"Bir kitabın kaderi okuyanın zekasına bağlıdır." -Latin Atasözü |
|
||||||||||
|
Korkarım ben aşık oldum. Bundan tam bir hafta önce farkına vardım bu gerçeğin. Daha önce rüyalarımda bile görmediğim bir yüz geldi gözlerimin önüne ve bir daha da gitmekbilmedi oradan. Donuklaşan bakışlara, aldırışsız duyuşlara ve yüreğin derinliklerinden gelen acıyla karışık kıpır kıpır oluşlara yüklenebilecek en iyi anlamdır aşk. Bir oluşa yüklenen bütüniyi anlamlardan bir parça da olsa korku duymuşumdur. Belki bu korku duyuşumun temelin- de, aciz ve çıkarına düşkün olarak tanıdığım insanoğlunun bir oluşa iyi derken de çıkarlarını koruma, acziyetlerinden doğan güçsüzlüğünü giderme telaşesinin yattığını hissetmiş olmam olabilir. Fakat bu korku değersiz kılmaz iyi anlamı, aksine yüceltir; çünkü bir şeyin iyi olmasından dolayı duyulan korkunun temelinde derin bir şüphe vardır. Şüpheler ise gerçekten uzaklaşmayı engeller. Ayrıca iyi bilinen anlamların dışında ne varsa alenen iğrençtir. Bu yüzden: Yaşasın!Korkarım ki ben aşık oldum. Aşık olduğumu anladığım ilk gün, bütün anlamalarıma karşı takındığım tavrı takındım. Kuşkular duymaya başladım. Anladığım şeyin doğru olup olmadığını, gerçekten aşık olup olmadığımı sorgulamaya koyuldum.. Kısa bir süre sonra sıkıldım sorgulamaktan. Hayatım boyunca ilk defa bir şeyi sorgulamak bana bu kadar sıkıcı ve saçma geldi. Aşkı okuduğu roman ve şiirlerden az da olsa tanıyan ve bilen biri olarak neden sıkıldığımı çok iyi anladığımı sanıyordum. İçinde bulunduğum durumu , kendi sorgulamamı böylesine anlamsız ve sıkıcı bulmam bile aşık olduğumu ispat ediyordu. Ancak böyle bir çıkarsamaya ulaşmak bile içimden gelmiyordu; çünkü, çok gereksizdi. Aşık olduğumu düşünmeye başlamıştım ve bunu düşünmek dışında bir şey aklıma getirmek istemiyordum. Belki bu yüzden olacak, üzerime bir buhran gibi çöken sorgulama teranesinden kurtulabilmek için kendimi balkona attım. Hava buz gibiydi. Kentin üzerine sakin sessiz bir gece çöküvermişti. Yorgun insanlar evlerine çekilmiş, sıcak yuvalarında gündelik işlerle uğraşmaktaydılar. Her şey normaldi. Her şey olması gerektiği gibiydi. Fakat bu normallik ve sessizlik benim avazım çıktığı kadar bağırarak, aşık ol- duğumu tüm kente haykırmamla bozuldu. Bütün gücümle, bütün sesimle bağırıyordum: ---- Heeeeyy! Duyun beni duyun duyun aşık oldum. Aşık olduuuum ben. Ben aşık oldum. Ne olur duyun. Duyun ve inanın ben aşık oldum. Hiç kendimden ummuyordum ama aşık oldum. Heeyy… Heeyy… Bütün kent, bütün dünya ve Yüce Yaratıcı ne olur duyun, ben aşık oldum!... Delice haykırışlarım bir süre daha devam etti ve bir süre sonra sustum. Hava buz gibi soğuktu ve fakat gökyüzü ne kadar güzeldi. Yıldızlar birer birer parlamakta, ay ise yıldızların arasında nazlı bir gelin edasıyla salınmaktaydı.Yaşadığım kentin beni duyduğunu hissediyordum. Sarı ışıkları ağır aksak yanıp duran evlerin pencerelerinde, balkonlarında; ölgün, baygın, neşeli, kızgın, heyecanlı ve üzgün suratlar görüyordum. Evet dilediğim olmuştu. Bütün kuşkularım bir köşeye sinmişti. Yaşadığım kent ise beni duymuş, benim aşkımla birlikte, gecenin bir vakti şöyle bir silkinmişti. Şimdi bu kente bir yabancı gelse, bu kentte birisinin aşık olduğunu hemencecik anlayabilir ve aşkın doyumsuz havasını dilediğince soluyabilirdi. Bunu bilmek bile beni yeterince gönendiriyordu. Yine de kentimin insanları, yani evlerin pencerlerinde ve balkonlarında gördüğüm çeşitli suratlar, duydukları haykırışları kafi bulmuyor gibiydiler.” Bütün numara bu kadar mıydı?” diye bakıp durmakta olanlar vardı aralarında. Benimse söyleyebileceğim başka bir şey yoktu. Başka ne olsundu. Aşık olmuştum ve bunu haykırmıştım. Yine de bir son söz, geceyi kapatacak bir final gerekliydi, kentim insanları sabırsızlıkla böyle bir söz ya da devinim beklemekteydi benden. Ellerimi onlara doğru açarak: “Evet dostlarım hepsi bu kadar. Bu gece çok mutluyum, hepinizi seviyorum; çünkü, ben aşık oldum.”dedim ve sustum. O sırada birkaç evden alkış sesleri, ıslıklar, bravolar ve arada birkaç cırtlak yuhlamalar duydum. Kalın sesli bir adam uykulu ses tonuyla söyleniyordu: “ İyi bok yedin hıyar herif!..” Ve daha neler neler duydum, yaşlı ve yorgun kentimin güzel insanlarından…“Ay ne kadar romantik” diyerek ellerini çenelerine dayayıp yıldızları seyre dalan liseli kızları duydum. “Konuş be abi, helal be abi” diye tempo tutan mahallemizin bitirim delikanlılarını, sevimli serserilerini duydum. “Anne bu abi ne diyoo?” diyen uykuları bölünmüş şirin çocukla rı duydum. “Korkma yavrum abi biraz üşütmüş?..” diyerek çocuklarını sakinleştiren ve doğru cevaplar bulmakta zorlanan anneleri duydum. “Ah be gençlik işte!..” diye iç geçiren yaşlı adam ve kadınları duydum. Kısacası o gece yaşadığım kentin beni duyduğunu, beni büyük birolgunlukla karşıladığını ve dağdağasız gülümsediğini duydum. Ertesi sabah erkenden uyandım. Daha önce hiç bu kadar erken uyanmadığımı farkettim. Rüyamda aşık olduğum kızın gülümseyen yüzünü görmüştüm. Bütün geceyi onu izleyerek geçirmiş gibiydim. Hemen koştum aynaya baktım iyimser bir gülümseme yüz hatlarıma iyiden iyiye hakim olmuştu. Yüzüm ilk defa bu kadar çok hoşuma gidiyordu. Uzunca bir süreaynada kendimi izledim. Bu süre içerisinde tuhaf bir şey fark ettim: Yüzüme hakim olan gülümseme, aşık olduğum kızın yüzünde gördüğüm gülümsemeye ne kadar da benziyordu. Bu durumu biraz garipsemiştim fakat oldukça da hoşuma gitmişti. Yeni bir şeye sahip olduğunuz da duyabileceğiniz hoşluğa benzeyen bir duyguydu hissettiğim. İnsan acayip bir varlık. Herhangi bir şeye sahip olmaya görelim, sahip olduklarımızı kaybetmekten ödümüz kopuyor ve bu kaybetmeme telaşesiyle tüketiyoruz ömrümüzü. Belki sırf bu telaşe yüzünden yeterince bilemiyoruz sahip olduklarımızın kıymetini. İnanılacak gibi değil ama o sabah yüzüme hakim olan ve aşık olduğum kızın yüzündekine benzeyen hoş gülümsemeyi kaybetmekten korkarak elimi yüzümü yıkamadan çıktım evden. O gün akşama kadar yaşadığım kentin cadde ve sokak larında, kalabalıklar arasında gezinip durdum. Gördüğüm her gözde, işittiğim her seste onu aradım. Aşık olduğum kız buralarda bir yerlerde olabilirdi. Olmalıydı.. Hani hep yanınızda taşıdığınız değerli bir şey vardır, bir anlığına göz önünde bir yere bırakır ve başka bir işinizi halledersiniz. Neden sonra gördüğünüz işin hayhuyundan kurtulup, o hep yanınızda taşıdığınız şeyi hatırlar ve aramaya koyulursunuz fakat bir türlü o değerli şeyi nereye koyduğunuzu hatırlayamaz ve bir türlü bulamazsınız. Bu yüzden çıldıracakmış gibi hissedersiniz. Ah! Şimdi buradaydı, tam gözümün önünde, elimin altında ama nereye kayboldu bu değerli şey diye söylenip durursunuz. O gün yaşadığım kentte gezmediğim cadde, sokak, göz atmadığım park, girmediğim kafeterya, bakınmadığım mağaza, dükkan kalmadı. Hatta bir ara kentin bütün fotoğrafçı dükkanlarını gezinip, camekanlara asılı duran fotoğrafları inceleyip durdum. Aşık olduğum kızın fotoğrafını aradım fakat bulamadım. Koca kentte kim olduğunu, ne iş yaptığını, nerede oturduğunu, nerede gezdiğini, neler yaptığını ve hatta ismini bile bilmediğiniz bir insanı aramak, bir çok kişi açısından beyhude bir uğraş olarak görülebilir ama aranan şey aşk ise eğer, buna değmez mi?.. Bu soruyu kendime defalarca sordum. Bir cevap bulmakta oldukça zorlandım ve sonunda aşk işte böyle bir şey diye kestirip atarak aramaya devam ettim. O gün akşama değin yaşadığım kentte nereyi gezdiysem, kime baktıysam, neyi tuttuysam bırakın onu, ona dair en ufak bir emareye dahi rastlayamadım. Eve döndüğümde, usulca anahtarı çevirip kapıyı ileri doğru ittiğimde tuhaftır ki hala daha onunla karşılaşabilme umudumu içimde bir yerlerde saklı tutuyordum. Sanki kapıyı itip içeri girdiğimde tam da karşımda duruyor olacaktı; dingin , dağdağasız gülümserliğiyle, kapının ardında durmuş beni bekliyor olacaktı. Ama yoktu… Ev boştu, uzun zamandır havalandırılmamış, rutubet kokan odalarda yine uzun zamandır tozu alınmamış bir yığın eşyadan başka hiçbir şey yoktu. Sessizce içeri girip, üzerimi çıkarmadan ve hiçbir şeye dokunmadan koltuklardan birine iliştim. Kim bilir kaç saat oturduğum koltuktan mat bakışlarla ruhsuz duvarları izledim; hiçbir şey düşünmemeye çalıştım, gel gör ki bunu bir türlü başaramadım. Zihnimden ne kadar kovmaya çalışsam da ağır bir yenilgi aldığımı hissediyor ve bunun nedenini bulmaya çalışıyordum. Oysa sıradan aşklarda yaşananların hiçbiri başıma gelmemişti. Nasıl olur sıradan aşklarda bilirsiniz: seven adam aşkını ilan eder ama ne yazık ki karşılık bulamaz ve bu yüzden adam , yenilmiş , aşağılanmış, gururuyla oynanmış ve güçsüz hisseder; sonrasında ise bu zavallı adam, iyi bir tahminle kendisine ve etrafına bir zarar verme gafletinde bulunmaz da ilk şoku atlatabilirse, komik bir intikam duygusuyla derhal yeni bir aşk arayışına koyulur ve zamanla her şey unutulur. Belki yeni bir aşka tutularak veya başka bir şekilde, olmazsa olmaz gözüyle bakıp kimbilir kaç geceleri uğruna uykusuz geçirip heba ettiği aşkı, hatıraları arasında ufak bir derkenar olarak yerini alır. Evet benim de başıma böyle şeyler gelse her şey daha anlaşılır ve hazmedilebilir olacaktı ama ne yazık ki benim aşkım bir sürü anlaşılmazlık ve çö- zümsüzlük barındırıyordu içeriğinde. Bu yüzden olabileceğinden çok daha fazla acılar çekebileceğimi hissediyor, açıkçası böyle bir sayrılık hali yaşamaktan da oldukça ürküyordum. Hasılı bir sonuçsuzluk buhranı beliriyordu ufukta, zannedersem en kötüsü de buydu. Yani sevgiliye hiçbir zaman ulaşamamak veya ulaşamayacak olmak, hatta var olup olmadığını dahi bilmemek; hayal mi, gerçek mi, yaşıyor mu yoksa öldü mü?.. Hiçbir şey bilmemek ama bir gün karşına çıkabilir umuduyla sakin, sünepe bekleyip durmak ya da bu sevdaya bir son bulma idealiyle gerekirse ömrünün sonuna kadar sürecek bir arayışa koyulup diyar diyar dolaşıp durmak… Evet en kötüsü buydu: sonuçsuz bir aşka tutulmuştum, bu yüzden hissedeceğim güzel duygular bitmeyecek ve çekeceğim acılar hiçbir zaman dinmeyecekti. Tüm bunları düşününce;” madem ki hiç ummadığım bir şey başıma geldi ve ben aşık oldum, keşke sıradan ve oldum olası bir aşka düşmüş olaydım” diye söylendim kendime. Aşık olduğum kişiyi gider bulur, çekip onu bir köşeye gözlerimi gözlerine direyip neler hissettiğimi uzun uzun anlatırdım. O kişi de elbet bir şeyler söyler, bana bir karşılık verir, kabul eder ya da redederdi beni. Böylelikle aşkımı bir şekilde sonuçlandırabilir, sonuç iyi de kötü de olsa rahata kavuşur, huzura erebilirdim. Fakat şimdi durum farklıydı, eğer yüzü gözlerimin önüne gelen ve bir da- ha da oradan gitmek bilmeyen kişiyi bulamazsam hiçbir zaman rahat edemeyecek ve huzurlu olamayacaktım. Böylesine çözümsüzlük arzeden efkarımdan kurtulup, yığılı kaldığım koltuktan bir çırpıda kalktım. Pencereye doğru yaklaşırken güneşin doğduğunu, tertemiz aydınlığın kentimin cadde ve sokaklarını sarıp sarmaladığını fark ettim. Nihayet olmuştu, benim de gecem gündüzüme karışmış, zaman mefhumum bir heyulanın gölgesinde kendinden geçmişti. Ağzımın tadı bozulmuş, sakallarım uzamış, gözlerim uykusuzluktan kan çanağına dönmüştü. Derhal bir karar vermem gerektiğini düşünüyordum; ya bulana kadar aşık olduğum kişiyi aramalıydım ya da bir kenara çekilip sakin sessiz bir halde, nasıl ki gözlerimin önünde ansızın belirip ve bir daha da oradan gitmek bilmediyse, yine böyle bir şekilde gelip beni bulmasını beklemeliydim. Aman Allahım çıldırıyor olmalıyım deyip kafamı bir kere duvara vurdum; çünkü haddinden fazla saçmaladığımı ve bütün gerçeklik derinliğimi kaybetmeye başladığımı hissetmiştim. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şeye dokunmadım, başımı ellerimin arasına alıp hızla yatağıma koştum. Uzanıverip yatağıma hiçbir şey düşünmeksizin derin bir uykuya daldım. Uykuya geçene kadar duvara vurduğum için başımda duyduğum ağrı, beni uyutan bir teselliden ibaretti sadece. Sanki hiç uyumamışçasına yorgun bir halde tekrar gözlerimi açtığımda uykuya daldı- ğımdan beri bir hayli zamanın akıp gittiğni anladım. Beklediğim olmamıştı, bir tek rüya bile görmemiştim. Aşık olduğum kişinin güzel yüzü rüyada dahi olsa karşıma gelip gönlümü bir hoş etmemişti, fena da olsa bir tek söz bile etmemişti. Oysa şöyle bir görünebilirdi, belki kim olduğunu bile söyleyebilirdi ve bana bir umut verebilirdi ya da boş hayallere kapılmamı önleyebilirdi. “Beni kim kaybetti ki sen bulasın.” diyebilirdi örneğin. Ama olmadı. Ne geldi ne de bir şey söyledi. Öylesine yoktu ki içimi acıtan yumruğun hasrete mi umutsuzluğa mı ait oldu- ğunu bir türlü ayrımsayamıyordum. Bezgin bir köstebek misali fırlatıp attım üzerimdeki örtüyü. Az sonra aynanın karşısında uykudan şişmiş gözlerimden taşan bakışlarda imkansız bir aşkın buhranlı ve buruk anlamını izleyecek, boğazıma takılan gıcığın sesime kattığı iğrençliğe aldırış etmeden şunları söyleyecektim: “ Yoksun, ey gözleri ahu, ara sokaklarda kaybolan sözlerim gibi… Söz ki kayboluşu en yok edicisidir kayboluşların, öyle derindir ki anlamı, insan kalabalıkları arasında görüleninden de acı ve derin… Ama bildiğim bir yer var, bana benden daha yakın; umut orada, korku orada, düş orada, gerçek orada, söz orada ve belki sen…” Yeniden kentimin geniş caddelerinde ne tarafa gittiğini bilmez bir halde, gah duraksayarak gah hızlanarak ilerliyordum. Gün geçti, ay geçti, yıl geçti fakat bir türlü bitip tükenmedi kentimin geniş caddelerinde ki hırpani savruluşlarım, bitmedi aramalarım, bakınmalarım… Aşık olduğum güzel yüzlüyü bu kentte bulabilme umudumu hepten yitirdiğim gecelerden birinde kenti yüksekten gören bir tepeye çıkıp uzun uzun düşündüm: Aşk diye bir şey var mıydı gerçekten? Mümkün müydü, olabilir miydi böyle bir şey? Beynimi kemiren sorular giderek çoğalıyor ve her yeni soruda sesimi biraz daha yükselterek yaşadığım kentten bir cevap vermesini bekliyordum. “ Ey şehir durma artık bir cevap ver bana ve varsa benim gibi pençende kıvranan garip aşıklara. Cevap ver ki gayrı kalmadı takatımız, taşmak üzeredir sabrımız.” Diye haykırıp kentimin dile gelmesini beklemeye koyuldum. Uzunca bir süre sustu şehir, bütün ışıklarını kapattı, dipsiz bir sükut kapladı gökyüzünü, derinden gelen homurtularla iç geçirip durdu sabaha kadar. Ta ki şafak sökerken, tulu anının o muhteşem bakirliğinde silkindi ve dile geldi şehir. Makine gıcırtısı, motor gürültüsü ve klaksondan sesi yankılanır oldu semada. Öyle sine içten ve öylesine ızdırap doluydu ki anlattıkları, çaresiz başımı öne eğip, kıpırdamadan ve tek bir söz etmeden dinledim anlattıklarını… “ Gözleri bir hayalin perdesiyle örtülmüş, gönlü kehkeşanların seyyalliğine denk, bilin- mez bir zamandan arta kalan masalın yufka yürekli, güler yüzlü kahramanı, genç aşık. Senin aradığın gizemli hazineyi ben hanidir kaybettim. Bu yüzden böylesine kalabalığım , kirliyim, tekdüze ve de kederli… Yüzüm gülmez bu yüzden ve güvenilir değilim bir o kadar… Ben bir şehir nasıl olmalıysa öyleyim; aslına bakarsan acınacak, üzülecek ve asi olunacak bir yanı yoktur halimin. Medeniyet dediğimiz muammadır beni böylesi katı ve hissiz kılan. Kaldı ki bu halimden pekte şikayetçi sayılmaz sakinlerim. Damarlarımda akan kan gibidir onlar ve nereden bakarsan bak benim rengimi almışlardır. Sunulmuş bir kent zamanının albenili yaşamsallıklarıyla avutabilmek onları, en iyi becerdiğim iştir benim. Aşkın filimleri vardır bende, şarkıları vardır, sözleri vardır, kurguları , oyunları vardır. Yalın bir anlatımla ve cazip bir fiyatla sakinlerime sunduğum bir boş zaman eğlencesinden başka bir şey değildir aşk. Her yönüyle doyumsuz bir tatmin talebine karşılık sunulabilecek alternatiflerden sadece birisi olan aşk, bu yönüyle bir çırpıda okunup tüketilecek heyecan verici bir hikayedir o kadar. Bundan gayrısını benden umut etmek ise ahmaklık olur, garip dostum genç aşık. Elbetteki sen farklı-sın aradığın şey başka. Senin düştüğün aşk, kurak bir çöl duygusu ve aradığın sevgili bu çölde görülebilecek bir serap. Her buldum deyişinde kaybedişin bu yüzdendir canım genç aşık. Sorduğun soruya gelince; aradığın aşkı bende bulamazsın, çünkü yoktur bende böylesi bir aşk gü- zelim genç aşık. Buna rağmen senin gibi abdalların, meczupların sokaklarımda, caddelerimde avare dolaşmalarını yadırgamıyor bir bakıma bundan mutluluk duyuyorum. Evinin balkonuna çıkıp aşkından ortalığı inlettiğin o geceyi hatırlarsan ne kadar da tebessümle karşılamıştım seni. Ah! Keşke aradığın şey bende bulunabilir bir şey olsaydı, mutlu olmanı ne kadar isterdim bilemezsin. İnsanların mutluluğunu istemek benim doğamda var, bunun için kuruldum ben. Ama gel gör ki yapay ve geçici mutluluklardan ötesini sunamadım insanlara garibim genç aşık. Senin gibi aşıkların çoğalması kalıcı mutluluklar adına doğabilecek bir umut olabilir. Bu yüzden senin aşkın heyecanlandırıyor beni dostum genç aşık. Evet aradığın şey bende yok ama buna rağmen bende kalıp başka bir yere gitmeksizin aşk arayışını sürdürmeni istiyorum senden. Ne olur beni kırma gözümün nuru genç aşık. Eğer aşkını koruyarak bende kalabilir- sen, sakinlerimin inancını yitirmiş olduğu aşk belki yeniden dirilecek ve insanlığın ufkunda yeni bir çığır açılacak bir tanem genç aşık. Eğer tüm yalvarmalarıma rağmen bende kalmaya- caksan, o zaman benden çok uzaklara gitmeni ve arayışını orada sürdürmeni salık veririm sana. Tabii bu gözüpek ve küçük dünyada benden uzakta bir yer kaldıysa eğer azizim genç aşık. Gözlerinden öpüyorum ve bir daha konuşmamak üzere susuyorum, geleceğimi ve ka- derimi kalbinde filizlenen o saf duyguya emanet ediyorum. Müsterih ol sevgilim genç aşık.” Kentimin derinden gelen ve ağulayan sözleri tükendiğinde, yeniden büyük bir boşlukta ve tarifsiz kederden bilevli bir sessizlik içerisinde buldum kendimi. Çaresiz doğruldum yerimden, bundan sonra neler yapmam gerektiğini düşünerek evime doğru yürüdüm. Kararsızlık halim daha da azgınlaşmış, kudurgan bir köpek misali, her defasından daha haşin bir biçimde gelip paçama yapışmıştı. Üstelik başvurabileceğim, güvenilir bulduğum tek kapı da yüzüme kapanmıştı. Benim derdime derman olur diye muhtaç olduğum bu gizemli ve de kudretli şehir, benden daha aciz, benden daha dertli olduğunu anlatmış, yaralı bir yosma misali benden sana fayda yok diyerek işin içinden bir çırpıda çıkmıştı. Kentimin tüm bu dertlerime derman- sızlığı yetmiyormuş gibi, kurtuluş için ben ve benim gibilere umudunu bağlamış olması üzerimdeki gam yükünü bir kat daha artırıyordu. Eve döndükten sonra beynimi kemiren düşünceleri bir kenara bırakıp, zaman zaman yaptığım gibi her şeye boş vermeyi yeğledim. Uzun bir aradan sonra rahat bir uyku uyudum. Ertesi sabah, olur olmaz şeylere gülüp geçen garip bir insan olarak kalktım yatağımdan. Öyle bir gariplikti ki bu, her şey o güne kadar olduğu gibi değil de çok daha başka bir biçimde görünür oldu gözlerime. Bu garipliği penceremden dışarısını izlerken çok daha iyi fark edebilmiştim. Bir hal vardı insanlarda. Herkes aynı yöne doğru yürüyordu. Herkes aynı elbiseyi giyinmişti üzerine. Kadınlar, kırmızı ceket ve etek, kırmızı tül çorap ve kırmızı yazlık pabuçlar giymişler, uzun topuklu hepsi. Erkekler beyaz takım elbise incecik ve beyaz ayakkabılar. Kadınlar kırmızı, erkekler beyaz bütün giyitler aynı renk ve kimsenin içinde bir şey yok. Bütün cinsel organlar dışarıya taşıyor. Kadın cinsel organları, irili ufaklı memeler, kalın ince dudaklar, bütün saçlar röfleli, kaşlar alınık, maskaralı kirpikler, yeni traş edilmiş bacaklar… Erkek cinsel organları, uzun, kısa, kalın, ince. Saçlar jöleli, gereksiz kıllardan arındırılmış, perdah atılmış suratlar. Hoş kokular sürünülmüş, herkes aynı kokudan kokuyor. Bütün kadın tırnakları uzun ve kırmızı ojeli, bütün erkekler bıyıksız ve yüzüksüz… Bir ürperti kapladı içimi, tir tir titremeye başladım. Üşüyordum. Oysa bir insan neden üşür böyle apansız bilmiyordum. Neden dolar gözleri bir insanın sebepsiz yere, hele de yüzüne hoş bir gülümseme gelip sinmişken, tüm bunların hiçbirini bilmiyordum.Ve bir insan neden bu kadar yalnız kalır bilmiyordum. Sigaramı yakıp çıktım evimden, her şeyi ardımda bırakarak evimin kapısını ardımdan çekip kilitleme ihtiyacı duymaksızın.. Hırsla yürüyordum etrafıma bakmadan. Ta ki o güne kadar yaşamış olduğum bu çaresiz ve kederli kenti ardımda bırakana kadar durmadan, soluk bile almadan yürüdüm ve çıktım şehirden. Kentimin gözü yaşlı, arkamdan umutsuz el salladığını ve bana bir şans dilediğini duyuyordum. Gitmenin zamanı gelmişti galiba. Kalıp bir başına zaten kaybedilmiş bir savaşın gazisi gibi acı hatıraları yad ederek yaşamak bana göre değildi. Anlamıştım ki büyük aşklar büyük yenilgiler doğurur, büyük yenilgiler ise büyük kahramanlar… Şimdi ardımda bıraktığım şehir kahramanlık nişanımı göğsümde taşıyarak arasına karışmamı istemişti benden.Oysa bu bir çeşit sirk hayvanı olmaktan başka bir şey değildi. Aşk yenilmişti. Ben bu yenik aşkın yüce kahramanıydım. Her büyük aşk kahramanı gibi beni de ben yapan kudret zaferi elde edebilme değil sefere çıkabilme yeteneğimdi. Ben bu şehirden giderken kahraman kalmayı yeğliyor, anılarını satan bir tüccar olmak yerine sefer etmeyi tercih ediyordum. Eğer bir çöl duygusu idiyse aşk, benim yerim sıcak ve kurak çöllerde kimsesiz bir mezar olabilirdi ancak. Hoşçakal ey şehir ve hoşçakalın bu kendini kaybetmiş şehrin sefil insanları…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Taner Özen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |