Düşünce dilden, dil düşünceden doğar. -Platon |
|
||||||||||
|
Yüzüne çarptığı buz gibi suyla ayılmayı denedi ancak bunda başarılı olamadı. Oysa güneşin batışına dakikalar kalmıştı. Son zamanlarda kendinde olan değişimi anlayamıyor, yaşamını tiyatro sahnesindeymişçesine dışarıdan seyrettiğini düşünüyordu. Kırışmaya yüz tutmuş yüzüne bir kez daha aynada baktı ve birden irkildi. Tanıdık gelmedi kendi kendine. Gözbebeklerinde mutluluğa dair bir ışıltı da göremedi. İstemeyerek tıraş oldu ve banyodan mutfağa yollandı. Karnının acıktığını mı yoksa midesinin mi yandığını anlayamayarak buzdolabını açtı ve biraz peynir alarak, ekmekle katık etti. Evde kimsecikler yoktu. Dört saat kadar uyumuştu. Eşi çocuklarla birlikte sinemaya gitmiş, o ise işinin olduğunu söyleyerek gelmemişti. İşi vardı gerçi, diz boyu işi... Öğrencilerinin sınav kağıtlarını okuyacak, notları karnelerine işleyecek, biraz da gazetelere göz atacaktı. Yapamıyordu hiçbir şeyi oysa, elleri kolları ve bacakları halatlarla bağlanmış gibi hissetti kendini. Bir sigara yaktı, televizyonu açtı. Koltuğa öne doğru kayarak oturdu. Haberler, benzine yapılan son zamlarla açıldı, ardından ilk kez gördüğü bir mankenin canlı yayında, nasıl kilo almadan ve güzel kalarak hamilelik geçirileceğini anlatan röportajıyla devam etti. Uzaktan kumandanın kırmızı düğmesine sertçe bastı, güneşin batarken, karşı apartman camlarının alev alev yanışını seyrettiği balkona çıktı. Derin bir nefes alarak kızıllaşmış göğü seyre daldı. Akşam kuşlarının evlerine dönerken çaldıkları barok senfoni sanki O’na biraz iyi geldi. Ardından, beton mezarlıklarının ortasında gökyüzünü görmeye bile hasret kaldığını düşündü. Son aylarda kendini salmış ve yedi kilo kadar almıştı. Hantallaşmış vücudu, karganın gaklamasını andıran ev zilinin çalmasıyla irkildi ancak kıvraklığını kaybetmiş bedeninin, kapıya yönelmesi biraz zaman aldı. Gelen, eşi ve iki çocuğuydu. Boynuna atlayan minik kızı, - Baba! Annem bizi sinemaya götürdü, keşke sen de gelseydin. Annem pamuk helva da aldı bize. - Aferin. Beğendin mi bari filmi? - Evet, çok güzeldi. Yeşil bir dev vardı, ama iyi kalpliydi. Kötü adamların hepsini yendi. Kızının ayakkabılarını çıkaran eşi doğrularak, yanağına donuk bir öpücük bıraktı. Eve en son giren ve kapıyı kapayan oğlu, - Neden gelmedin baba, herkesin hem annesi hem de babası filmdeydi. - Sınav kağıtlarını okudum biliyorsun, daha sonra birlikte gideriz. - Hep söylüyorsun ama hiç gelmiyorsun. Emre’nin babası da öğretmen ama hep Onunla sinemaya geliyor. Montunu çıkarıp hışımla babasının yanından geçerek odasına yönelen oğlunun ardından baktı, yüzünü çevirdiğinde karısının “sana müstehak” diyen yüz ifadesiyle karşılaştı. 2 Akşam yemeğini masa örtüsüz sofrada yerken, başını tabaktan pek kaldırmadı. Ciddi bir şeyler düşünür halinin aksine zihninin içi adeta buzlanmıştı. Eşinin, tuzu uzatmasını istemesiyle daldığı uykudan uyandı. - Sen iyi misin? Sanki burada değilsin. Oldum olası garipsin zaten ama son zamanlarda iyice zıvanadan çıktın. Suratının güldüğü yok, çocuklarla ilgilenmiyorsun, nasıl olsa karın var, o her şeyi halleder değil mi? Sıkıldım artık. Karısının sözlerine karşılık vermedi, veremedi… En belirgin huylarındandı bu; haklı bile olsa karşı çıkamazdı kimselere, doğuştan yeniklerdendi, içinde çığlığını atar, kimseciklere duyuramazdı sesini ve isyanını. İnsanlarla savaşmayı sevmezdi. Nefret ederdi bu huyundan ama otuz sekiz yıl geçmişti, pek çok şey için geçti artık. Karısına dönerek: - Nedir bu öfken, ne yapayım daha senin için? - Biraz ilgilen yaşamla, bak yarın apartman yönetim kurulu toplantısı var, saat öğlen 2’de. Ben dinleneceğim artık yarın, gidersin herhalde buna bari. Oradan da ev sahibine kirayı götürürsün. Çocuklar yatalı bir saat kadar olmuştu. Sofradan kalktıktan sonra tek sığınağı olan çalışma odasına girdi. Masa lambasını yaktı, odaya hoş bir loşluk yayılıverdi. Kütüphanesinden okumakta olduğu kitabı aldı. Ayracını sehpaya koydu, gözlüğünü taktı. En zevk aldığı şeydi yaşamında kitaplar. İçinde bulunduğu tinsel duruma uygun kitapları okurdu. Bazen kendini bu dünyaya bağlayan kitapları severdi, bazen de O’nu bu yaşamdan kopararak, öte dünyalara götüren kitapları.. Saat 11’i vurduğunda, sınav kağıtlarını okumak geldi aklına. Lisede biyoloji öğretmeniydi. Ertesi gün pazardı ve yapacak iş fazla olduğundan, şimdiden bir kısım işini kolaylatmak istedi. Kağıtları masanın üzerine yığarak okumaya ve not vermeye koyuldu. “Ne çok severek yapardım bu işi mesleğime yeni başladığımda” diye düşündü birden. Otomatiğe bağlanmış el devinimleriyle notları bir çırpıda veriyor, bir kağıt üzerinde iki üç dakikadan fazla zaman harcamıyordu. Sigarasını yaktı, işine istemese de devam etti. Yirmi yıl önce üniversiteye girdiğindeki heyecandan eser kalmamıştı şimdi. Çocuktu o zamanlar, ailesinin de yönlendirmesiyle bu mesleği seçmişti. Öğretmenlik altın bileziktir demişti babası. O da yazmıştı üniversite sınavlarında. Oysa hiçbir mesleğe ilgisi oluşmamıştı çocukluk yıllarında, başkalarının karar verdiği, sınava soktuğu ve olmasını istediği yaşamda, kendi istediklerini gerçekleştiremeden, çelikten bir kalıba girivermişti. Son zamanlarda bu dünyanın kendine göre olmadığını düşünüyordu. Zihnine düşüveren düşüncelerle kafası karışık bir halde yatağa gitti. Karısını uyandırmamaya özen göstererek yorganın altına süzüldü. 3 Pazar günlerini sevmezdi. Yataktan çıkmak istemedi bir türlü. Karısının mutfakta bulaşıklarla kavga edercesine çıkardığı sesten duyduğu korkuyla birden doğruldu. Yüzünü yıkayarak kuruladı, sokak kapısını açtı ve kapıya iliştirilmiş gazeteyi alarak mutfağa girdi. Sessizce sofraya oturdu. Karısı sırtını dönmüş göremediği bir şeyler hazırlıyordu. - Günaydın - Benim için pek aydınlık değil gün. Yemek yap, ütü yap, bulaşık, çamaşır. Beyefendi de saat 10’da kalksın, her şey önünde hazır, armut piş ağzıma düş. Karım haklı mı acaba düşüncesi düştü zihnine, sonra aynı hızla uzaklaşıverdi. Sorun çıkarmak istemiyordu yine ama boğulur gibi hissetti kendini, fanilasının boğazını çekerek genişletti. Kahvaltıdan tat alamadan, gazetesini okuyamadan, kirayı vermeye gittiğini söyleyerek evden çıktı. Soğuktu. Paltosunu dikleştirerek, atkısını boynuna iyice sardı. Nefesi, gözlük camlarını buğulandırdı. Fazla arkadaşı yoktu yaşamda, herkesle iyi olmak gibi bir kaygı da gütmezdi. Zaten insanlar da anlamazdı O’nu. Sokağın köşesini döndüğü sırada ayakkabılarının boyasızlığı ile yüzleşti. Kendini saldığının bilincindeydi. Engel olacak gücü yoktu ancak. Ev sahibinin, iki blok ilerideki evinin önünde durdu, içeri girdi. Adamın sahte gülücüğüne, kira parasını verirken istemeye istemeye karşılık verdi. Hızla oradan uzaklaştı. Oturduğu yerden para kazanan insanları hazmedemezdi, ne iş yaparsa yapsınlar, asalak olduklarını düşünürdü onların. Ailesinde hiç tüccar ya da zengin biri olmamıştı. Otuz yıl öncenin değerleriyle büyütülmüştü kardeşleriyle. Bundan gurur duysa da artık anlamsızdı. Kendi gibi düşünen kişilerin tek tük kaldığını biliyor, bu topluma artık ait olmadığını düşünüyordu. Mağazaların vitrinlerinde “büyük indirim” yazan reklamlar vardı. Satıcılar dükkanlarının önüne çıkmış bağırıyorlardı: - Koş vatandaş koş, yüzde elli indirim var. - Bir alana bir bedava! - Kredi kartına altı taksit, gel! İnsanların birbirini ezercesine tezgahlara saldırdığını görerek şaşırdı. Savaş yıllarında açlıktan kıvranan insanların yiyeceğe saldırdığı film sahneleri geldi gözünün önüne. Kendisininse alışverişten pek zevk aldığı yoktu, ihtiyacı varsa alırdı. Yeni bir eşya veya giysi alındığındaysa öyle mutlu olmazdı. Bir keresinde okulda öğretmen arkadaşları doğum günü hediyesi pahalı bir kazak almışlar, O ise sevinememişti. “Beğenmedi, burnu büyük” demişlerdi hakkında. Çok sevdiği , onca renkli reklam panolarının arasında sıkışarak kaybolmuş, iki katlı bir binanın alt katı olan saatçi dükkanını görünce sevindi. Saate ihtiyacı yoktu oysa ama bu dükkan ona çok “gerçek” gelmiş ve kendine çekmişti. Boyası dökülmeye yüz tutmuş limon küfü rengindeki ahşap çerçevenin kurumuş macununa dokundu ve içeri girmeye karar verdi. 4 Yetmişine merdiven dayadığı her halinden belli olan, gözlükleri burnunun ucuna doğru düşmüş, bembeyaz ince telli saçları yana taranmış babacan ihtiyarın “hoş geldiniz” sesiyle sevinç duydu, - Hayırlı işler, eve dönüyordum da sizin dükkanı gördüm. Dayanamadım, içeri girmek istedim, aslında bir şey almayacaktım. - Olsun evlat, gel otur şöyle, bana Münir Usta derler, elli yıldır bu tik takları tamir eder dururum. Çay içer misin? - Teşekkürler, iki şeker alayım. - Saat ne kadar önemlidir bilir misin? Gözleri, badanası görünmeyecek kadar saatle dolu duvarlara bakarken ihtiyar adama dönerek, - Önemlidir tabii ki, her şeyi onunla ölçer insanoğlu. - Doğru, pek doğru. Ama hangi zamanı? İnsanların pek çoğunun yaşadığını zannettiği zamanı. Akrep yelkovanı, yelkovan akrebi kovalar durur, her vuruşunda saniyenin bir adım daha ölüme yaklaşır insan ama düşünmez bunu veya düşünmek istemez. Zaman insana verilmiş en büyük sermayedir, her anını yaşamalı hayatta, hiçbir şeyi yarına bırakmamalı, ertelememeli. Yüreğinin sesini dinlemeli. Bugün, şu an en önemlidir hayatta, geçmiş ya da gelecek değil. İhtiyar adam bir taraftan önündeki saatin pimini tamir ederken, gözleri dalmış bir şekilde duvar saatlerine bakan öğretmen kalbinin derinden tok bir sesle hızlı hızlı attığını hissetti. Heyecanlanmıştı, birden kalbinin derinlerinde bir yerlerde naftalin kokmuş bir arzu su yüzüne çıkmıştı. Kaçmak..Uzaklara gitmek.. Yapayalnız. Hep ertelemişti bunu, hep de yapmak istemişti. Yalnız gidecekti oraya, güneyde deniz kıyısındaki o balıkçı köyüne; yirmi beş yıl önce gördüğü ve vurulduğu o köye. Heyecanla çayı dikerek ayağa kalktı ve sevimli ihtiyarın gözlerinin ta içine bakarak, O’na içten bir teşekkür etti. İhtiyar bu teşekkürün nedenini anlamayarak, tamir işine devam etti. Hızla dükkandan çıktı, çarşıda yuvarlak kırmızı boyalı balıkçı tezgahlarında, lüferleri mezgitleri gördü. Tepelerine sarkan ampullerle balıklar gümüş gibi ışıl ışıl parıldıyorlardı. Yaşama sevincini duydu o anda, uzun zamandır kaybettiği sevincini. Apartmanın merdivenlerini hızlıca çıktı, karanlıkta kaldığında dahi çıkmaya devam etti. Anahtarla kapıyı açarak, içeri girdi. Karısı balkonda, çocuklar ise birbirlerine yastık atarak koşturuyorlardı. Doğruca yatak odasına gitti, dolabına baktı, ardından çalışma odasına yollandı, okumadığı kitapları, fotoğraf makinesi ve şapkası gözüne ilişti. Odaya sinirli bir şekilde giren karısı, - Rezil ettin bizi el aleme, apartman yönetim kurulu toplantısına gitmemişsin, ne sorumsuz birisin sen. Karısı ses tonunu daha da yükselttikçe umutlarının söndüğünü hissediyordu. - Bencil adam, hayatla ilgilen biraz, bak ay sonu geldi, buzdolabı boş, çocuklara ayakkabı lazım, sen nerelerdesin kim bilir? Odadan çıkan karısının ardından bakakaldı, yüreğinde bir şeylerin yıkıldığını hissetti, yutkundu. Balkona yollandı. Sigarasını yakarak yere çömeldi, uzaklara bakarak ağladı, ağladı...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Çağatay Acar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |