|
Anasayfa |
Son
Eklenenler |
Forumlar |
Üyelik |
Yazar
Katılımı |
Yazar Kütüphaneleri |
|
|
2 Ocak 2004
En İyi
bölüm 1
Yavuz Selim
En iyi olmak sadece bir avuntu... |
|
Şehrin ışıltılı ve gürültülü ortamı bir sis bulutu gibi dağılıp gideli çok olmuştu. Gecenin karanlığı ara sokaklarda devriye geziyor ve aydınlık en büyük düşmanıymış gibi onu ezmekten büyük zevk almıştı. Bu güce sokak lambaları cılız ışığıyla meydan okumasına karşın, sadece kendi çizdikleri küçük bölgeyi aydınlatmaktan öteye geçmiyordu. Buz gibi hava ,onu ,eski Yunan heykellerine benzetmeye çalışan Sanatçılar gibi uğraşıp didiniyor. Ellerini, ayaklarını kendi uzuvları olmaktan çıkartıp, burnunu ve kulaklarını ise ondan saklıyordu. İçine giydiği yünlü iç çamaşırı, annesinin ördüğü kalın, boğazlı kazak, içinde hiç üşemeyeceğini düşündüğü siyah montu ve giymekten hiç vazgeçmediği ‘Mavi’ markalı bir kot pantolon, ona bu soğuk havada zaman kazandırmaktan başka bir işe yaramıyorlardı. Siyah beresi onun her bir saatte taradığı siyah gür saçlarını koruyor, yeşil-siyah atkısı ise keskin hatlara sahip çenesini ve uzun boynunu sahipleniyordu.
Ne kadar çok hareket edersem,
O kadar az üşürüm. Hadii biraz daha hızlı….
Dar sokaklardaki yürüyüşü daha da hızlandı. Çöp tenekesini karıştıran bir kedi onun varlığını hisseder hissetmez bir köşeye pusarak parlak gözleriyle onu takip etmeye başladı. Bu bakış rahatsız ediciydi. Durarak kedinin gözünün içine baktı. Bu düello birisinin sahneyi terk etmesi ile son bulacağı kesindi. Kedinin en küçük bir harekette kaçmaya hazır duruşu içini biraz rahatlattı.
Ne diye bana bakıyorsun. Sana zarar vereceğimi mi sanıyorsun?
Evet böyle düşünüyorsun.
Belki de ben de aynısını düşünüyorum
Tekrar yürümeye başladı. Kedi ise bu düellonun galibi olmasına karşın tam ters yöne kaçmaya yeğledi.
Sokak da ki düzgün sıralanmış ağaçlar, kalın gövdeli, ani bir hastalıktan dolayı kel kalmış insanlar gibi yapraksız ve çıplakdı. Sanki özenle ölçülüp dikilmiş ve yerlerinde zorunlu askerlik yapıyorlardı. Ağaçları sevmesine karşın bu mevsimde ve bu saatte gözüne pek sevimli gözükmedi. Sokak lambasının loş ışığı onlara değişik şekillerde hayat veriyordu. Şimdi ise yolun her iki tarafına dikilmiş ve onu dikkatli bakışlarla onu süzen devlere benziyorlardı. Evler ise daha çok 80’lerin mimarisi hakim olan bahçeli, dörder katlı binalardı. Sanki bir şeylerden saklanıyormuş gibi ağaçların arkasına gizlenmiş birer hüzün tapınaklarıydı.
Az sayıdaki ışık süzmesinin yayıldığı pençerelerin arkasına sığınan, dünyaya bakış açıları, mutlulukları, dertleri, hayalleri ve anıları zengin bir kaynak gibi zihinlerin derin köşelerinde saklayan insanları aklına getirdi. Belki de bu duyguların bazılarını paylaştılar ve farkında değillerdi. Şimdi şu an aynı sokakta bulunmaları gibi…
Gözünde kendi anıları canlandı. Çocukluğunun geçtiği o eski mahalle, arkadaşlarıyla her gün oyun oynadığı o bildik sokaklar yüzünde küçük bir gülümsemeye yol açtı. Acaba bilyesini aldım diye bana üç gün küsen Bekir, sokakta futbol maçı yapmak için takım kurulurken hep beni seçen Mehmet’e ne oldu? Hiç bitmeyecekmiş gibi düşünülen arkadaşlıklara ne olmuştu? Şimdi ne yapıyorlardı ?
Bu düşünceler sadece yalnızlığını artırdı. Burası onun ne o eski mahallesi, ne de o eski bildik sokaklardı. Burası sadece onun ruhunu karartan, h,ç hoşlanmadığı, iç Anadolu’nun çorak ve sert yapısıyla harmanlanmış, demir ve betondan yapılmış dev bir ormandı. Büyük caddeleri çevrelemiş, gök kubbeye değmeye çalışan o yüksek binalar birer hükümranlık, birer otoriter gibi dursa bile bu modern çağda. O gökyüzünde martıları, dağlardaki yeşil örtüyü, deniz kokusunu özlemişti. İnsanların birbirini tanıdığı, güvendiği, her şeyin küçük ve doğal olan yerleri özlemişti.
Bur da ise bir kargaşa düzeni hakimdi. Hiç durmayan , bir yerlere yetişmeye çalışan, tek düze olmuş insanlarla kaplı bir karınca yuvasıydı. Küçük bir beldeden gelmiş bir genç için bu çok fazlaydı. Üniversite hayallerini gerçekleştirmiş ve her şeyin süslü bir rüyadan ibaret olan ülkenin sayılı okullarından birini kazandı. Büyükşehir’in o havalı ortamından okuyacaktı. Babası onunla nasıl övünüyordu. Oysa ki bu şehre ilk ayak bastığında her şeyin farklı olacağını, pembe gözlükleri çıkartma vakti geldiğini anlıyordu. Bur da her şey aslanın ağzındaydı. Şehrin bu kalabalık yalnızlığında tüm gücüyle derslerine sarıldı. Ama hayat şartları onu çok zorluyordu. Yetenekleri ve keskin zekası onu bu zor günlerde yalnız bırakmadı. O zamanlar parlak bir kazanç gibi gözüken bu işe bir balık edasıyla atladı. Hatta bu iş ona okulun son senesinde maddi bir refaha kavuşturdu. Okulu bittirdikten sonra memlekette iyi bir iş kurma planını çok önceleri yaptıydı. Fakat yaptığı bu son iş onun yakasını bırakmadı. Ama bugün tüm bağlantılarını koparacak, bir daha bu işin ismini bile ağzına almayacaktı. Bu yaptığı son çalışma ve son buluşma olacaktı.
Sokakta ilerlerken birden arkasında uzun bir gölge belirdi. Bu yakınındaki gölge onu korkuttu. Arkasına baktı. Kalbi sanki yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Kimsecikler yoktu. Sessizlik ve yalnızlık her yere sözünü geçirmişti. Korkusu geçmemişti. Kimsecikleri görmemesi onun yok olduğu anlamına gelmezdi. Ama dibine gelene kadar hiç mi bir şey duymadı ve bu kadar hızla nasıl ortadan kaybolabilirdi. Belki de insan değildi. Hep anlatmazlarmıydı. Sonra hafif bir gülümseme belirdi yere bakarken.
Kendi kendine – Paranoyaklaştın ve saçmalıyorsun – dedi.
O gizemli gölge kendisine ayitti. Sıradaki sokak lambasının ışığı gölgesinin yerini değiştirmişti. Buluşma noktasına ulaşmıştı sonunda.telefon kulübesinin yanı diye tarif edildiydi eğer kolay kolay yanılmayan hafızası ona oyuna getirmediyse.
Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Soğuk iliklerine kadar işlemiş, ayak parmaklarını hissetmiyordu. Montunun fermuarını açtı ve iç cebinden küçük bir paket çıkartı.
-Bu benim en iyi çalışmam oldu. Nasıl böyle girdiysem işe işte bununla çıkacağım.- diyerek kendinle biraz övünür gibi bir konuşma yaptı.
Birden kulübedeki telefon çaldı. Bu beklenmedik ses onun gerilmesine neden oldu.neler oluyordu? Böyle bir plan yapılmadı. Kimse onu aramaması gerekiyordu. Belki de ona değildi. Ama bu saate kim bir telefon kulübesini arardı. Hem de buluşma noktasında. Kesinlikle kendisineydi. Paketi acele bir şekilde iç cebine kattı. Açmakta tereddüt etti. Eli titriyordu. Kalbini yine duymaya başladı. Nefesini tutarak alizeyi kaldırdı.
- alo
- Getirdin mi?- Kalın ve otoriter bir ses di. Bu sesi tanıyordu.
- Evet – diye karşılık verdi.
Karşı taraf telefonu kapattı. Bu olanlara bir anlam veremiyordu. Önceki buluşmalara gibi değildi.
Aniden ıslık çalar gibi bir ses tüm sessizliği yırtarcasına çınladı. Artık farklılığın nedenini anlamıştı. Son anda düşmemek için elleriyle tutunduğu telefon kulübesi ondan uzaklaşıyordu. Elleri onu tutamıyor, güçsüzleşiyordu. Sırt üstü yere yığıldı. Göğsünden vücuduna doğru yayılan sıcaklık ona hem acı hem de uyuşukluk katıyordu. Gözlerini gökyüzüne dikti. Yıldızlar parlak ve hepside martıya benziyordu. Burnuna deniz kokusu gelmişti. Uzaktan bir ses on top oynamaya çağırıyordu. Bu Mehmet’in sesiydi. Babası ise – hadi gelmeyecekmisin artık. Annen seni çok özledi.- diyen sessini işitti.onu özlediğinde hep annesini bahane ederdi.
Artık acı hissetmiyordu. Gökyüzüne bakan gözleri donuklaşmıştı.son bir şey söyledi.
- Affet baba, affet -
Söyleyeceklerim var!
Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?
Yazıları
yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz
ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız,
yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.
Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.
|
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
|
Öğrenilmeden anlatılmaz, anlatılmadan öğrenilmez.
Etkilendiği Yazarlar:
Goethe, Schiller, Thomas MANN, Balzac......
|
|
|