Yaşamdan korkmayın çocuklar. İyi, doğru bir şey yaptınız mı yaşam öyle güzel ki. - Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Meselenin önemi çok zorlu yollarla çözülebilir olması değil, çözülmesi gereken bir mesele olmasında gizlidir. Yani bence sorunun nasıl çözüleceği değil neden çözülmesi gerektiğidir asıl önemli olan. Attila örneği de bu bakımdan önemlidir. Özünde, sorun Attila’nın kendisi ya da yaptıkları ile ilgili olmakla beraber, onu bu denli önemli kılan gücü nereden aldığından, neden bu büyük gücün arkasından nasıl olup hiçbir şey kalmadığına kadar genişletilebilir. Bu noktaya gelince artık yelkenler tam anlamıyla açılmış ve tam hız yol alma vakti gelmiştir. Başkalarının gerçekleri bizim gerçeklerimiz olabilir mi sorusunu teknesine alan bir araştırmacı için artık yolun haritasının çıkarılması başlayabilir. Bundan önce yazdıklarıma bakıp konuyu dönüp Attila’ya çevireceğim, onunla ilgili bir alanda kelimeleri koşturacağım düşünülebilir ama öyle yapmayacağım. Bildiklerimin sınırları henüz benim kendi sınırlarım içinde kalmak zorunda olduğundan, bu kadar söyleyeceğim deyip kapatacağım bu bahsi. Peçeneklerin son Başbuğu Alpar’a ne olduğunu bilmediğim kadar bilmiyorum Attila ile ilgili olanları. Bildiğim bir şekilde bir gün kendi tarihimi birileri yazmasın diye kendi tarihimi kendim yazmaya karar verdiğim. Güncelerin insanların kendi tarihleri olduğunu iyi bilenlerden biri olarak bundan önce yazmış olduğum iki günceye ekleyeceğim yeni bir güncenin daha sayfalarını açacağım kendime. Hiçbir Romalının benim tarihimi kendi kafasına göre yazamayacağı kendi yarınıma armağan edeceğim, bu satırları. Fazlaca iddialı gözüküyor ama yaptığından emin olmayanların yaptıklarını sonuna erdirme cesareti an be an azalır derdi babam. Eğer sonuna kadar devam etmek istiyorsam doğru ya da yanlış yaptığın şey konusunda kendine güven. Nihayetinde kendi tarihini inkar eden için geleceğin yine inkar edilmesi kuvvetle muhtemel bir tarih, olacağı muhakkaktır. Lafı uzattım yine. Kendi tarihimi bırakacağım bir posta kutusunun önünde duruyorum şimdi. Şu elimde tuttuğum ve toplamı yirmi bir adet olan mektupları birazdan kutuya bırakacağım. Benim posta kutumun, bu ülkede yaşayıp, kendi posta kutusunu yetim bırakan milyonlardan farklı bir sahibi olup olmadığı kuşku götürür ama onu yetim bırakmamak adına işte ilk mektubu atıyorum içine. M.Ezberci’ye Senden çok şey öğrendim. Sanırım sonuna kadar da öğreneceğim. Bilgelik öğrenilmez dediğim gün, bir çokları söylediğim şeyin arkasında, senin bir yaz öğleni sofra başında; -Ne öğrendiğin önemlidir ama ne kadar kullanabildiğin daha önemlidir, dediğini bilmez. Şimdi diyeceksin ki nasıl vardın bu sözden bu yargıya ya, sen sormadan ben anlatayım. Bilirim ki yaşamın hep zor tarafında durduğun için kolay olanla hiç sınamadın beni. Hemen herkesin ağzına yakışacak bir sözdü söylediğin ama arkasında ne olduğunu sanırım çözebildim. Hatırlarsın, elma fidanı üzerine armut fidanı aşılamaya kalktığım gün, köklerinden ayrılmış armut fidanını elimden almıştın. Gözlerimin içine baka baka benim beceremediğim aşılamayı yapmış ve sonra ben iki gövdeli ağacı sularken, sen çimlerin üzerine oturmuş; -Bunu yapmana yardım ettiğim için suç ortağın oldum oğlum. Beni tanrı karşısında aklaman lazım. Bunu nasıl yapacaksın diye sormuştun? Bu soruyu o gün cevaplayamamış, bir gün elimde leylak ağacı gelip senden yardım istediğim zaman; -Beni akladın oğlum demiştin. Ne güzel bir gündü benim için. Hatırlıyorsun değil mi bütün bu olanları. Yoksa yine cahil bir adamım ben, senin yazdığın sadece senin diye mütevazı bir gülüşle evin köşesini mi dönüyorsun. Yine de sen ne yaparsan yap, bilgeliğin öğrenilemeyeceğini senden öğrendim, bu konuda ısrarlıyım. Herkesin bir bilge olarak yaşama başladığını öğrendim çünkü senden. Bilgelik çoğunun dediği gibi herkese iyi yönde yol gösteren bir ışık değildi. İyinin ve kötünün görecesi bilgelik için de geçerliydi. Bu yüzden bilgelik öğrenilmiyor, insanın doğumuyla başlıyordu. O armut için kendini bana suç ortağı eden sen, leylak için aklandığında öğrendim bunu. Senden öğrendiğim bilgelik değil, sadece yaşamın renklerine saygılı bir bilginin nasıl kullanılacağıydı. Musa’nın Firavun’un elindeki ateş tası ile altın tası arasında ateş tasını seçmesi ve dilini yakan kor yüzünden konuşmasının hep yarım oluşu gibi bilgelik de ateş tasının ya da altın tasının seçimine göre renk değiştiriyordu. İnsan kendisindeki bilgelik için ateş seçerse konuşamıyor, bu yüzden içindeki Harun’lar onun adına yola getirmeye çalıştığı hırslarına altın buzağılar yapıyordu. Buzağılara tapanlar konuşamayanın kendilerine sunduğu kudret helvalarına kadar kendi çöllerinde aç susuz kalıyorlardı. Eğer güç insanlara bir şeyler verebilecek kadar çoksa, onları, kendileriyle başa çıkmayı beceremeyecekleri zamana kadar Harun’ların eline bırakıyordu. Çünkü inanıyordu, insanlara. Kendini var etmeyi beceremeyenlerinki de bir göreceydi yani. Bu yüzden herkes bilge oluyordu. Sadece ışığın aydınlattığı yer ayrıydı. Nerede aydınlanmak istiyorsa insan orada kümeleniyordu. Harun’un niyetinin yüzde yüz kötü olduğunu iddia etmenin kime ne faydası olabilir ki? Değil mi? Öte yandan, bir zamanlar yine senin anlattığın bir köy söylencesinde, kendini mezar taşı sanan adamın, mezarlıktan gece geçen adama söylediği şey Harun’ların da en az Musalar kadar önemli olduğunu göstermişti bana; Ne demişti adam; -Ben bir mezar taşıyım. Beni görmediğiniz zaman ne kadar sık hatırlayabilirsiniz ki kendi mezar taşları için mezarlıkara toplanacak insanlar olduğunuzu. Bir kere daha, çok şey öğrendim senden. Mesela Muharrem Ertaş’ı senden öğrendim, Yıldıray Çınar’ı. Türküyü yani. Bir transistörlü radyonun antenine bağlanıp, çatının saclarına atılan kablolar aracılığıyla dünyanın toprak tabanlı ve kuytu bir eve taşınabileceğini. İnadını sevmesem de kararlı olmayı senden öğrendim. İçimde merhamet yoksa, öğrendiğimin beni sadece duvar kılacağını, gelip yaslanılacağımı, başlara omuz, sırtlara dayanak olacağımı ama asla insanların gözlerini ısıtamayacağımı da senden öğrendim. Gözlerini ısıtamadığım insanlar için kalplerine koyacağım yangınların anlamı olmayacağını da. Bu mektubu niye yazdığımı söylemeyeceğim sana. Ve hatta bu mektubu kimse getirip bırakmayacak o uzak köyün posta kutusuna. İlçedeki postacılarla ahbaplığına eklenmeyecek yani bu mektup. Posta kutum yetim kalmasın diye içine koyacağım zarf ile kalacak posta kutusunun yarı aydınlık karanlığında baba. Gözlerini ısıtabildiğim biri var mı diye, şimdi yeniden çıkıyorum yollara... Saygımla ve sevgimle ellerinden öperim. İlkiftar EZBERCİ 11/04/2005 Antalya
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İlkiftar Ezberci, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |