Yüz kişinin içinde aşık, gökte yıldızlar arasında parıldayan ay gibi belli olur. -Mevlana |
|
||||||||||
|
Gökyüzü giderek daha da fazla kararmaya başladı ve önce beyaz ay sonra da başsız çocuklar bu karanlığın içine gömülüp kayboldu. Toprak biraz daha sertleşti ve soğuktan donan ellerim ısıyı hissetmeye başladı. Bütün bu artılara rağmen hala nefes almakta zorlanıyordum ama ulaşabileceğim son yere kadar gitmeliydim. İçimde anlaşılması zor bir istek vardı. Amacımı ya da ne yapmak istediğimi de bilmiyordum. Etrafıma bakındım. Beni takip eden herhangi bir şeyin varlığından şüpheliydim. Ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Yere doğru çöküp toprağı yokladım. Artık tamamen sertleşmişti. Daha doğrusu topraktan çok yeni dökülmüş bir asfalt gibiydi, tam olarak olmasa da, sıcak ve sert... Bir boşlukta gibiydim. 2-3 adım kadar ötesini görebiliyordum ve hiç bir ses yansıması yoktu, ya da görüntü. "İçinde bulunduğum durum" dedim kendi kendime, "yenik bir savaşçının rüyası olmalı." Ayakta öylece durarak gideceğim yönü kestirmeye çalışıyordum. Canım bir sigara istedi. Derin bir nefes herşeyi söküp götürebilir gibi geliyordu. Söyleyebileceğim tek şey buydu. Herşeyin normale dönmesini de isteyebilirdim elbette ama normal olanın ne olduğunu anımsayamıyordum. Yaktığım sigara elimden kayarak yere düştü. Düşerken saçtığı kıvılcım çakmağımdan bile daha fazla aydınlatmıştı etrafı. Kesik başlı insanlar belirdi etrafımda, başsız çocuklarla birlikte. Bir an çocukları kızdırdığımı ve onların da ana-babalarını çağırdıklarını düşündüm. Ama nedense bu düşüncemden hemen vazgeçtim. Aklıma pek yatkın gelmiyordu. Zaten insan dediğim şeylerin de aslında insan olduklarından emin değildim. Her biri bana benziyordu. Onları görebiliyordum. Her ne kadar zifiri karanlığın içerisinde olsam da onlara baktığımda üzerlerindeki her detayı son ayrıntısına kadar seçebiliyordum. Işık yanılsaması gibi bir şeydi bu. Üzerlerindeki kan, güneş gibi parlıyor ve etrafa kırmızı bir ışık saçıyordu. Karanlığın içinden yüzüme doğru vuran yüzlerce koyu kırmızı ışık süzmesi hissettim. Kafalarının olması gereken yerden, kesik başlarının kesildiği yerden bir alamet gibi yükseliyordu, önlerine doğru süzülen koyu kırmızılık... Bir tanesi yavaş adımlarla -ki daha çok bir sürünmeye benziyordu- öne doğru çıktı. İçimdeki koşma dürtüsünü zar zor bastırıyordum. Gene nedenini bilmiyordum. Koşup gitmektense orada durup onu dinlemeyi tercih ettim. Nasıl konuşacağı konusunda bir fikrim yoktu. Bana doğru yaklaştıkça kalp atışlarımın hızlanmaya başladığını farkettim. Bu basit bir kandırmacadan ibaret bir hissediş değildi. Zonklama kulaklarıma kadar vuruyordu. "Ne yapmamı istiyorsunuz?" diyebildim nefes almamı zorlaştıran sancının arasından hıçkırıklarla seslenmeye çalışarak. "Doğru yön neresi?" Soğukluk arkamdan yaklaşıp belime dolanarak ikiye bölündü ve bir kısmı sırtımdan dolanarak kendini beyinciğimde hissettirip yukarı doğru çıkarken, diğer kısmı da yumurtalıklarımı zorlayarak ayak parmaklarıma kadar inip onları sarmaladı. Kendimi yanlış bir kelimenin arkasına saklanmış bir yalınlık gibi hisettim. Toprak tekrar çamurlaşmaya başlamıştı ve aşağıdan yukarıya doğru bir kan kokusu hakimiyeti baş gösteriyordu. Elini kaldırıp kırık parmaklarıyla bir yöne doğru işaret etti. Ne yönden geldiğimi bilmediğim için doğru tarafın o taraf olduğuna emin değildim. Ama elimde kendime inandırabileceğim somut bir gerçeklik de bulundurmuyordum. Bu yüzden artık gözlerimi neredeyse dışarıya doğru fırlatacak olan kalp atışlarıma ve dayanılmaz koşma dürtüsüne rağmen son bir soru sorma eylemine cürret ettim. "Neden?" Ardından bir cevap beklemeden gösterdiği yöne doğru koşmaya başladım. Verilecek cevabın tatminkar olmamasından öte cevabın nasıl verileceğinden korktuğum içindi sanırım bekleyemeyişim. Arkama bakmadan koşmaya devam ettim. Ne zamandır koştuğumu ya da ne kadar mesafe kattettiğimi bilmiyordum. Geçtiğim yollar sanki arkamdan beni kovalıyor ve önüme geçerek tekrar tekrar aynı şeyi yaptırıyor, onları geçmem için yavaşlıyordu. Önümü doğru dürüst görememe rağmen bana yaptırmaya çalıştıkları herşeye nedensiz bir itaatle uyuyor ve soru sormayıp düşünmeden koşuyordum. Zaten ne yöne gideceğim ya da varacağım yerin neresi olacağı konusunda günlerce düşünsem bile bir sonuca varamayacağımı biliyordum. Aslında bilmek bile gerçek anlamda bir bilmekten ibaret değildi. Şu ana kadar yaptığım ya da anlatmaya çalıştığım her şey, her eylem sanki farklı bir zamandaki farklı anlatımsal uygulamalardı. Bilmek ya da düşünmek, koşmak ya da nefes alamamakla hemen hemen aynı şeylerdi. Başıma gelebileceklerden umarsızca koşmaya devam ederken önümdeki yolda bir beyazlığın belirdiğini farkettim. Aslında farkedişim ayaklarımı görebilmemle birlikte belirmişti. Durdum... Bir süre ayaklarıma doğru baktım. Uzun zamandır ayaklarımı görmemiş gibiydim. Onlara doğru eğildim. Yorgun olmalıydılar. Ellerimle okşarken gerçekten çok ağrıdıklarını hissedebiliyordum. Normalin dışında olan tek şey bunu ellerimle ya da ayaklarımla hissedemeyişimdi. Dokunuyor ve dokunulduğunu veya dokunduğumu hissetmeye çalışıyordum ama bu bir temastan daha farklı olarak, düşünmek gibiydi. Anlatması gerçekten zor. Sanki ayaklarımın beynini okuyordum, dokunsam da hissetmeden... Başımı gökyüzüne doğru kaldırdığımda üzerimdeki beyazlığın nedeni şekilsiz bir yuvarlak olarak bana doğru bakıyordu. Bir süre ona doğru baktım. Belirli bir surat ifadesi yoktu. Öylece durmuş ve bana dönüktü sadece. Ne bir insan ne de bir hayvan ya da herhangi bir şeydi. Sadece basit bir anlatımla aya benzeyen beyaz bir yuvarlaktı. Bakışmamızı kesen şekilsiz çığlıklar oldu. Ne yönden geldiklerini tam olarak anlayamıyordum. Arkamdan, önümden, sağımdan, solumdan... Her tarafımdan bana doğru yaklaşıyorlardı. Bir insandan çok insana yakın bir hayvandan çıkan seslerdi sanki. Acıyı en derinden hissettirmeyi başaran ve insanın derinliklerinde öfkeli duygusallıklar uyandıran... Bütün bunları hissetiğimde ağlamaya başladığımın farkındaydım. Defalarca söylediğim gibi neden olduğunu bilmiyorum. Sanki göğsüme bastırılmış onlarca acı bir anda boğazıma kadar gelip düğümlenmişti. Hissettiğim şeyler aslında ne olduğunu bilmediğim anlamsızlıklardı. "Kesin sesinizi" diye bağırmaya çalıştım. Hıçkırıklarım sözcükleri boğazımda düğümlüyor, gözyaşlarım yanaklarımdan kayarken tenimi yakıyordu. Ayaklarımda hissettiğim bir uyuşuklukla kendimi çığlıklardan dışarı doğru çektim ve bacaklarıma kadar tırmanmış sarmaşıklarla boğuşmaya başladım. Onlar da gözyaşlarım kadar sıcaktı. Pantalonumun dışından tenimi yakıyor ve dikenleri sıcaklığın verdiği acıyla katlanarak daha bir fazla batıyordu. Dikenlerin açtığı yaralara rağmen kanayan ellerimle sarmaşıklardan kurtulmaya çalıştım. Başarmaya yaklaştığım bir anda yorgunluğumu fırsat bilerek beni aşağıya doğru çektiler. Karanlığın içerisinde bir süre aşağıya doğru düştüm. Düşerken hissettiğim rüzgar bacaklarımdaki ve ellerimdeki yaraları serinletiyor, az da olsa acımı azaltıyordu. Ama sert zemine düştüğüm an acılarım bütün vücudumda hissettiğim ağrılarla birleşti ve bir süre yerde yanağımı taş zemine dayamış bir vaziyette kıvrandım. Bu sırada beynimin içerisinden az önce yaşadığım şeyler geçiyor ve eksik kalan parçalar birleşerek bütünlüğü oluşturuyordu. Ayrıntıları anlamaya başladığımı biliyordum ama tasvirlerim bunları kelimelere dökmeye yetmeyecek kadar zayıf kalıyordu. Bir süre sonra doğrulup sırtımı duvara doğru yasladım. Bu beklenmedik bir hareketti benim için. Bunu hareketi yaptıktan sonra farkettim. Duvarın orada olması doğaldı ama benim bunu bilmem biraz garibime gitti. Bir kaç dakika sonra gözlerimi içerideki karanlığa alıştırmaya çalıştım. Buradaki karanlık bir öncekinden daha farklıydı. Bu alışagelmiş, herkesin bildiği cinsten bir karanlıktı ve ben de bir odanın içerisindeydim. Bu duygular bende sevinç gözyaşlarına neden oldu. İşte tekrar ağlamaya başlamıştım. Burası benim evimdi. "Ne kadar sulugözsün" diye söylendim kendime. Bütün duygularım gözyaşlarıma dönüşüyordu. Duyguları yaşamayı pek beceremiyordum anlaşılan. Kaçışım hep ağlamalarıma doğru yoğunlaşıyordu. Yatak odamdaydım. Yatağım tam karşımda, dağınık bir şekilde duruyor, güneşliklerim de pencereden yatağıma doğru uzanıp yastığımın üzerini örtüyordu. Ayağa kalkıp pencereye doğru yaklaştım. Dışarıda ışıklarını söndürmüş koca bir şehir vardı. O andır ki aklıma koşmaya başladığım an geldi. Şehirden yükselen çığlıklardan kaçarken içine gömüldüğüm karanlık... Pencereden geriye doğru korkak adımlarla uzaklaştım. Koşar adım odanın çıkışına doğru ilerleyip duvarı yoklayarak odanın lambasını yakmak için düğmeyi aradım ve saf bir mutlulukla ışığı yaktım. Mavi duvarlarımın gözlerimi alan parlaklığı arasında komidinimin üzerindeki saate doğru bakmaya çalıştım. Ayrıntı gözüme takıldığında farkettim yatağımın kenarından süzülen kanla dolan saatin çaresiz çırpınışlarını. Yelkovan ve akrep üstüste gelmek istercesine umarsızca dönüyor ve camın kenarlarındaki boşluktan dışarıya bir fıskiye gibi kan fışkırtıyordu. Acımı hissettim gözlerimde. Duvarlarım yukarıdan aşağıya doğru siyaha boyandı. Koşarak sokak kapısına doğru gittim ama kapının yerine demir bir zırhla karşılaştım. Aynı şekilde pencerelerim de üzerime örülmüş bir zindan halini almıştı. Ufak yaratıklar bana doğru yaklaşmaya başladı. Ayak seslerini beynimin içinde hissedebiliyordum. Bir tabur asker gibi düzenliydi yürüyüşleri. Sanki bir emir almışlar ve onu yerine getirmeye çalışıyorlarmış gibi hedeflerinden hiç şaşmadan üzerime doğru geldiler. Tram-tram... Geriye doğru dönüp uzamış tırnaklarımla demir zırhı tırmalamaya başladım. Parmaklarımın arasından çıkan gıcırtılı sesler ayak sesleriyle birleşip kulak kıllarımı dim dik ederek beynimin derinliklerine doğru ilerlemeye devam etti. Birilerinin ya da bir şeylerin bu sesleri duyarak bana yardım etmesini umuyordum. Küçük yaratıklar ise ayak parmaklarıma kadar ulaşmışladı. Bir tanesi -en öndeydi ve tahmin edebildiğim kadarıyla liderleriydi- zorlanmadan ayakkabımın üzerine doğru tırmanmaya başlamıştı ki çıplaklığımı hissetmeye başladım. Üzerimdeki herşey bir anda yok oldu ve küçük yaratıklara karşı tamamen savunmasız kaldım. Onları öldürmeye çalışmadım. Korkularımdı belki de onlara ölümü vermemi engelleyen. Daha kötüsünden korkuyordum. Her tarafta ve yüzlerce, belki de binlerceydiler. Tam anlamıyla bir saldırı altındayım. Onları tenimde hissediyordum ve artık ayak sesleri de düzenden kopmuş, binlerce kesik tıklama gibi beynimi sarmıştı. Kapının olması gereken yerdeki demir zırhla duvar arasında sıkışıp kalmıştım. Bağdaş kurup dizlerime doğru kapaklandım ve bu uğursuz anın bir an önce geçmesi için beklemeye başladım. Ufak yaratıklardan yüzlercesi üzerime çullanmıştı ve daha fazlasının bana doğru geldiğini hissediyordum. Attıkları adımlar, dokunuşları, beni acıtmıyordu. Artık bütün tenim karıncalanmış gibiydi. Ölümü hissetmenin bu denli zor olabileceğini daha önce düşünmemiştim. Bu düşünmemişliği düşünme, yeni bir şeyin farkına varmamı sağladı. Evime dönmemden önceki bunalımdan farklı olarak artık düşünebiliyordum ve düşünce normal bir düşünmeden farklı değildi. Öyleyse aradığım gerçekliğe daha yakın olmalıydım. Yerimden doğrularak ayağa kalktım ve silkinerek üzerimdeki küçük yaratıklardan kurtuldum. Yere düşerlerken havada ateşte yanmış böcekler gibi külleri etrafa yayıldı. Aynı anda diğer küçük yaratıklarda kül olup etrafı pislemişti. Hepsinden kurtulmuştum ama evim hala bir zindan edasındaydı. Olanların hiçbirisini umursamadan tekrar yatak odama doğru yürüdüm ve içeriye girip hemen sağdaki koca aynada kendi çıplaklığımı seyrettim. Vücudumdaki karıncalanma azalmıştı ama beynim hala zonkluyordu ve nefes alışım hala eksisi gibi olmasa da artık buna alışmıştım. Yatağımın kenarındaki kanların üzerine doğru yüzü koyun uzandım. Ve hala ılık olan kanı vücuduma sürmeye başladım. Bunu yaparken de bir taraftan kendimi hemen karşımdaki koca aynada izliyordum. Önce yüzüme sürdüm, sonra kollarıma. Daha sonra da erkeklik organımı ve yumurtalıklarımı avuçlarımın arasına alarak iyice kana buladım. Dayanılmaz bir haz alıyordum. En iyi sevişmem bile bundan iyi olamazdı. Orada dakikalarca kanlarla seviştim. Ta ki derinlerden gelen boğuk ve kalın bir erkek sesi bana seslenene kadar. "Beni duyuyor musun?" dedi kendinden emin bir tonla. Şu ana kadar karşılaştığım en iyimser ses tonuydu. "Evet" diye bağırdım garip bir mutluluk edasıyla. İşte tam bu sırada etrafımda ana rahminden yeni çıkmış, göbek bağı kordonlarıyla boğulmuş mosmor bebekler belirdi. Yerçekimi ortadan kalkmış gibiydi. Tavandan, yerden ve duvarlardan, odanın dört bir yanından bana doğru asılıydılar. "5`den geriye doğru sayacağım" dedi boğuk sesli adam ama bu sefer daha yakından gelmişti ses ve bir ayrıntı olarak, tam emin değilim ama bir kadının hıçkırıklarını da duymuştum. "Saymayı bitirdiğimde indiğin derinliğinden yukarıya doğru, karanlığın içerisine doğru yükseleceksin." Kanların içerisinde etrafımda olan bitenleri izlemeye çalışıyor ve giderek yakınlaşan sesin talimatlarını yerine getirmek için hazırlanıyordum. Bunu yapmamın gerekli olduğundan tam olarak emin değildim. Ama yapacaktım. Bebeklerin ardından başsız çocuklar ve onların yetişkinleriyle ufak yaratıklar odaya doluştu. "5" dedi ses. Bense etrafıma bakmaya devam ettim. "4" Başımı yukarı doğru kaldırıp sesin bahsettiği karanlığın içerisine doğru baktım. "3" Odanın içerisinde bir çok `şey` ile birlikteydim ve anlatılması zor, şekilsiz çığlıklarla kulaklarım zonkluyordu. Sesi duymakta zorlanıyordum. Üstelik daha yerimden bile kalkmamıştım. Beni engelleyen hiç bir şey yoktu. İstesem kalkıp gidebileceğimin farkındaydım. "2" İşte bu sefer seste bir telaş belirtisi hissettim. Başımı yukarı doğru kaldırdığımda karanlığın içerisinde çırpınan maviliği seçebiliyordum "1" ... Aldırış etmedim... Başsız yaratıklar etrafımda garip sesler çıkarıyordu ve küçük yaratıklar da yeniden bütün vücudumu sarmıştı. Bense asılı bebekler arasında fondaki çığlıklarla kanların içinde kendimle sevişmeye başlamıştım. Sesten duyabildiğim son şey ise, bağıran ama giderek uzaklaşan "Geri gel", "Sakin ol" ve "Korkma" kelimelerinden ibaretti. Ha bir de kim olduğunu çok merak ettiğim bir kadın, kalın ve buğulu sesin arkasından sesleniyordu: "Oğlum, gerçeğe dön" Bunun ne demek olduğunu hiç bir zaman anlayamadım. `Oğlum` benim ismim miydi? Oysa şimdiye kadar kimse bana böyle seslenmemişti. Ya `gerçek` ? Varolan mıydı, yoksa varolması gereken mi? Bilemiyorum... Beynim duygularımı büyük bir hiddetle becerirken sevişmeme kaldığım yerden devam ettim, umarsız ve nedensiz...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özkan Aksular, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |