"İnsanların bazen neye güldüklerini anlamak güçtür." -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Proust’un "Kayıp Zamanın İzinde" romanındaki Françoise karakteri gibi davranmıyor muyduk çoğu zaman iş hayatında? Bu davranışın bilgiç gözükmekten başka nedenleri de vardı tabi. Çoğunlukla vaktimizi bu tür sohbetlerle harcamamak için bilmediğimiz bir konuda bilir gözüküp daha fazla açıklama gelmesin istiyorduk karşı taraftan. - Gömleğin ne güzelmiş, nerden aldın? - Haşim İşcan Caddesini biliyor musun? - Evet (?) - Caddenin sonuna doğru ufak bir cami var ya, - Evet (??) - Onun arkasında ufak bir gömlekçi var, epey hesaplı, çok da iyi kumaşı filan. Gidersen adımı söyle ona, ahbap olduk sayılır artık adamla. - Tamam söylerim. Evet’ler doğru değildi. Belki gömleğe olan övgüde doğruluk payı vardı ama tarifli açık adrese hiç gerek yoktu. Ben kendime gömlek alacağım demedim ki. Ayrıca adını filan da söylemem gömlekçine gitsem bile. Kamuya açık bir hizmeti alırken neden bir ayrıcalık istiyeyim ki? Herkese eşit hizmet sunması gerekmez mi bir esnafın? Ama bunları seninle paylaşacak vaktim yok. Zaten bu tür paylaşımı da beklediğini ya da istediğini hiç sanmam. - Hadi kolay gelsin, görüşürüz - Adı Mehmet Efendi. - Efendim - Gömlekçinin adı. - Tamam, sağol. Ama Proust’un hakkını yemeyelim, bilgiçlik taslamak da pek yaygın bir sebebidir bu sahte onayların. Hatta sahte onaylarla yetinmeyip üzerine eklentiler yapacak kadar rekabetsever Françoise’larımız da var bizim. - Volkan, bu parçaları satamaz mıyız? - Hayır Birol Bey, müşteri logosu var ya üzerinde, marka imajını zedelenirmiş, adamlar o yüzden izin vermemişti satmamıza. - Ben de işte kimle konuştun diye soracaktım, ya da yazılı bir şey var mı diye (?) - Satınalma’dan Michael'in bir e-maili var, size de atmış - Hah, çünkü ben de gördüğümü hatırlıyorum öyle bir yazıyı (?) , yaşa Volkan. Tarihi neydi? Sen çok yaşa Birol Bey. Gerçi çok yaşaşan da öğreneceğin çok şey kalmamış gibi gözüküyor. Çünkü en azından seninle konuştuğumuz hiçbir konuda bilmediğin bir şey yok anladığım kadarıyla. Oysa bilmediğini itiraf etsen bazen, ve şaşırsan, örneğin bu defa sana o parçaların sağdan direksiyonlu araçlar için olduklarını ve şu an toplantıda bulunduğunuz Orta Doğulu dostlarımızın bunları oralarda satamayacaklarını da söylerdim. Ama mutlaka bunu da biliyorsundur. O nedenle artık sahte onaylarla başımı sallamıyorum fazlaca. Böyle bir şeyi dalgınlıkla ve vakit kazanmak için yaptıysam nedir bu acele diyorum kendime? Her acele bilgiçliğimde, Proust’un “yaptıkları iş ne kadar aptalca olursa olsun, o işi yapmaya ‘hiç zamanları yokmuş’ gibi davranıp bundan tatmin olan ‘meşgul’ insanlar” grubuna girmek üzere olduğumu hissedip onayımı geri alıyorum. “Pardon, bilmiyorum ben onu” diyerek. Meşgul görünme isteği, yaptığımız işin anlamsızlığını saklamak içinmiş gibi geliyor bana. Belki “ben anlamsız bir iş yapıyorum, o yüzden lüzumsuz bir adamım” diyemeyeceğimiz için “görün bakın, ne denli yararlı ve faydalıyım ki, bir sürü iş ve sorumluluk var üzerimde” diyoruz meşgul görünerek. Hızlı hareket ettiğimizde, acelemiz olduğunda karşımızdakine üstünlük sağlıyoruz. “Çok vaktim yok, bunu sonra konuşalım” demenin, “benim vaktim senin vaktinden az” demenin keyfini yaşıyoruz. Her konuda çokluk yarışına giren insan, vakit konusunda tam tersi bir yarışa giriyor. Bence çok da bilinçli yapmıyor bunu. Ama acelesi olduğunda daha iyi bir karşılık gördüğünü biliyor. Zamanı daha değerli olan insanın kendisine de daha değerliymiş gibi davranılıyor. “Volkan’ın zamanı az. O nedenle onunla ilgili konuları önce görüşelim” diyorlar toplantıya başlarken. O zaman tüm güçler daha çok çalışması yönünde çekiyor insanı. Çalışkanlığı takdir eden işveren ya da yöneticiler de, zamanı az olana daha değer veren çalışma arkadaşları da, yaptığı işin sonucunu bekleyen müşteriler de –şirket içi de olabilir bunlar- aynı yönde bir kuvvet uyguluyor insana. Öyleyse insanın az çalışması için sadece tembellik ve demotive edici daha büyük bir güç gerekiyor. Hoş, yaptığı işin gerçek anlamını sorguladığında bir sürü ters kuvvet bulabiliyor insan ama sadece sorgulayan insan…Eh, böylesi de iş dünyasında azaldığına göre, insanlar çoğunlukla verimliliği her şeyin üstüne almış, bir makina gibi çalışırken buluyorlar kendilerini. Bu insanlara kendi kendini motive eden anlamında self-motivated adını takıyorlar ve bu özelliği de kutsuyorlar iş verenler. Bu makinalaşmada sadece bir “şey” olaral katkısı olan yöneticiler de çalışanların motivasyonunu sağlayan birer kahraman olarak bir şey olduklarını sanıyorlar böylelikle. Çark da çalışanlar adları gereği çalıştıkları müddetçe dönüp duruyor. İnsana insan olarak yani mutluluğu bir amaçmış gibi davranan şirket mi? Pardon, bilmiyorum ben onu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Volkan Aran, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |