..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"İnsan - işte tüm sır burada. Bu sır üzerinde çalışıyorum, çünkü kendim de insan olmak istiyorum." -Dostoyevski
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Yeraltı > Lemminkainen




16 Mayıs 2005
Saklan!  
Lemminkainen
Doğa artık cezalandıracak güçte değil. Sancılar içinde. Doğa gebe. Yolu gözlenen son çocuk hayır değil, yıkım getirecek. Yerin altı onun geleceği yer. Kor madenler ve ateşin arasından. Ben burada, yerin ne üstü ne de altı...


:CIIJ:
Buraya ilk gelişim geliyor aklıma. Lemina’dan ayrıldığım gece. Bir cesetten daha soğuktu birlikte olduğumuz son dakikalarda. Oysa dans etmiştik önce. Kokusu, çok güçlü bir içtepi uyandıracak kadar kışkırtıcı, o kadar ayartıcıydı ve öylesine kızıştırmıştı en uyuşmuş duyularımı bile. Nergis gibi... Çiçeklerin en kendini beğenmişi, en kaprislisi, kışa yakın açar, dağlarda polenleri. Fulyalar ve zerrinlerin nergise imrenmesi gibiydi omzumdan kayan ellerin sahibine bakışları diğerlerinin. Müziğin sesi arttıkça onun sesi kısılıyordu. Güçlükle duyabiliyordum artık, zaten dinleyemez oldum bir süre sonra. Sadece dudaklarının oynadığını görüyordum. İnce vişneçürüğü dudakları… en son unutacağım parçası. Captain Black filtresine sürülmüş gibi tatlılardı hep. Son bir kez öpmeye çalışsam tepkisi ne olur acaba diye düşünüyordum zeytin karası gözlerindeyken gözlerim. Söylediklerinin yankıları en yakıcı darbeleriyle çarpıyordu zihnimde bir uçtan diğerine. Zihin çeperlerim bulaşık anılarla kepaze. İnsanların ona iç geçirerek bakması bana kaçık bir haz verirdi. Bakın lan işte o hatun benim, derdim içimden. Şimdi geçmişte onunla birlikte olduğumda yaptıklarımızın irili ufaklı halkalar halinde iç içe geçip bizi selamladıklarını görüyorum. Hassas sayaçlarda tartılıp kiralanmaya hazır dipnotlar olarak duracak bende o anılar. Lirik dudakları ile ilgili olanlar ise onu bir daha göremeyeceğimin muhtırası. Fark etmeden sağ bileğimde başparmak kökündeki yaranın kabuğunu yolmuşum, kafamı toplamaya çalışırken. Dişlerimle soyduğum yaradan sızan kanın, dilimin üzerinde dolaşan madeni tadıyla ayıldım. Mendilini verdi silmem için. Kullanmadan cebime koydum. Bir sigara çektim paketten. O gece üst üste yakacağım sigaraların ilkiydi. Çakmağını istedim. Çakmak bana fırsatını kolladığım son teması getirmedi. Dalavere yapacak halim yoktu, tuttum elini birden. Bir ceset kadar soğuk… biraz daha sokulmayı deneyecektim ama bu yüreksiz serinliği cüretimin yersiz olduğunu çarptı yüzüme. Sırayla, bir tuttuğum eline bir de bulanık görmeye başlayan gözlerime bakıyordu. Ağlamaya başladığında anladım tam olarak ne demeye çalıştığını. Kaybetmekte olduğum saçları ne kadar parlaktı. Sıkılmıştım artık. Gideceksen git Lemina.

Ellerim ceplerimde, başım önümde dönüyordum eve. Sükuneti bozamayacak kadar cılızdı yerde ezdiğim yaprakların hışırtıları. Yolumu kaybetmiş olmayı dilerdim, haritada görünmeyen iklimler tercih önceliğine sahip. Sinirli bir baykuşun gözlerini bana diktiğini fark ettim, yol kenarındaki bir aksedirin dibine kusmak için yanaştığımda. Sesini duyuyordum zaten son birkaç dakikadır. Olması gereken yerde değildi baykuş, yüksek dallarda ya da çatılarda. Ormanın içine doğru birkaç metre önümde, yerde bekliyordu. Bağrı ve kafası zıt tarafa bakar durumda izliyordu beni. Ağacın dibindeki işim bittiğinde hala Lemina kokan mendili çıkardım cebimden ama gerisin geri soktum yerine. Yapraklarla temizledim yüzümü ve pantolonumun paçalarını. Baykuş kilitlenmiş gibi seyrediyordu beni. Ona yaklaşmak istedim. Çalıların üstünden atlamam gerekiyordu, dönen bir kafayla bunu başarmak çok zor olacaktı. Biraz gerildim ve sıçradım, tabii ona sıçramak denilirse. Sonuç; çalılar göründüğünden yüksek çıktı, takılıp baş aşağı düştüm ve yuvarlanarak girdim ormana. Pek de usulca sayılmaz yani. Hazır yerdeyken biraz uyuyabilirdim, çektim sağ kolumu kafamın altına ama saatim rahatsız etti ve koydum başımı sol dirseğimin üstüne. Kördüğüm olana kadar bağladığım ayakkabılarımın teki çıkmış ayağımdan, ben yuvarlanırken. Kim arayacaktı onu şimdi. Cebimden tekrar çektim o mendili ve koklayarak kapattım gitgide ağırlaşan göz kapaklarımı. Yanıyordu gözlerim. İltihaplı bir gece böyle mi bitecek? İradenin artık fazla geldiği yetim bir bedenle, zedelenmiş ve eksik; sarhoş ve üstü başı kir içinde; darmadağın ve en nihayet yerle yeksandım damsız girdiğim o ormanda…

Baykuş, akortsuz sesiyle bir çağrı yaptı. Atina’nın patronu tanrıça Athena’nın simgesi de iri gözlü bir baykuştu. Bizimki biraz aksi. Berduş bir çobanın üflediği kavalının sesi gibi ve o kadar güçlü bir çığlıkla ötmeye başladı. Tam da uykuya dalmaktaydım, unutmuştum beni oraya çeken o baykuşu. Kendini sabitlediği yerden ayrılmaktaydı. Kafasını öne çevirdi, düşüp kalmadığımı ve yeni baştan dikkatimi çektiğini anladığında. Yavaş yavaş kanatlarını havalandırdı. Ayaklarını birer kez kaldırıp hareketlenmeye başladı. O ana kadar göremediğim pençelerini oynattı. Boz baykuş bir mekanik araç gibi yapıyordu bütün bunları, dairesel manevralardan kaçınan, yürüttüğü işlemleri yatay ve dikey düzleme yayıp ağır ağır gerçekleştiren.

Kuyruğunu çırptı. Küçük yapraklar uçuştu etrafında. Havalandı. Ben de bir destur aldım yerden ve yumuşakça emekler vaziyette düştüm peşine. Her adımla kademe kademe yükseldim ve tamamen kalktım ayağa birkaç metre sonra. Sendeleyerek takip ettim dakikalarca. Tek ayakkabıyla yürümek zordu. Çıkarttım onu da. Çalı çırpı batıyordu. Çoraplarım sökülüyor ve iplikleri takılıp kopuyordu düzenli aralıklarla, iz bırakıyormuşum gibi. Ağaçlar birbirlerine gitgide yakınlaşmada. Aralıksız iniyorduk. Buradaki sivrisinekler taze insan kanı özlemişler belli, birkaç koloni takıldı enseme yalnız bırakmadılar beni. Durdu baykuş. Çok yorulmuştum. Neredeyse yanına gelene kadar anlayamadım baykuşun nereye konduğunu. Yosun ve sarmaşıklar arasında kaybolmuş bir çeşmeye getirmiş beni. Çeşmenin yalağı koca bir tabletti adeta. Bilmediğim bir dille, okuyamadığım bir alfabeden yazılmış oyma harfler havuzu. Suyu bulanık. Ama içtim doyumsuzca. Bir daha içemeyecektim. O geceden birkaç gün sonra yıktılar, kaldırdılar çeşmeyi.

Suyu çok yumuşaktı, avuç avuç içtim. Yaralarım sanki iyileşiyordu içerken. Bir yandan da mana veremediğim bir pişmanlık duydum ıslak ellerimin titremesinde. Hislerimin kuvvetli olduğunu söyleyemem ama sanki yapmamam gereken birşey yapmıştım, baykuşa ve çeşmeye itaat etmekle.
Baykuş, geldiğimiz yolun devamı olarak oradan ayrılan bir patikaya baktı uzunca. Kalktı gitti yolun başına kadar. Tam o noktada birden yükseldi, yönünü değiştirdi ve uçtu gitti. Yalnızdım artık. Sivrisinekler bile terk. Daha iyi hisseder oldum, baş ağrılarım diniyordu ufaktan, hatta biraz açlık duymaya bile başlamıştım. Yola girdim, o patikaya. Gayet düzgün, otlarla kaplı, inişsiz çıkışsız bir yol. Ayışığı yetecektir, kılavuza gerek yok. Devam edebilirim diye düşündüm. Bildiğim kadarıyla yakınlarda hiç kimse yaşamıyordu. En mahrem zamanında bulaştığım bu ormanın ortasında bir yerlere, ağaçların sıkıştırdığı patikalardan inerek gelinebilecek eziyetli bir güzergahtı geride bıraktığım. O yüzden dönmek istemiyordum. Diğer yandan merak… bu ormanı daha önce çokça görmüştüm ama hiç bu kadar ilerlememiştim. Çatal dilli bir meydan okumayla başladım yürümeye.

***

Burada yalnızım. Durumum? Eh işte, iç güveysinden hallice. Bazen değişik sesler geliyor, aşağılardan. Korkutuyor beni ara sıra. Anlam veremediğim türden sesler bunlar. Karanlık korkusunun nedeni görememektir. Görmek, bilmek demek. Ne olacağını ya da ne ile birlikte olduğunu bilmemekten doğar korku. Duyduğum sesler de bu cinsten, ışıksız ve aydınlanmamış. Nereden geldiğini bile tam olarak kestiremediğim sesler. Tıkırtı değil, inilti değil. Daha derin bir uğultu bu. Kesik kesik… ölçüsüz bir ürperti kaplar içerdeki karanlığı. Bildiğim herhangi bir canlının çıkarabileceği nitelikte de değil. Derinlerden ama nereden? Yalınayak gezindiğim nemli tabanın altından bir yerlerden mi? Yumrulu şişkin kabarıklıklar, yer yer çatlaklar ve oyuklarla giyinik olan yosunlu duvarın arkasından mı? Yukarıdan da geliyor olabilir. Ağız tarafına yakın bir mevki edindim kendime, bu puslu mağaranın içinde. Seslerin kaynağı yukarısı da olabilir velhasıl.

Yerin altı ve üstü arasındaki bağlantılardır mağaralar. Yerin üstü insanlara ait. Şimdilik… Tepe tepe kullanırlar. Yukarıda gençliğini bildiğim bir küçük orman var, etrafı sazlık. Boy boy ağaçlar hizasız ve yan yana iki kişiyi geçirmez sıklıkta. Ağaçlar, doğanın küçük kızları. Hepsi kendini beğendirmeye çalışır. Baharda farklı, yazın farklı giyinirler, hoş ve cazibeli görünmek için. Kışları yorgundurlar, uyku zamanı. İnsan da tek oğludur doğanın. Erkek evlat… hırçın ve saldırgan, şımarık ve tatminsiz. Doğanın o bakımlı handan kızlarını düşündüğümde, insan en sendikal ensesttir derdim herhalde.

Ölümlü olmayı kabullenemedi insan. Yaptığı hiçbir şeyden sorumlu tutulmaması gerektiğini düşündürecek kadar ve böyle bir şeyin tüm günahlarını bağışlanabilir kıldığı hezeyanına kapılacak kadar büyük bir zaaftı fanilik insan için. İsyanı ve dik kafalılığı bu yüzden. Yaptı yine analığını doğa ve evlattır dedi. Merhamet etti, şefkat gösterdi insana. Azarlamakla yetindi muhtelif aralıklarla. İnsan, söz dinlemez, kibirli erkek evlat. Her tokadın acısı geçince yine rahatsız etti himayesiz kardeşini ve diğerlerini ve kendini. Doğa artık cezalandıracak güçte değil. Sancılar içinde. Doğa gebe. Yolu gözlenen son çocuk hayır değil, yıkım getirecek. Yerin altı onun geleceği yer. Kor madenler ve ateşin arasından. Ben burada, yerin ne üstü ne de altı...

Kılığımla kıyafetimle pek alakadar değilim bu aralar, güveler bile ilgi duymaz üzerimdekilere. Mağarada geçiyor vaktim, her şeye karşı isteksizim. Kimseye ihtiyacım yok. Yetebilirim kendi kendime. Merhamet ediyorlar akıllarınca. Selamları bile acıma kokuyor. Acıma, insanın tanrılaşma arzusunun dışavurumu oldu, ya da kutsanmak isteyenlerin malzemesi. Merhamet ederek yüceleştiğini zanneder hepsi. Erdem falan değildir merhamet. En içtensiz ve en yapmacık hallerinden biridir o, yaratılışından bencil insanın. Nefret ediyorum. Bu mağaraya atıyorum kendimi düşe kalka, biraz uzak ama. Öfke salgılıyorum buraya gelip, kızgınlığımı kusuyorum duvarlarına en iri puntolarla. Doğadan başkası acıyamaz bana. Ayağım alıştı o geceden sonra. O da bana alışıyor. Önceki kadar sert değil sırtımı dayadığım dikitler. O beter rutubet esansı gelmiyor epeydir burnuma. Daracık dehlizlerinde gezmeme müsaade var. Peçesini açtı, gizlenmiyor benden. Fenersiz geçiyorum akustiğine dayanamayıp neşeli şarkılar boşandığım bölmelerinden. Fener neyime.

Ruh, bedenden uzaklarda değilmiş, burada gördüm. Dilediğinde dilediğini yapmaya muktedir özümüz, ruh, hapismiş gövdeye. Beden, zaman ve mekan mengenesinde sıkışık, cisimleşmiş halimiz. Önceden, bedenin özü zincirleyemeyeceğine ve özün yani ruhun istenirse bedenden bağımsız davranabileceğine inanırdım. Artık buna inancım zayıflıyor. Ruh, hür kararlar alıyor ve bedene dayatabiliyor bunları, tamam. Ama bir şey var ki kaçamıyor miskin ve güçsüz halde bulunduğu bedenden. Böylece düğümlü kaldığı sürece ihtiyacı olacak ona. Burada daha iyi anladım bunu. Karanlıkta… Sessizlikte… Hiçbir şey görünmüyor gözüme. Yeni bir şeyler görmeyince sevecek, kızacak, gülecek veya üzülecek yeni şeyler de olmuyor. Hazırdan yiyorum hep. Uçamadığını öğrendiğim ruhum artık sezgilerimden bilgi edinmek ve beslenmek zorunda. Yeni tatlar olmayacak bundan sonra…

- Kim var orada?
- Bir yalnız. Senin gibi….. Zor oldu burayı bulmak.

Lemina bu. Eski günlere dönüş olamaz artık. Değişti her şey. Seni de yanıma getiren şey merhamet, biliyorum. Bunun için hiç gelme.
- Git Lemina git. Gözleri görmeyen bir adamla ne işin var. Körüm ben. Git.

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Vurucu sıfatlar
Gönderen: Aslı Akarsakarya / Ankara/Türkiye
26 Haziran 2005
Dilinizden çok etkilendiğimi söylemek isterim. Öykü boyunca yaptığınız tesbitler güzeller evet ama bunları ifade ederken kullandığınız sıfatlar kesinlikle bu tesbitleri çok daha keskinleştiriyor. Okuyucunun dikkatini uyanık tutuyor, hayranlık uyandırıyor ve anlatılan şeyi özgün bir biçimde okuyucunun hayal gücünde çiziyor. Elinize sağlık.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Rabia
Tuonela


Lemminkainen kimdir?

İki kızıl nokta boynunda, karadulun zehri geçti şahdamarına.

Etkilendiği Yazarlar:
ducasse, h.ali toptaş, kierkegaard, s. plath, s.zweig, turgenyev, malraux, isk.pala, t.özlü...


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Lemminkainen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.