımlı handan kızlarını düşündüğümde, insan en sendikal ensesttir derdim herhalde. Ölümlü olmayı kabullenemedi insan. Yaptığı hiçbir şeyden sorumlu tutulmaması gerektiğini düşündürecek kadar ve böyle bir şeyin tüm günahlarını bağışlanabilir kıldığı hezeyanına kapılacak kadar büyük bir zaaftı fanilik insan için. İsyanı ve dik kafalılığı bu yüzden. Yaptı yine analığını doğa ve evlattır dedi. Merhamet etti, şefkat gösterdi insana. Azarlamakla yetindi muhtelif aralıklarla. İnsan, söz dinlemez, kibirli erkek evlat. Her tokadın acısı geçince yine rahatsız etti himayesiz kardeşini ve diğerlerini ve kendini. Doğa artık cezalandıracak güçte değil. Sancılar içinde. Doğa gebe. Yolu gözlenen son çocuk hayır değil, yıkım getirecek. Yerin altı onun geleceği yer. Kor madenler ve ateşin arasından. Ben burada, yerin ne üstü ne de altı... Kılığımla kıyafetimle pek alakadar değilim bu aralar, güveler bile ilgi duymaz üzerimdekilere. Mağarada geçiyor vaktim, her şeye karşı isteksizim. Kimseye ihtiyacım yok. Yetebilirim kendi kendime. Merhamet ediyorlar akıllarınca. Selamları bile acıma kokuyor. Acıma, insanın tanrılaşma arzusunun dışavurumu oldu, ya da kutsanmak isteyenlerin malzemesi. Merhamet ederek yüceleştiğini zanneder hepsi. Erdem falan değildir merhamet. En içtensiz ve en yapmacık hallerinden biridir o, yaratılışından bencil insanın. Nefret ediyorum. Bu mağaraya atıyorum kendimi düşe kalka, biraz uzak ama. Öfke salgılıyorum buraya gelip, kızgınlığımı kusuyorum duvarlarına en iri puntolarla. Doğadan başkası acıyamaz bana. Ayağım alıştı o geceden sonra. O da bana alışıyor. Önceki kadar sert değil sırtımı dayadığım dikitler. O beter rutubet esansı gelmiyor epeydir burnuma. Daracık dehlizlerinde gezmeme müsaade var. Peçesini açtı, gizlenmiyor benden. Fenersiz geçiyorum akustiğine dayanamayıp neşeli şarkılar boşandığım bölmelerinden. Fener neyime. Ruh, bedenden uzaklarda değilmiş, burada gördüm. Dilediğinde dilediğini yapmaya muktedir özümüz, ruh, hapismiş gövdeye. Beden, zaman ve mekan mengenesinde sıkışık, cisimleşmiş halimiz. Önceden, bedenin özü zincirleyemeyeceğine ve özün yani ruhun istenirse bedenden bağımsız davranabileceğine inanırdım. Artık buna inancım zayıflıyor. Ruh, hür kararlar alıyor ve bedene dayatabiliyor bunları, tamam. Ama bir şey var ki kaçamıyor miskin ve güçsüz halde bulunduğu bedenden. Böylece düğümlü kaldığı sürece ihtiyacı olacak ona. Burada daha iyi anladım bunu. Karanlıkta… Sessizlikte… Hiçbir şey görünmüyor gözüme. Yeni bir şeyler görmeyince sevecek, kızacak, gülecek veya üzülecek yeni şeyler de olmuyor. Hazırdan yiyorum hep. Uçamadığını öğrendiğim ruhum artık sezgilerimden bilgi edinmek ve beslenmek zorunda. Yeni tatlar olmayacak bundan sonra… - Kim var orada? - Bir yalnız. Senin gibi….. Zor oldu burayı bulmak. Lemina bu. Eski günlere dönüş olamaz artık. Değişti her şey. Seni de yanıma getiren şey merhamet, biliyorum. Bunun için hiç gelme. - Git Lemina git. Gözleri görmeyen bir adamla ne işin var. Körüm ben. Git.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Lemminkainen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |