..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
İyi bir aşk mektubu yazmak için, neler yazacağını bilmeden oturman, kalktığında da ne yazdığını bilmemen gerekir. -Rouesseua
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Bireysel > serhat akdaş




29 Kasım 2004
Zar  
serhat akdaş
yaşamı anlamılı kılan gözlemelerimizdir. göremeyen bir insanın ıstırabını yazarlardan başka kimse dile getiremez. bazen bir çocuğun minicik tebessümü bazen de acıyı gözlemler ve de duygu dünyamızda yoğurup okuyucuya sunarız.


:BDEE:
ZAR
Tavladan yere hızla düşen zar, hayatımız boyunca yakalayabileceğimiz nadir, şanslı anlardan birine ihanet edercesine yek gelmişti.
Bayramlık sevinçlerden gözde kalan umut ve yüze yansıyan tebessümle yaşamaya alıştığım bugünlerde, gözlerimdeki seyrilmeyi yolculuğa yoran falcı kadının, ellerimin anlamsız çizgilerine bakıp bakıp duraksaması, beni iyiden iyiye yormuştu. Kim bilir belki de yorgun uyanılan sabahların akşamına kalacak ve ağdasız söylenebilecek neşeli ya da hüzünlü birkaç cümleyi; kimine göre yazgıyı gördüğü sanılan oysa bana kalırsa çölde görülen serap gibi, hislerine yardımcı olan çizgilerin onu konuşturmasından başka bir şey değildi yaşanan.
Görülen rüyalardan arta kalan kırıntıları, bahardan üryan bir günde toparlayabilmek için çırpınıyordum. Elimde bir bilet vardı ve yollara düşme zamanı gelmişti. Yorgun otobüsler, uzayan çizgilerle beni bekliyordu. Artık yolculuk olmalı ki, falcı kadının üç vakte kadar dediği o kalıplaşmış deyimi de bir kenara bırakarak özlemimi bir kat daha fazla artıran, baba ocağına gerisin geriye bakarken; umursamadan hiçbir şeyi, her gidişimde büyük keyif aldığım ve sanki dünyayı yeniden keşfedermişçesine hayatı algılamaya çalışan bir seyyahın gözlükleriyle olgun bakışlar yerleştiriyordum serüvenlerin heyecanlı yüzüne.
Bir serüvencinin kalp atışları nasıldır? Saniyede kaç kez atar ve kanı nasıl akar damarlarında? Bir çılgın gibi yaşamak, yaşamak sayılırsa, aldırışsız işte; yaşamak öylesine bir sevda olmalıydı onun için ve hep çocuk yalnızlığını bıraktığı şehri özlerdi, açarken yelkenlerini yepyeni, bilinmeyen diyarlara. Nasıl ki ahşap konaklar gün geçtikçe, eskidikçe haz verirse yüreklere; bağlanamadı, gün akşamlıyken dirsek çürüten bir öğrenci gibi, nereye gittiyse eskisi kadar. Sanırım acemi bir aşığın ilk yüz kızarıklığına benzeyen ve hep özlenen yarım yamalak görülmüş perde aralarındaki o platonik yüzdü, onu hep yollara düşüren. Kimseler bilmedi, sevdası dahi, her defasında yinelerken yenildi, kaybetti ve dönüşü olmayan yarınları için yılmadan bekledi, plansız bir mimar gibi; çünkü o, bir seyyahtı. Serüvenciler hayatın korkusuz kahramanlarıydı. Serüvense sadece onlara yakışırdı, yakıştıramazken içlerine çocuk yalnızlıklarını büyüten yolculukları. Serüvense, bir sevda masalıydı, minicik gözlü bir dünya için çok şeydi ve büyüdükçe bitecekti; gözleri büyürken her defasında bir şeyler yitecekti.
Kocaman bir dünyayı sığdırabileceğimiz buğulu camlarda, çocukluğumun o en çıtı pıtı, baharsı dönemlerinden vesikalık resimlerle, şoförün yaptığı sürate aldırmadan bir yandan insanları süzüyor, bir yandan da hayal alemimde mutluluk takvimimde yer almasını umduğum yapraklar için oyunlar oynuyor, senaryolar hazırlıyordum. Gerçi bu senaryoların çoğu bilindikti ve seçilen simalar da zaten tanıdıktı. Yani lotodan ya da milli piyangodan çıkabilecek milyarların o deli hevesine pek benzemeyen umut dolu hayallerdi. (Az önce aklınızdan geçirdiğiniz, geleceğe dair umut yüklü düşünüzü hatırlarsanız, benim nasıl duygular içerisinde olduğumu daha iyi anlarsınız.) Bir ara yerinde duramayan bir portreye takılan gözlerim beni sabahleyin yoran falcı kadının aksine düşünmeye zorluyordu. Bizans'tan geriye ne kaldıysa yarım yamalak, bir şehrin martı kanatlarında süzülüşünü Anadolu Kavağı'nda izlemek kadar keyifli bir an olamazdı. Yılların eskitebileceği kadar hatta eskici tablalarına düşecek derecede unutulduğu Sadabad'ın bile sadece aslından uzak mekanlara verilen isimlerle yaşatılması ,bazen içimdeki çocuğu üzer ve bir zamanlar gemilerin sultanları selamladığı Haliç'in şimdiki kokusu kadar iğrenç bir durumla karşı karşıya kalırdım. Kendime geldiğimde, çocuk hala yerinde duramayan emzikli bir bebeğin anlamsız neşesini yüzüne yapıştırmış, otobüsteki tanıdığı ya da tanımadığı herkese bir parça gülücük saçıveriyordu. Sanırım karşılığı yoktu bütün bu yapılanların, karşılıksız sunulan bir tutam neşeydi...Çocuk on dört on beş yaşlarında, esmer teninde kim bilir kaç temmuz güneşinin yakıcılığını barındıran, bizim geveze diye adlandırdığımız haylazın biriydi. Haylazlığını çok görmemek lazımdı aslında, o yaştaki bir çocuğun otobüsü her beş dakikada bir, baştan sona turlaması ve yanında oturan ,sonradan öğrendiğime göre, kardeşine bir türlü rahat vermeyen, dört yıl boyunca yetiştirme yurtlarında kalan ve evinden yüzlerce kilometre uzaklarda okuyan ayrıca anne babası yaşayan o haylazın adı; sadece Ümit'ti. Bu kadar çok vasfa sahip olan birine bu kadar kısacık bir isim sanırım yeterli olmazdı ve ben ona haylaz Ümit demeyi daha uygun bulmuştum.
Ümit'le sıkı bir muhabbete koyulmuştuk ve otobüste ne onun ne de benim hiç kimsede bulamadığımız içtenliği sanırım kahverengi gözlerimizde yakalamıştık. Bir tebessüm bir ömre bedeldir kimi zaman. Yaşandıkça o çınarın gölgesinde, bir gül yaprağı kadar hayat dolu ve bir çiğ tanesi kadar umut yüklü olur karşılıksız tebessümler. Bizimkinin çenesi bir ara öylesine düşmüştü ki, yetiştirme yurdunda yediği dayakları, okuldan kaçmaları, yurttan tüymeleri bir bir anlatıyordu. Bense şaşkın ve tebessüm dolu yüz ifadeleriyle onu dinliyordum. Sanırım yüzümdeki ifadeyi çıkarsız ve samimi bulmuştu. Ümit anlattıkça anlatıyor, yorulmayı bilmeyen safkan Arap atları gibi, kötü şivesi ve bozuk Türkçesi'yle hem memleketimden bir insan manzarası olması nedeniyle beni sevindiriyor hem de içimde derin, onulmaz yaralar açıyordu. Yolculuğun keyfini çıkarırken aracımız Doğu'nun ücra dinlenme tesislerinin birinde mola vermiş ve insanlar da doğal olarak ihtiyaçlarını gidermek için aracı bir bir boşaltmaya başlamışlardı. Yine aynı dinlenme tesisleri, aynı otobüs, aynı yolcular, tıpkı ben gibi...
Bazen sıradanlık diye adlandırıyordum bu duyguyu bazen de adını uçukluk koyuyordum. Neden yaşananları bu kadar kolay hiçlik duygusuyla adlandırıyordum. Oysa evren bir hiçten ibaret değil miydi? Hiç ya da her ne fark ederdi ki... Kocaman bir gül bahçesinde en ön sırada yeşermeyi istemek bencillik değil miydi? Ay ışığının açtığı yolda tuzlu kelimelerle dalgalı hayaller kuran Akdenizliyle, bir ejderha gibi zorla kazanılan bir parça ekmeği kursaktan almaya çalışan katil dalgaların aynı yuvanın kimsesizleri olduğunu kim inkar edebilir ki? Bazen bir ney sesiyle zamanı ta orta yerinden bölmek geliyordu içimden ve şoförün ağır duygulu kasetinden otobüse sinen özgüyle ana dönüyordum.
Bizim haylaz karşı sıradağlara yüzünü dönmüş, Eminönü'nden hareket eden yolcu vapurları gibi memleketindeki bacalarına sığmayacak dumanlar çıkarıyordu. Tütünü bu kadar içli içen bir çocuğa hiç rastlamamıştım. Öylesine derin nefesler alıp veriyordu ki, belki çocuk düşü, karşı dağlara sitem edercesine kafa tutuyordu, daha bir fetih yaşına gelmemişken. Yanına yaklaştığımı görünce biraz da sıkılarak, bakışlarımdan etkilenmiş olmalı, yanımdan uzaklaştı ve kardeşi Osman'a da bir sigara verip iki kardeş birlikte sessiz bir sohbete koyuldular. Dağlar geçilmez hatta aşılmazdı ve kar öylesine boyamıştı ki dağların kıraç yüzünü, sanki bir daha hiç eski rengine dönmeyecekmiş gibi izleyenlerin kafalarında soru işaretleri bırakıyor ve büyülüyordu. Ümit'in dalıp dalıp içlendiği dağların ismi Cehennem Dağları'ydı. Coğrafi bir terim olarak belki atlaslarda yer almamıştı oysa yaşayanların çektiklerine eş koyulan bir addı. Tıpkı Urfalı Ali Dayı'nın On iki Eylül İhtilali sırasında yaşadıklarını perçinlercesine, atlas yataklarda doğan bir bebeğe verilemeyecek bir isim gibi, Cehennem Dağları konulmuştu. Aklımda yine bir sürü yanıtsız soruyla sigaramı içli içli tüketmeye çalışırken, otobüsün kalkış saatinin geldiğini; o komik, değişmeyen anonsla algılarken sigaramı söndürüp anonsa ayak uydurdum. Çocukken beni yolculuklarda en fazla etkileyen olaylardan biri de bu anonslardı. Nerden geldiğini bir türlü bilmediğimden olsa gerek hep ürkünç bir merakla sesin geldiği yeri hatta sesin sahibini bulmaya çalışırdım. Bendeki bu heves büyüyene kadar devam etti ve büyümenin kötü yönlerinden biri beni yine hayal kırklığına uğratmıştı. Keşke hep çocuk kalsaydım demek geliyordu içimden, mantık öğesini hayatın salatasına katan sadece büyümeye eş artan yaşımdı ve sanırım ben bu olaydan hiç ama hiç memnun değildim.
Şoförün bir ikinci yolu kullanma olasılığının hatta hakkının olmadığı bir yolda ilerliyorduk. Aracımız durmuştu ve ülkemin doğusuna özgü, mecburi kim bilir belki de rutin işlerden biriyle karşılaşınca, bir kez daha hayatın o çocuk yaşına rağmen, kocaman misketinin boğazımda kaldığını hissetmiştim. Kar ayazında ilk rengini kaybeden yanık suratlı bir asker kimliklerimize bakıyor ve çantalarımız aranıyordu. Sanırım hiç kimse memnun değildi halinden; ne arayanlar ne de arananlar... Kimliklerimiz toplanmış genel kontrole giderken, kaptan şoförümüzün ısmarladığı içleri ısıtan sıcacık çay az da olsa ısınmamızı sağlamıştı. Etrafı seyre koyulmuştum yine bilinçsiz ve biraz da huzursuz bir şekilde. Huzursuzdum çünkü memleketimin bu rengini hiç sevmiyordum ve hep geçmişini özleyen bir romancı gibi maziperest bir yaklaşımla hüzünleniyordum. Böyle olmamalıydı... Karlar az da olsa erimeye başlamış, dağların aşınmış yüzünde oluşan yarıklardan süzülüyordu ve bu süzülüş zamansızdı. Çığ tünellerinin kambura yatışı olası kazalarda can verecek binlerce serüvenciyi, yüreğini ortaya koyarak koruyordu. Oysa çığ isyandı dağlar için, sanki bir sıkılış belki de değişiklikti. Bir ses, bir homurtu gecenin yüreğinde patlayan dinamitlerin beyinleri allak bullak ettiği ve çaresizliğin tanımı kalıyordu geriye. Lügatteki karşılığı mağlubiyet, işteş bir yenilginin yollara çizilen bembeyaz resmi. Kar taneleri katmanlar oluşturmuştu, dağların eteklerinde atıp duran damarlarında. Geriye dönüşsüz bakılırsa bir geceye bu kadar isyan fazlaydı. Dağlarda sevilmesi rengarenk çiçekler varken; sevdadan geçmemek lazımdı. Sevda mevsimlik bir kır çiçeği gibi, çığla açılan yaralarla hayata merhaba diyor ve eriyen karların altında gözlerindeki masmavi parıltıyı bu yıl gökyüzüne satan kardelenlerle yaşanıyordu. Geçen yıl da böyle olmuştu, sanırım hep griydi çığdan önce, dağların arasına sıkışmış gökyüzünün kurşunlanmış rengi.
Güneş otobüsün ön camına sanki yapışmış gibiydi. İçerisi bunaltıcı bir sıcaklıkla kavruluyordu ve bu sırada ben uyuyakalmışım. Bir ara üşüdüğümü hissederek uyanınca yeni geldiğimiz yerde, ne kadar yol aldığımızı bilmeden, havanın durumu hiç içimi açmamıştı. Mahmur gözlerle etrafımı seyrederken gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Oldum olası o beyaz örtüye bakmakta güçlük çekerdim. Biraz gözlerimi ovuşturduktan sonra hafif hafif yağan kar tanelerinin üşüyor olma ihtimaliyle ellerimi birbirine sürtmeye başladım. Sanki üşüyen benmişim gibi tuhaf bir zıtlık yaşıyordum. Nedense aracımız artık ilerlemiyordu ve birkaç dakikalık sessizlikten sonra yolda mahsur kaldığımızı anladım. Karayolları ekiplerinin gelip karla kaplı yolu açmalarını beklerken, serüvenlerin o çekilmez yalnızlığının sihirli bir değnekle yavaş yavaş bozulduğunu fark ettim. Yola çıktığımız ilk andan itibaren ölüler kadar susmayı yeğleyen yolcular, birbirleriyle konuşmaya, şakalaşmaya başlamışlardı. Saatlerce yanyana oturan ve karşılarındakilerden esirgenen o aciz cümleler bir bir sıralanıyor ve gramerinin olduğu bir dili fark eden dilciler gibi anlaşmaya çalışıyorlardı. Belki de muhtaçlıktı bizi bu duruma düşüren ve alışkanlıklarımızı bir anda bu kadar kolay nasıl değiştirebiliyorsak; ilk karşılaştığımızda yanımızda oturanın suratına bakıp bakıp bula bula bunu mu vermişler yanıma derken bile, hasislik yoktu ve karayolları ekiplerinin gelmesine eş yağan kar, kaloriferleri çalışmayan aracı usul usul ısıtıyordu.
Ümit her zamanki gibi yerinde değildi ve insanlarla uğraşmaya, onlara hizmet etmeye çalışıyordu. Dışarıda elindeki kürekle kar atmaya çabalayan muavinin görevini karşılıksız bizim haylaz üstlenmişti. Sanırım işe yaramak Ümit'i mutlu ediyordu ve insanların ona gösterdiği güleryüz, yapmacık da olsa o dalgabaz gülüşler ona yetiyordu. Osman daha oturaklı ve oturduğu yere yapışıp kalan, insanlara kolay kolay ısınamayan bir tipti. Sadece kardeşi ve sonradan kanına girmeyi başaran benle muhatap oluyor; annesinin yol için hazırladığı yiyeceklerden bir bir bana da sunuyordu. Bir tebessüme bir hamur işi, benim de hoşuma gitmiyor değildi hani. Hamur işleri Osman ve Ümit kadar damağımda leziz bir tat bırakmıştı. Yollar hala açılmamıştı ve güneş öksüz bir kız çocuğu gibi saçlarını kızıla boyuyordu. Unutulmaya mahkum coğrafyalarda kalan yalnızlar ne yaparsa biz de onu yapmaya çalışıyorduk. Herkes içten pazarlıklıydı, gülen gözler çalışması beklenen araçla bitecekti sanırım. Kar durmak bilmiyordu ve tipi başlamıştı. Bir ara sigara içme sevdasıyla aşağı inmiştim. Sigaramı içerken, üşümüşlük adına yazılan bütün mısraları unutturan o dondurucu soğuğun iliklerime kadar işlediğini hissederken,parmak uçlarımı ve sigaramı unuttuğum dudaklarımı hissedemiyordum. Aklımda şaşkın sorular beliriveriyordu; karda, kurda kuşa yem olanlar ve üşümüşlük adına yaşayanlar, sıcak kanlılar ne yaparlardı, kurtlar bu soğukta nasıl yaşarlardı?

Koltuğumda büzüşmüş bir halde paltoma sarınmış, Ümitle Osman'ın işteş, kedi köpek misali, kavgalarını, atışmalarını izliyordum. Onları izlerken içimdeki stresi bir an olsun atıyordum ve beni tebessüm ettiriyorlardı. Ümit " hadi Osman zar atalım." Demişti. Osman evet dercesine kafasını sallamıştı. Ben de merakla ne yapacaklarını bekliyordum. Ümit cebinden çıkardığı tavla zarlarından daha büyük bir zarı, ikili koltuğun ortasına koymuştu. İkisi birbirine bakıyordu ve önce kimin zarı atacağına karar veriyorlardı. Oyun başlamıştı ve sırayla yenişmeye çalışıyorlardı. Büyük atan kazanıyordu, küçük atan ise Ümit gibi tuhaf mimiklerle üzülüyordu. Ümit'in attığı zarlar da yaşı gibi abisine göre küçüktü ve yüzündeki o haylaz mimikler beni çıldırasıya neşelendiriyordu. Bir an, hani kalabalıkların o ürkünç ve zavallı bakışlarından çekinmesem, Ümit'i yakalayıp doyarcasına öpmek, kucaklamak istemiştim ama yapamamıştım. O geveze, haylaz yatılı aslında içinde yaşattığı çocukla bir melekti. Ve biz insanlar neden melekken kocarız, yaş verip yenmeye muhtaç olgun meyveler haline getiririz içimizdeki çocuğu hala anlayabilmiş değilim. Ümit " hadi Osman tütün içelim." Demesiyle ikisinin aşağı inmesi bir olmuştu. Ben de dayanamamıştım ne yalan söyleyeyim, sabrım her geçen dakika biraz daha azalıyordu, durmayı bilmeyen kar taneleri gibi... Sigaralarımızı içip yukarı çıkmıştık ve sanırım memleketimin doğasındaki bir gerçek yine kendini yinelemişti; ümitsizken bu yörenin insanında tuhaf bir sevimlilik boy gösteriyordu, paylaşımı içten pazarlıksız, matematiksel hesapları alt üst edecek derecede, samimi ve sıcacık; tıpkı bir düş gibi olması beklenen , kurulan, hayal edilen ve olası her an geldi gelecek...
Bir ara uyumuş olmalıyım ki, beni çılgına çeviren bir baş ağrısıyla kendime geldim. Beynimde bir şeyler zonkluyordu ve sanırım bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Üşümüşlüğüme bir de beni çileden çıkartan baş ağrılarım eklenince hayatı çekilmez kılan ve aşktan sonra bağlandığım, bir daha kurtulamadığım yönlerinden biri daha; zorunlu bağımlılıklar, elinde olmadan, körü körüne... Bir bedeni ayakta tutan nedir? Kocaman bir et yığınını kemikler ayakta tutar, birbirine bağlar öyle değil mi? Sanırım hayatın da böyle gerekli bağımlılıkları vardı. Yaşamak öyle çocuk oyuncağı, bir bebeğin saçlarını okşamaya benzemiyordu. Yoksa yaşam küçük bir çocuğun ellerinde mi şekillenmişti? Yok yok bu kadar çocukça olamazdı bizi yaşama bağlayan gerekliliklerin ortaya çıkışı. Oysa bir çocuğu hayata bağlayacak o kadar çok şey vardı ki... Oyun, uçurtma, bayram, anne... Nemli bir şehrin bulutsu özlemlerinden kalan hatıralarla içli dışlı olduğum anlarda aklımda hep sahili kocaman uçurtmalarıyla parselleyen çocuklar gelirdi. Hafta sonunu dört gözle bekleyen ve sabahın ilk ışıklarıyla gökyüzünün yalancı kuşlarını özgür bırakan ellerin sahiplerinin yürek çarpıntılarını, akıl almaz sevinçlerini izlerdim. Her parçası Akdeniz'den bir hatıra taşıyan o minik yüzlerin oyun adına yaşadıkları anlar sanırım görülmeye ve izlenmeye değerdi. Bir de anneleri, o ufacık elleri doğuran yürekleri; bağımlılık adına yaşananları düşünürdüm. Bir anneyi evladına bu kadar bağlayan neydi? Ne kadar kuvvetli bir bağla örülmüştü ki koparmaya sadece o ilmiği atan, ipi düğümleyenin gücü yetiyordu.
Gece kar taneleri arasına sızmış, suskun zaman dilimleri içerisinde ilerlerken, yolculuklar neden bu kadar çekilmez olur sorusuyla, tam gaz hayatın frenlerini kullanmaksızın gazlayan şoförün ve hasreti doyarcasına yaşadığım, deltası bozuk bir ırmakta boğulurken,bir serüvenci kadar meraklı ve bir o kadar da ürkektim. Yabancıydım, yüzlerce kez geçtiğim bu yola. Bu değildi, olamazdı... Sanki ilk kez geçiyordum, hisleri donup kalan, çizgileri uçuk asfalt yollardan.
Ve ne zaman yollara düşsem, yokluk acı bir türkü gibi dudaklarıma yapışır, gökyüzü umulmadık renklere bezenir, bulutlar neme doyar, mavinin hükümsüzlüğüne isyan ederler. Bense hep aynı çocuğum, değişmedim hiç, değişemedim. Ara sıra buğulu camlarda yüzümün çizgileri keşfetmeye, tanımaya çabalarken, şaşkınlık da kelime mi! Ne yana dönsem bedenimde vücuduma batan , etimi bir iğne gibi acıtan kemiklerim yalnızlığın o utanç verici korkusuyla baş başa kalırken, ne zor şeymiş mavinin gökyüzüne bezenmesi ve sanırım su ıslakmış. Kelimeleri kullanmak da hüner işi, işin erbabına bırakmak lazım gelir en kesif aşk öykülerini yazan parmakların, en hülyalı boğaz gecelerini döken kalemlerin dünyasında anlam bulur sözcükler. Benim yükümü kaldıramayacak kadar acemi ve suskun kalıyor sözcükler. Bu yüzden kelimelerin sessizliğine bir türlü kızamıyorum. Garipsenecek bir durum bu tıpkı Ümit'in ümitsizliği gibi, Osman'ın büyük gelen her zar atışından sonra, muhteşem bir zafer kazanan bir kumandan gibi sevinmesi, boynu bükük kalan Ümit'in yarına dair dudaklarından dökülen acının hep bir arada yaşaması tuhaf değil mi? Yaşanan ve dudakları ısırırcasına kanatan hangi duygudur. Deneyimsiz bir idarecinin despot uygulamalarıyla Orta Çağ Avrupası'nı aratmayacak yönetim tarzı ve hayatının baharında olan ışıldayan beyinlerin mecburi ilikledikleri ceket düğmeleri kadar zıtlık ve bir o kadar da tuhaflık içeriyordu yaşam denen döngünün farklı zaman ve yerlerdeki hayata dökümü.
Kulaklarımda bir çığlık... Tavladan yere acemice düşen zarın, ellerini sevemediği bir oyunda; terine alışamadığı, kokusunu sevmediği, köşeye sıkışmış bir zanlı gibi tetiği çekmekten korkmayan kanuncunun oynadığı oyuna benziyor zarların kardeşliği. Daha dün beraberken, kardeşken ve aklımızda hatta duygularımızda yer edinen, yuva yapan (du)ya kanarken; bugün karşı dükkanı soyan çocuğun, abisine, kanuncuya yakalanması, bize kalan (yek)i az da olsa hatırlatması, bana sinsi bir hastalığın ilk belirtilerinin yaşandığı düşkün bir beden izlenimi veriyordu. Bir çıban gibi hatırların dile gelmeye korktuğu ve patlayınca da bedeni kan gölüne çevirdiği bir kardeşliğin akıl almaz ayrılığını anımsatan bir yolculuğun kırıntıları... Ve durmadan kar yağıyordu, ayaz vardı, kurtlar bile üşüyorlardı. Adresi olmayan ve geceleri yaşayan bir kumarbaz gibi elimde dört benzemez bir asım var. Neye yarar bir as, bir kral? Krallar bir oldukları için yalnızdırlar, dağlar, bayırlar, insanlar yalnızlarındır, zarlar gibi.
Tavladan acemi bir zar düştü... Yalnız olduğunu hissedinceye kadar başka bir acemi ele düştü. Yalnızlık izi yok olan, arabanın dikiz aynasında anlık seyredilen ve özlenen memleket gibi düşünce aç kurtların soğuk ulumalarına, gel de çık çıkabilirsen, gelen zarla, oyna oynayabilirsen...

Serhat AKDAŞ
mart 2003






Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Nilüfer Gözler [Şiir]
Gülüşün [Şiir]
Aşk Gitti [Şiir]
Şaşkınlığımın Feryadı [Şiir]
Bu Şehir [Deneme]
Bazen Susarım... [Deneme]
Yasemen Kokulu Geceler [Deneme]


serhat akdaş kimdir?

sevecen, duygusal, yaşamı küçücük şeylerle anlamlı kılan yaşadıkça yaşamayı öğrenen bir canlıyım.

Etkilendiği Yazarlar:
ahmet hamdi tanpınar


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © serhat akdaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.