Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx |
|
||||||||||
|
Eskiden ne kadar mutluyduk oysa. Sahip daha anne rahmindeyken ona ilk nefesi ben sağladım. Onunla doğdum ve büyüdüm. Sternum kemiğinin ardında canlanmıştım ve elbette sahibe karşı görevlerimi hiç aksatmadan, üşenmeden, seve seve yerine getirip ona ciğer olmuştum. Ara sıra hastalıklardan biraz zorlansam da daima direndim. Sahiple birlikte hastalıkları yenme oyunu oynardık. Özellikle gribal enfeksiyonlar bizim için birer antrenmandır aslında. Bünyeye aksiyon katıyor bence. Antikorlar vitrin mankeni olsun diye var olmadılar sonuçta. Mikropları etkisizleştirmek çok keyifliydi. Onlar olmasa sıkıntıdan patlardık. Durmaksızın temizleyip kalp arkadaşıma gönderdiğim kandaki bakteri ve virüslerin sistemden atılışına sayısız tanıklık ettim. Tabii sayıları fazla olunca işimiz de biraz zorlaşıyor. Hele sahibin çocukken yakalandığı o boğmaca beni gerçekten zorladı ve ürküttü. Sahibim tıkanıp morardıkça ben de burada kırk takla atıyordum o nefessiz kalmasın diye. Bunun dışında arkadaşlarıyla oradan oraya koştuğunda, okulda öğretmeni onu sözlüye kaldırdığında ya da hoşlandığı kişiyle karşılaştığında daha fazla oksijene ihtiyaç oluyordu. Gerçi bu duygu durumları daha çok lider dostumuz beyin ile kalp arkadaşımın uzmanlık alanına giriyor ama böyle olaylarda ben de baş asistan olarak, koşturan kalbe, damarlar, kaslar, kemikler, böbrekler ve sistemdeki diğer arkadaşlarla bir takım çalışması halinde bu yoğun tempoya ayak uyduruyordum. Hep birlikte huzurlu ve uyum içinde geçinip gidiyorduk. Sonra sahip "onunla" tanıştı. İşte o lanetli gün sahiple aramızın açılmaya başladığı zamandı. Buna mı lanetli gün desem yoksa sahiple aramıza giren meretin icat edildiği güne mi desem bilemedim. Var olduğundan beri kendine sayısız tiryaki edinen berbat kokulu şeyin adını söylemeye bile tenezzül etmiyorum. Fanları da, onun karşıtları da neden söz ettiğimi anladı. Bundan sonra anlatacaklarım onun tiryakilerinin işine gelmeyeceği için okumayı bırakıp gidebilirler. Şu an alaycı gözlerle bu yazıyı süzüp parmaklarında dans ettirdikleri sevgili dostlarıyla (!) güldüklerini görür gibiyim. Tiryaki kelimesini kullandığım an süratle pek kıymetli zıkkımlarının yanına koştuklarına şüphem yok. Pardon, "süratle koşmak" kısmı yanlış oldu. "Tık nefes" ne kadar koşabilirlerse o kadar koşarlar artık. Hatta oturdukları yerden kalkma zahmetine girmemek, hem de zaten yanlarından ayırmadıkları dostlarına ilk fırsatta sarıldıklarına şüphem yok. Gerçekten koşmaları gerektiğinde de oksijen - karbondioksit alışverişinde tasarruf yapan akciğerleriyle dargın olduklarını bir kez daha hatırlayacaklar. Hatırlayacaklar da, iradesinin iplerini eline almış meretin çağrısına tıpış tıpış gidecekler yine de. Sevgili zehirlerine toz kondurmayacaklar. Ben de zaten meramımı tiryakilere değil, onun karşıtlarına anlatabilirim ancak. Bir tür dertleşme gibi. Onların akciğerlerini feci şekilde kıskanıyorum. Sahipleri onlara, organlarının ona baktığı gibi özenle bakıp ilgileniyor. Birlikte sağlıklı huzurlu günler geçiriyorlar. Neden benim sahip böyle değil? Neden bizi sevmedi? Bir de tam tersi durumlar var ki elbette onları atlayacak değilim. Bazı sahiplerin hiçbir kötü alışkanlığı olmadığı halde ihanete uğruyorlar. Kimisi doğuştan, kimisi genetik koda işlenip yıllar sonra ortaya çıktığından (karaciğer arkadaşımın belalısı diyabet gibi) kimisi de meslekî etkilerden. Bu gruplardaki sahipler atalarının yaşam tarzının ya da meslekî hayatının getirdiği bir hassasiyet ve o hassasiyete göre herhangi bir hastalığa yatkın olması sebebiyle , devam eden nesilde de şu ya da bu hastalığa yakalanma eğilimi görülüyor. İşte bu durumda tiryakilerin hemen ardına sığındığı mazeret bu. "Olacak olan olur. X kişi sağlıklı beslendi de ne oldu? Üstelik hiç kötü alışkanlığı yoktu ama kanserden öldü." savunmalar öne sürülür. Merak etmesinler, sonsuza kadar yaşamayacağımızın biz de farkındayız. Ancak biz organlar görevimizi hiç aksatmadan yapıp sahibimizi koruyup ayakta tutuyorsak, sahibin düşmanlarımızla keyif çatması bize yapılmış çok büyük bir haksızlık. Sağlık, sahiplerin var oluş süresi boyunca lazım ancak insanların bir çoğu bunu hiçe sayıyor. Biz bu ihaneti ve eziyeti hak edecek ne yapmış olabiliriz diye sorguladım hep. Sahiplerle aramızı açan pek çok düşman türü var. Kimisi sıvı formda ve şişeli, kimisi şırıngalı, kimisi de dumanlı. İşte benim bir zamanlar mücadele ettiğim, sahiple aramıza giren meret dumanlı olandı. Diğer düşmanlara nazaran daha masum olduğu iddia edilse de verdiği zarar bakımından öbürlerinden aşağı kalır yanı yok. Masum numarası yapıp işini sinsice, ağır ağır yapar üstelik.. Kurbanını ağına düşürürken acı tatlı zamanlar geçirilir ve bizimkinin ruhu bile duymaz. Duysa da çok geçtir ve iradesini kaptırmıştır onun pençesine. Oysa sahip başlarda kendine ne kadar da güveniyordu. İstediği zaman bırakırdı. Günde bir - iki tane tüttürmekten bir şey olmazdı. Tolere edilebilirdi. Elbette düşman için sahiple aramzı açmak kolay olmadı. Aslında mümkün bile olmayabilirdi. Sahip onu hiç hayatımıza sokmayıp, dirayetle karşısında durabilseydi. Gösterdiğim toleransı hep suistimal etti. Birlikte neleri tolere etmemiştik ki? Serbest radikallerle az mı savaşmıştık? Bu sefer başkaydı. Dumanlı hayatımıza girdiğinden beri her şey sinsi ve kötücül bir değişime uğramaya başladı. Liderimiz beyin bile kısa sürede onun esiri oldu. "İradelisin sen. İstesen bırakırsın. Bağımlı olduğundan değil, bırakmayı istemediğin için bıramıyorsun. Hevesini al, sonra azaltarak bırakırsın." diye sünepe bir şekilde dumanlının ağzıyla konuşup hileli telkinlerde bulunurdu sahibe. O da bu hileli telkini kendi özgür iradesiymiş gibi benimseyerek alışma dönemine, kuşun kapana girdiği gibi girer. İş neredeyse tüm yüküyle bana düşmüştü. Sahibi o dumanlı canavarın pençesine bırakamazdım. Görevimi azimle yapmaya devam ettim. Ancak ben tolerans gösterdikçe o daha fazla dumanlıya yaklaştı. Düşmanın maskesini düşürmek için yaptığımız tüm uğraşılar, sahibin bunlara ısrarla kör olması nedeniyle boşa çıktı. Yeni dert ortağıydı (!) Öfkelendi, hop dumanlıya. hüzünlendi, dumanlıya. Neşelendi, yine dumanlıya! Hastalıkta, tehdit altındaki sağlıkta, iyi günde, kötü günde hep dumanlıyla! Kimi zaman dumanlıya şişeliler de eşlik eder, birlikte canımızı okurlardı. Gün be gün birbirimizden uzaklaştık. Birlikte büyüdüğü ve yaşam boyu birlikte olacağı biz gerçek dostlarına sırt çevirip saçma sapan, riyakar bir sözde dostu her şeyin tepesine, hayatının merkezine koydu. Her alana olduğu gibi, dumanlı kısa zamanda onun finansal alanına da hükmetmeye başladı. Artık onun için para ayırmak gerekiyordu. Zorunlu ihtiyaçlar listesinde ilk sıra tabii ki yine onundu. Gerçek ihtiyaçlar göze batarken, dumanlının istila ettiği masraf alanı görülmüyordu bile. Maddî gelirlerde daralma başladığında bile ondan tasarruf etmek söz konusu bile olamazdı. Her şey arka plana atılıp o tedarik edilirdi. Kaçınılmaz olarak bu aile hayatına da yansıdı. Uğruna kavgalar edildi. Sahibe sağladığım nefes ses tellerini titreştirirken çıkan: "Sana ne? Parası senden mi çıkıyor?" cümlelerini ben bile ezberledim. Bazen tam o cümleyi söyleyecekken nefesini kesesim geliyor. Düşmanı savunurken benim sağladığım nefesi kullanamasın istiyordum. Ne zaman söyleyeceğini bilemezdim. Bu görev de, maddî olarak aylık ne kadar zarar ettiğinin hesaplaması da artık liderlik vasfından eser kalmamış, mantık, empati, objektif ve gerçekçi bakış açısı yeteneği bloke olmuş sünepe arkadaşa düşüyor. Dumanlıdan tasarruf etmenin dünyanın sonu olduğunu söylemesi hiç de şaşırtıcı değil. Bu vahim durumu endişe ve üzüntüyle izledim. En üzücü olansa sahibin benim ve diğer arkadaşlar için asla böyle mücadele etmemesi. Oysa ben onu kurtarmak için son bir gayretle çırpınıp duruyordum. Neden insanlar kendisine yararı olan şeyleri bir kenara itip zararlı olanlara tutkuyla bağlanırlar? Nasıl bir yarar - zarar algısı, nasıl bir dostluk anlayışı bu? Kötü şeylerin kıymetli olmasının sırrı nedir? Artık gücüm giderek tükeniyordu. Arkadaşlarla defalarca uyarı mesajları gönderdik. Öksürttük, gri - siyah balgamlarla durumun ciddiyetini de gösterdik yine oralı olmadı. Ben de oksijenden tasarruf yaptım. Ne de olsa o bizim ihtiyaçlarımızdan kısıyordu. O zaman benim de oksijenden kısma vaktim gelmişti. Kalp arkadaşım artık gerekli olduğunda bile kendini yormamaya karar verdi. İşini daha ağırdan almaya, savsaklamaya başladı. Karaciğer bitmek bilmeyen aşırı toksinleri süzmenin anlamsız olduğunu bildiğinden doğruca kanına geri iade ediyordu. Kısacası sistemde bir nevi grev vardı. Biraz da bize masraf yapmaya mecbur kalsın bakalım. Bu arada bana ne oluyordu? Ben hiç böyle melun konuşmalar yapmazdı. Ayrıca rengim bir tuhaf. Gönderdiğimiz mukozanın rengine bürünüyordum. Sahibin dumanlıya olan sevdasının beni yasa boğduğunu inkar edemem. Bunun yansıması olarak karalar bağlıyordum anlaşılan. Zaman zaman döktüğüm kanlı gözyaşları ve çaresiz ağlayışımın yankıları üst kasabaya kadar ulaşıyordu. Sahip katıla katıla öksürdü ve eğildiği lavaboya kan tükürdü. Hışırtıyı andıran solumasıyla göğsünü tuttu. Eşi gelince alelacele musluğu açıp lavabodaki kanı giderdi ama eşi anlamıştı: "Yine mi?" dedi endişeyle. Sahip bakışlarını kaçırınca eşi: "Hemen şimdi giyiniyorsun ve doktora gidiyoruz. Hiç itiraz kabul etmiyorum." diye devam etti. "Bir şeyim yok. Öksürmekten boğazım tahriş olduğu için kan geliyor. Doktora gitsek ne diyeceğini biliyorum. Acilen sigarayı bıraka..." Sahip cümlesini tamamlayamadan yine öksürdü. İşte böyle nefesini keserim senin! Sonunda başardım. Ben burada kan ağlıyorum sen hâlâ dumanlının derdindesin! Yazıklar olsun! Sahibin eşi: "Bırakacaksın tabii. Çoktan bırakman lazımdı. Bu iyileşmeyen öksürüğün, sürekli kan gelmesi hiç iyi değil. Bak aldığın ilaçlar da fayda etmiyor. Mutlaka doktora gitmemiz lazım." dedi. Ne kadar sürdüğünü bilmiyorum ama çok olmamıştı. Sistemde bir heyecan dalgası baş gösterdi. Her zamanki gibi böyle anî ama tanıdık duruma uyum sağlamak için kalp arkadaşım elinden geldiğince hızını arttırdı. böbrekler adrenalin salgıladı. Kaslar gergindi ve yoğunlaşan tempoya uygun ısı üretimi başladı. Ben de sistemin hatırına kısıtlı oksijenimle elimden geleni yaptım. Daha sonra etrafta opioid maddeler dolaşmaya başladı. Bu olayı birkaç gün önce de yaşamıştık ve yabancı bir cisim içeri girerek benden bir parça almıştı. Gene aynısı yaşanacaktı galiba. Beni rahat bıraksınlar artık yeter diye haykırmak istiyorum ama yapamıyorum. Bu defa başkaydı. Tuhaf şeyler oluyor. Tüm dostlarım ağırlaştı. Hele ben kendimi inanılmaz uyuşuk hissediyordum. Sisteme giren maddelerden olduğu şüphesiz. Sonra her şey hiç olmadığı kadar aydınlandı ve üstüme beyaz bir ışık vurdu. Tüm bunları hayal meyal hatırlıyorum. Dış dünya olduğunu sonra kavrayacaktım. Yine beyazlar içindeki maskeli adamlar ellerindeki keskin cisimleri bana doğrultuyordu. Bunlar sahibin eşinin bahsettiği doktorlar olmalıydı. Bizi inceleyen kişileri biliyordum ama daha önce hiç fiziksel olarak karşı karşıya gelmemiştim. Gerisiyse kapkaranlık... Kendime geldiğimde garip bir hafiflik hissediyordum. Durumu fark ettiğimde asıl o zaman haykıracaktım ve haykırdım da. Benim devamım neredeydi?!!! Loblarımdan birinin büyükçe bir kısmı artık yoktu! Bu bir kâbus olsun lütfen! Sonra beyaz maskeli adamları hatırladım ve acı içinde bunun bir kâbus olmadığını anladım. Bunu bana onlar yapmıştı. Diğer yandan bakınca hastalıklı, rengi değişmiş kısmımdan beni kurtarmışlardı. Yine de sevinemedim çünkü pollyannacılık hiç bana göre değil. Kaybedilen lobumun yerine yenisi gelmeyecek, ömür boyu eksik kalacaktım. Az önce bunu bana beyaz maskeli adamlar yaptı demiştim ya... Yanlış, bunu bana sahip yaptı. Beyaz maskeliler sadece sahibin zorunlu bıraktığı şeyi yapmıştı. Doktor, sahibin eşine durumu açıkladı: "Ameliyat başarılı geçti. Önümüzdeki ilk aylar çok önemli. Hastalığın nüksetme olasılığını göz önünde bulundurmalıyız çünkü kanserli doku son derece yayılma eğilimindeydi. Neyse ki zamanında müdahale etmişiz. İlerleyen günlerde radyoterapi ve kemoterapi gerekip gerekmediğine karar vermemiz için kontrollere gelmeyi ihmal etmeyin. Ayrıca bu süre zarfında akciğeri daha fazla hırpalayacak durumlardan kaçınılmalı. Zararlı alışkanlıkların temelli bırakılması gerektiği açık." "Elbette doktor bey." Sonraki günler ne oldu dersiniz? Sahip sihirli bir değnekle bir anda gerçekleri görmeye, dumanlıyı hayatından çıkararak bize yaptıklarından pişman olup her şeyi telafi etmeye mi çabaladı dersiniz? Elbette hayır! İflah olmazdı, olmayacaktı. Böyle bir sahibe "Sahip" olmak gibi bir şanssızlığa mahkumdum ben. Beyin hâlâ tüm sünepeliğiyle onun kuklasıydı. Onu sürekli hatırlatmaktan geri durmadı. Sahip de durur mu? Biraz toparlanır toparlanmaz hemen dumanlıyı tedarik etti. Sahip demeyeceğim artık ona. Zaten onun yüzünden yarım bir hayat sürerken ona sahip diyesim yok. Ağız alışkanlığı işte ama ben kötü alışkanlıkları bırakma konusunda onun aksine çok daha iyiyim. Bundan sonra ona köle diyeceğim. Dumanlının kölesi. Birkaç gün dumanlının sistemde olmaması ne kadar muhteşemdi oysa. Neredeyse eski zamanlardaki gibi. Maalesef güzel şeyler çabuk biter sözü bizim için geçerli. Köle onun yokluğunda gergin ve sinirliydi. Efendisinin yokluğuna daha fazla dayanamadı ve eşinden gizli gizli bakkalın çırağına sipariş verdi. Bakkalın çırağı onları uzunca bir süredir tanıdığı için onun yeni ameliyat olduğunu biliyordu ve buna itiraz edecek oldu: "Ama..." "Aması maması yok! Parasıyla değil mi?" "Para önemli değil, sağlığınız için..." "Sana ne be? Herkes başıma sağlıkçı kesildi! İşini yap sen, bana karışma da al şunu..." dedi çırağa fazladan para vererek. "...Üstü de senin olsun. Yeter ki çabuk getir." Kendimi dumanlıyla karşı karşıya buldum. Bana pis pis sırıttı. Kölenin kafatası biçimini almıştı. Ya da ben öyle hayal ediyordum. Ölümün yüzünün bir sembolü. Pes etmeyecek, sırıtması için henüz erken olduğunu ona gösterecektim. Son hamlemi daha yapmamıştım. Dumanlıyı buradan temelli def edecek ve kölesine de asla unutamayacağı bir ders verecektim. Bana yaptığının daha ağırını ödetecektim ona. Üzgünüm arkadaşlar. Veee şah maaaat! Doktor ve hemşireler köleyi sedyeyle apar topar yoğun bakım odasına götürdüler. Köle iki gün komada kaldıktan sonra üçüncü gün doktor yoğun bakım odasından çıktığında kölenin eşi: "Durumu nasıl?" diye sordu titreyen bir sesle. "Ölüm tehlikesini şimdilik atlattı." diye cevap verdi doktor ama yüzündeki ifadeden bir şeylerin yolunda gitmediği anlaşılıyordu. "Çok şükür..." dedi eş. Sonra doktorun yüzüne daha dikkatli baktı. Doktor: "Ancak... Anoksi nedeniyle beyinde bazı komplikasyonlar gelişti. Biz elimizden geleni yaptık. Maalesef eşiniz bundan sonra hayatını yatalak olarak sürdürecek." Kölenin eşi dehşet içinde elleriyle yüzünü kapattı. Size şah mat dediğime bakmayın. Evet, intikamımı alıp dumanlıyı def etmiş olabilirim. Ama ortada kazanan da yok, kaybeden de. Kaybolan tek şey güzel ve sağlıklı yaşanabilecek yıllar. Son
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Pınar Fellahvezirabad, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |