Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuştuncaya dek mermeri oydum -Mikelanjelo |
|
||||||||||
|
Uçak kalabalıktı… Çoğunluğu kokartlı rehberler oluşturuyordu. Birkaç da Amerikalı vardı. Sorunsuz bir uçuştan sonra Mardin havaalanına indik. Taksiciler, gelecek misafirlerden haberdar ve memnun nerede kalınabileceğini, amerikan üssünün nerede olduğunu anlatıyorlardı herkese. Kızıltepe sananyi bölgesine daha yakın ve oteller daha hesaplıydı anlatılana göre. Yolda tanışan Birkaç rehber bir taksiye atlayıp önerilen otele gittik. Temiz bir oteldi ve anlaşılan o ki yeni misafirlerin geleceği duyulunca fiyatlarda “ayarlama” yapılmıştı. Sıkı bir pazarlık sonucunda fiyatlar normale döndü… Çantamı odaya attıktan sonra, karşılaştığım Birkaç rehber arkadaşla Kızıltepe’nin içini keşfe çıktık. Sokak satıcılarının bile bizim kim olduğumuzu ve ne için orada olsuğumuzu bizden daha ama çok daha iyi bilmelerine biraz şaşırmıştık doğrusu… Ama kebabı turistik değil, yerli fiyattan satmaları da hoşumuza gitmişti. Her yerde muhteşem bir misafirseverlikle karşılanıyorduk. Çaylar kahveler ücretsizdi bize… Hesapta indirim bile vardı lahmacuncularda… Akşam inerken otele döndük ve televizyon izlemeye koyulduk. Tezkere tartışılıyordu… UN FABRİKASI Ertesi sabah kkahvaltıdan sonra herkes lobide toplandı yine. Televizyondan sabah haberlerini izlemeye koyulduk ve işte o sırada herkesin telefonları bir bir çalmaya başladı. Mardi’in içindeki buluşma yeri ve saati bildiriliyordu. Herkes bir başka teori üretiyor, neler olacağı konusunda bahse giriyordu. Dedektifliğe soyunanlar, aranan numaranın neresi olduğunu araştırmaya başladı. Sanayi bölgesindeki bir un fabrikasına aitti telefom ve Amerikalılar kullanıyordu. Sinan Duyan’a ait bir un fabrikası. Bu Sinan Duyan’ın kardeşi CHP milletvekili değil miydi? Sinan bey ve babsı aşiret reisi Şakir Duyan ile sonra tanışacağımı o an bilemezdim tabii… Buluşma saatine kadar her kafadan bir ses çıkıyor ve buluşma yerine geldiğimizde yaklaşık yüz kişinin beklediğini gördük. Otobüsler bizi sanayi bölgesine o meşhur un fabrikasına götürdü. İşte o zaman neyin ne olduğunu gözlerimizle gördük. Amerikalılar, un fabrikasında çeşitli değişiklikler ve eklemeler yapmış ve yapmaya da devam ediyordu. Burası resmen bir Amerikan üssüydü… Bizi gruplar halinde içeriye almaya başladılar. Bir Yüzbaşı, “şimdi sizlere kağıt ve kalem dağtılacak. Bazı soruları cevaplamanızı istiyoruz. Merak etmeyin, işe alınmasanız bile aldığınız avanslar düşülüp bir aylık maaşlarınız ödenecek. Bu sorulara lütfen açık yüreklilikle ve doğru cevaplar verin. Daha sonra bazılarınız sözlü mülakata alınabilir. Buyrun lütfen,” açıklamasını yaptı. Soruların ilki bu işi neden kabul ettiğmizdi. Daha sonra hobilerimiz soruluyordu. Nelerden hoşlandığımız falan… som soru ise, “Kendinizi hangi alanda daha yetenekli görüyorsunuz? Gerekçelereriyle birlikte açıklayın.” idi. Kağıtlarımızı teslim ettikten sonra tekrar otobüslere bindik ve bizi aldıkları yere bıraktılar. Birkaç kişi Mardin’i dolaşmaya karar verdik. Aradan bir iki saat geçmişti ki telefonum çaldı. Tekrar üsse dönmemi istiyorlardı. Bir dolmuşa binerek sanayi bölgesine gittim ve un fabrikasına yani Amerikan üssünme döndüm. Kapıda adımı verdim, bir asker komuta merkezini aradı. Bekletilmem söyleniyordu. Çok geçmeden bir kadın binbaşı gelip, beni içeriye davet etti. Kahvelerimiz eşliğinde sohbete başladık. Resmen havadan sudan konuşuyorduk. Eşimin nerede olduğunu bu görevi kabul etmeme kızıp kızmadığını sordu bir ara… Daha sonra beni odada bir süre yalnız bıraktı. Döndüğünde sabah saat 08.00′de orada olmamı söyledi. Merkezde görev yapacaktım. Beni askeri bir araca bindirdi ve gitmek istediğim yeri sordu. Bir er ve bir çavuş eşlğinde otelime kadar götürdüler. İŞLER DEĞİŞİYOR Gri bulutlar göğü kaplamış, zayıf kış güneşinin zaten güçsüz olan sabah ışıklarının pek azına geçit veriyor, hafiften de yağmur çiseliyordu… Tam 08.00′de üssün kapısındaydım ve benim gibi dört kişi daha vardı. İlk görev yerim giriş kapısında nöbetçi askerlerle birlikte durmak ve gelenlerin söylediklerini tercüme etmekti. Arkadaşlarla anlaşıp, ikişer kişi halinde kapıda durmaya başladık. Resmen nizamiye nöbeti tutuyorduk. Gelen hayli fazla oluyordu. Restoranlarını kullanmamızı isteyenler mi ararsınız? Amerikalılara birşeyler satmak isteyenler mi? Aralarında en ilginci 13 – 14 yaşlarında bir çocuğun Amerikan askerlerine esrar satmak istemesi oldu. Ben nöbette değildim ama nöbetteki arkadaş Amerikalılara durumu tercüme etmiş onlar da “ beklesin” demişler. Türk jandarması da çocuğu kıskıvrak yakaladı tabii. Amerikalılar çocuğu bekletip, jandarmaya ihbarda bulunmuş meğer. Nöbet sırası bana geldiğinde hafif yağmur çiseliyordu. Girişin hemen yanında un fabrikası işçilerinin elektrik sobasıyla ısındıkları kulübeye davet ettiler beni oradaki işçiler, “gel kardeş ıslanma orada. Bak çay da var,” diye. Tam çayımdan ilk yudumu alıyordum ki komuta merkezinden gelen bir yüzbaşı beni çağırdı. Orada oturup çay içmemi eleştirecek zannetmiştim ama iş çok daha başkaydı… Beni omutanın çağırdığını söyledi, bneraberce merkez binaya gittik. Albay ve Yarbay odada birlikte idiler. Yani üs komutanı ve yardımcısı… “otur” dedi Albay. Oturdum… yüzleri çok ciddi idi ve konunun ne oşlduğunu tahmin bile edemiyor, merak ediyordum. “kahveni nasıl içersin?” diye sordu, “sade alayım” dedim. Yarbay bir yandan kahvemi hazırlarken diğer yandan da benimle konuşmaya başladı. 30 undan fazla göstermeyen, hafif ama ustaca yapılmış makyajı, yeşil gözleri ve doğal renginde olduğu anlaşılan kısa kesilmiş sarı saçlarıyla üzerindeki üniforma ve ciddi duruşuna rağmen oldukça seksi bir hanımdı… “güvenlik soruşturman tamamlandı ve seni şimdi asli görevine alacağız. Bundan böyle otelde değil üste kalacaksın ve bizim sürekli elemanımız olacaksın,” dedi. Şaşırmıştım, daha ben soru sormaya bile fırsat bulamadan dışarıya çıktı ve kısa bir süre sonra yanında bir uzman er ile döndü, “şimdi gidip eşyanı al ve üsse dön” talimatını vererek odadan çıktı. Bir askeri araçla otelime gittik ve eşyalarımı alıp çıktım. Yol boyunca Hiçbir soruma cevap alamadım. Üsse döndüğümüzde koğuş haline dönüştürülen depolarından birine, subayların yoğunlukta olduğu ana koğuşa götürduler beni ve “cut” denilen bir kamp yatağı ile bir gazlı ısıtıcı verdiler. Sırt çantamı üstüne bırakıp görev yerine gittim. Akşamüzeri 3 arkadaş daha katıldı. Bunlardan biri yıllardır tanıdığım, dostum olan br rehberdi. Üst düzey bir bürokratın oğlu plan dostumun orada olmasına şaşırmıştım açıkçası. Çünkü kendisi PKK nın ölüm listesindeydi ve o bölgede bulunması hayli sakıncalıydı. Bana hiç kimseye bir şey anlatmamam konusunda yemin verirdi. Adını burada da anmayacağım elbet… Kapı karakolunda 2 şer saatlik nöbetler tutmaya başladık. Haftada bir gün ikişer kişi tam gün izin yapacaktık. ŞİRKET’İN ADAMLARI ! Amerikan üssünde tam zamanlı çalışmaya başlayalı iki gün olmuştu ki askerlerin yanında şık giyimli siviller belirdi. Komuta merkezinde bir hareketlilik başlamiştı. Sivil lüks araçlarla iyi giyimli sivil Amerikalılar gidip geliyorlar içeride bir iki saat kalıp gidiyorlardı. İşin ilginci bu adamlar içeriye girerken sadece araçlarının altında bomba kontrolü yapılıyor, üstleri hiç aranmıyordu. Bir süre sonra o sivillerle tanıştık. Onlar “şirket” in elemanlarıydı. O şirket yasal ama paravandı ve arkasında CIA vardı. Şirket elemanları ve Yarbay uzun süre konuştuktan sonra ilk beni çağırdılar. Bundan böyle şirket için çalışmam gerektiğini istersem istifa edip eve dönebileceğimi söylediler. Yarbay beni kenara çekip kabul etmemi, kontratın şirketle olacağını, maaşımı onlardan alacağımı ama askeri üsde ve askerlerle çalışacağımı söyledi. Yasal gereklilikler yüzünden böyle olması gerektiğini ve şirketin beni başka “herhangi bir işte” kullanamayacğını üzerine basa basa anlattı. İş gerçekten çok ilginç bir hal alıyordu. Diğer arkadaşlar da görevi kabul etmişlerdi. Ertesi gün savcılıktan iyi hal kağıdı, sağlık raporu gibi belgeleri hazırlayıp teslim ettik. Şirket’in adamları bizi el üstünde tutuyor, çayımızı kahvemizi eksik etmiyordu. Üç öğün yemeğimizi de ordu tayınından karşılıyorlardı. Tek masrafımız kaçakta zaten çok ucuza satılan sigara ve dışarıya çıktığımızda yediğimiz yemeklerdi. Kapı nöbetleri haricinde dış görevler de vardı. Bazı arkadaşlar askerlerle Urfa’ya, Diyarbakır’a falan gidiyor oradaki temaslarda tercümanlık görevini yapıyorlardı. Ben ayrı çalışıyordum. Görevim istihbarat toplantılarına katılmak ve Türk subaylarla Amerikalı subayların komuşmalarını tercüme etmekti. Bizim subaylar zaten ingilizce biliyordu ama protokol ve prosedür gereği görev bana düşüyordu. Mardin il jandarma alay komutanlığındaki istihbarat toplantısı ilk görevimdi. Alay komutanı çok babacan bir adamdı. Kuzey Irak harekarına katılmış bir gazi idi. Bana dönerek, “oğlum, ne sıkıntın olursa gelip beni bulacaksın. Burada senin ailen biziz” Akşam karanlığı çökmüştü. Önce Mardin’in içini gezdirdi biraz. Postanenin karşısında bir çay bahçesine oturduk. Çaylarımızı içerken, “bak bu gördüğün yerler hep deniz” dedi. Uzakta gemilerin ışıkları vardı sanki. Suriye sınırı, mezopotamya ovası gecenin karanlığında gerçekten de deniz gibi görünüyordu ve anlatılanlara göre coğrafyayı iyi bilmeyip Mardin’e ilk kez gece vakti gelip de buradan manzarayı seyredenler gördüklerinin deniz olduğuna inanıyorlardı… Albay sözünü sakınmayan biriydi ilk toplantının daha başında bana dönüp, “oğlum ister olduğu gibi istersen değiştirip tercüme edersin ama söyleyeceklerimi bu adamlara anlat” dedikten sonra hiç durmadan ekledi, “biz sizin pkk ile anlaştığınızı biliyoruz. Ama burada başka bir tehlike var. Hizbullah, analarınızı ……….” Albay’ın dediklerini “sözleşmem gereği” olduğu gibi tercüme ettim. Amerikan istihbarat subayının yanıtı ise teşekkür etmek oldu, “Teşekkür ederiz. Bizim istihbaratımızın da üslerimizi Hizbullah’ın hedef alacağına dair duyumları vardı. Sagolsun” dediler. Albay üs çevresine özel timlerden koruma göndereceğini bunun sivil askerlerden oluşacağını anlattıktan sonra yemeğe geçtik. Yemekte domates çorbası, ızgara çipura, salata ve tatlı vardı… Yemeğin sonuna doğru albay istihbarat subayı yüzbaşı Bill’e dönerek “İş bitti. Şimdi dostça konuşalım” dedi. Hemen tecüme ettim. Amerikalı istihbarat subayı memnun olmuştu, “tabii “dedi. Birazdan yaşayacağı şokun farkında bile değildi. Albay masadan kalktı ve , “beni takip edin” dedi. Sesi emir gibi çıkmıştı ama bıykaltı gülüyordu. İzledik, ordu evi’nin odalarının bulunduğu bölüme gelmiştik. Askerlere bir odanın kapısını açmaları talimatını verdi. Burası suit bir odaydı, sade döşenmiş ama konforluydu. “Söyle yüzbaşıya üç gün sonra eşi geldiğinde eğer birliğinden izin alabilirse onu burada misafir edebiliriz,” dedi. Amerikalı istihbarat yüzbaşının bunu duyduğundaki şaşkınlığı bizim albayın, eşinin adını da söylemesiyle bir kat daha arttı. Albay bu yaptığı jestle hem bir konukseverlik örneği göstermiş oluyor hem de istihbari gücünü kanıtlıyordu. Yüzbaşı Bill de bu jeste karşılık olarak albayın eline sarıldı ve ani bir hareketle öpmeye çalıştıysa da albay buna izin vermedi. Adetlerimizi iyi öğrenmişti. EĞİTİM AMERİKALI KOMANDOLARA AĞIR GELDİ Savaş ha başadı, ha başlayacaktı… TIR larla malzeme gelmeye devam ediyordu. Türk kurmay subaylar ara sıra üsse geliyor, arasıra da biz bir scorski ile gidip onlarla buluşuyorduk. Diyarbakır, Mersin, İskenderun, Urfa ve Adana’da da yoğun hareketlilik vardı. Toplantılar sürüyor, tezkerenin çıkmamasından kaynaklanan sıkıntılara çare aranıyordu. Bir gün yine bir istihbarat toplantısı sırasında Amerikalı istihbarat subay bizim albaya, “sizin komandoların eğitimi hakkında çok şey duyduk. Bizim komandoları getirsek sizin eğitimleriniza bir gün de olsa katılmalarına izin verir misiniz” diye sordu. İzin çıkmış, gün gelmişti. Amerikalı komandolar bizim askerimizin eğitim yaptığı alana geldiler. Eğitim astsubayları benim aracılığımla bir süre sohbet etti. Amerikalı çavuş hayretini gizleyemiyor, “ bu ağır eğitime nasıl dayanıyor bu askerler? Sözünüze hiç itiraz etmiyorlar, bunu nasıl sağlıyorsunuz?” diye hayretle sordu. Aldığı yanıt çok kısaydı, “vatan sevgisi” Eğitim tam başlayacakken Amerikalı astsubay askerleriyle konuştuktan sonra yanımıza geldi. Biraz mahçup bir hali vardı, “askerlerim bu eğitime dayanamayacaklarını söylüyorlar. Biliyorum bunu biz istedik ve centilmanlik göstererek bizeizin verdiler ama özür dilerim” dedi. Başı önüne eğikti. Eğitim çavuşu, başçavuşa, başçavuş üstteğmen’e baktı. Üsteğmen,”önemli değil. En azından, askerimizin nasıl eğitildiğini gördüler” dedi… Bu arada Amerikan askerleriyle sık sık sohbet etme imkanı da buluyordum. Onlardan ordularındaki sistemle ilgili bilgiler de aşıyor, bazen şaşırıyordum. Örneğin bir binbaşı da asker gibi kapı karakolu nöbeti tutuyordu. Uzman erleri komutanlarının emrini “uzmanlığıyla ilgili alanda” yerine getirmeme yetkisine sahipti. Mesai saatleri bitince askerlik de bitiyor, komutanlarıyla birlikte eğlenip içki içebiliyorlardı. Gözlemlerime göre bu az da olsa disiplin sorununa yol açıyordu doğrusu… O gün bir hareketlilik vardı, istihbarat subayı beni çağırdı ve hizbullahın akşsm üsse saldırı düzenleyebileceğine dair duyum aldıklarını ve dikkatli olmamı söyledi. Nöbetçilere gece görüş dürbünleri dağıtıldı ve sayıları arttırıldı. M16 lar bu kez kartuşları dolu ve merni ağızda olarak ellerdeydi. Gece saat 20.00 sıralarında üssün giriş kapısı yakınına sivil plakalı bir reanult park etti. İçinde 5 sivil vardı ve öylece duruyorlardı. Amerikalı nöbetçiler araca gidip orada park etmemesini söylememi istediler. Ama ben onların, onlar da benim kim olduğunu biliyorduk. Türk albay bana bu konuda bilgi vermiş çok gerekmedikçe Amerikalılara söylemememi tembih etmişti. Aracın yanına gidip, “Amerikalılar burada park etmemenizi söylemem için gönderdi. Onlara kim olduğunuzu söyleyeyim mi?” diye sordum. Askeri istihbaratımızın orada olması bana ayrı bir güven veriyordu doğrusu… “sen git istihbarat subaylarını çağır ve onlara anlat” dediler. Dönüp durumu istihbarat subayına anlattım, “teşekkür ettiğmizi” söyle deyip, nöbetçilere de aracın durmasında sakınca olmadığını söyleyerek karargaha döndü. AMERİKAN ÜSSÜNÜ SİLAHLA BASTI Normal nöbet devam ediyor, huzursuz olan askerler sürekli tetikte ellerinde gece görüş dürbünü her yanı gözetliyorlardı. Sanayi bölgesi olduğu için zaten pek kimse geçmiyordu sokaklar boştu. Türk özel timi üssün etrafında devriye gezmeye başlanıştı. Tam o sırada karşıdan elinde tabancayla küfürler ederek gelen bir yaşlı amcayı fark ettik. Akerler silahlarını doğrulttu ama o sırada yarım yamalak kürtçemle adamın derdinin başka olşduğunu anladım. Askerlere “ateşetmeyin bu adamın derdi çok başka” dedikten sonra bağırdım, “amca orada dur. Yanına gelecem. Bak bunlar amerikan askeri ateş edecekler” dedim.Yaşlı amca biraz durakladı ve türkçe olarak “kim o benim evimi dürbünle gözetleyen….?” diye bağırmaya devam etti. Subaylar da kapıya gelmişti. Bizim özel timimiz de gelip yaşlı amcayla konuşunca sakinleşti. Durum anlaşılmıştı. Evi yolun karşısında olan amca gece görüş dürbünüyle çevreyi gözetleyen Amerikalıların evini ve gelinlik çağdaki torununu gözetlediğini düşünmüş ve bu yüzden kızmıştı. Çok şükür ki büyük bir skandal herkesin sağduyulu davranmasıyla önlenmişti. Mardin Organize Sanayii zannederim kurulduğundan beri böyle hareketlilik yaşamamıştı. TIRlarla Hummer jipler, sahra jeneratörleri, çeşitli iş makineleri geliyor ve indirme, montaj işleri anında yaılıyordu. TIR şöförleriyle iletişimi de ben sağlıyordum tercüman olarak tabii ki. Sürekli “hazır kıta” uyuyorduk. Bir gece kapı karakolundaki nöbetimi bitirmiş, sadece botlarımı çıkararak kamp yatağıma uzanmıştım. Tam gözlerimi kapamıştım ki ayak ucumda dikilen Albayı fark ettim Albay Arkoccha İspanyol asıllıydı. Zayıf, uzun boylu hafif kır saçlı ve çok sert bir komutandı. Bu istikham subayı tüm sertliğine karşı askerleri tarafından çok seviliyordu. Kendisiyle zaman zaman sohbet eder, satranç oynardık. Gözlerimi açınca, “ekipten misin?” dedi. Bu onun bir şey rica etme tekniğiydi. “Evet” dedim gülümseyerek. “o zaman ne yatıyorsun? Gel peşimden” diyerek yürüdü. Hızla botlarımı ayağıma geçirdim ve peşinden gittim. Bunu yapmak zorunda değildim. Görevi reddedebilirdim ama bu adama yardım etmek istiyordum. TIRlarla gelip bir benzin istasyonunda indirilecek olan Hummer cipler vardı ve Türk şoförlerle konuşmak için tercüman gerekiyordu. Arabasına bindik ve benzin istasyonuna gittik. Ana yol üzerinde 6 adet Hummer yüklü TIR bekliyordu. CIA AJANLARI PANİK İÇİNDE İşin dah çabuk bitmesi için bir tercümana daha ihtiyaç vardı. Bunu Albay Arkoccha’ya ilettim. Üssü arayarak bir gönüllü tercüman daha istedi. Gelen tercüman üst düzey bürokratın oğlu olanm arkadaşımdı… TIR şöförlerine ne yapmaları gerektiğini söylüyor onları yönlendiriyorduk. Askerler ise indirilen Hummerlara binip üsse götürüyordu. Saat sabaha karşı 3 tü ve hava buz gibiydi. Kabanlarımız ve atkılarımıza rağmen üşüyorduk. Son üç kamyonun şoförüne de ne yapmaları gerektiğini söyleyerek çay içip ısınmak için benzinliğe girdik. İşçiler bize çay ikram etti. Tam o sırada kiralık oldukları belli olan Türk plakalı iki lüks araç yanaştı. İçlerinden takım elbiseli 7 Amerikalı indi. Panik içinde oldukları her hallerinden belli oluıyordu. Önce Amerikalı askerlerle görüştüler sonra koşarak bizim yanımıza geldiler. Bürokratın oğlu olan arkadaşımı soruyorlardı… Sonunda onun kim olduğunu anlayabilmişler ve bölgeden uzaklaştırmaya gelmişlerdi. CIA böyle önemli bir bilgiyi nedense çok sonra öğrenebilmişti…. Arkadaşıma kontrat süresi maaşının ödeneceğini ama kendi güvenliği için hemen bölgeden uzaklaşması gerektiğini anlatıp götürdüler… Hummer jiplerin indirilmesi bitince biz de aracımıza binip hareket ettik. Üsse döneceğimizi sanıyordum ama başka bir yola girmiştik. Albay Arkoccha ile Meksikalı asker olan şoför aralarında İspanyolca konuşuyorlardı ve ben çok fazla bir şey anlamıyordum. Tavırlarına bakılırsa bir şey tartışıyorlardı. Epey bir süre gittikten sonra Arkoccha bana döndü ve “artık ülkende değiliz sanırım sınırı geçtik ve kaybolduk” dedi. Araçta 1 M16 ve 2tabancadan başka silah yoktu ve biz sınırın öte yanındaydık… Ne yapabileceğimizi tartışırken uzakta bazı kişiler gördük. Farların ışığında kim olduklarını farkettiğimde rahatlamıştım. Bizim askerlerimizdi. Aracı durdurduk, yanımıza geldiler. Kaybolduğumğuzu anlatınca bir eskortla bizi yönlendirerek tekrar vatana dönmemizi sağladılar. Herkes derin bir oh çekmişti. Üsse vardığımızda sabah oluyordu. ALMAN VİZESİ “Şirket” in adamları gelip bizden pasaportlarımızı istediler. Bu arada da “yurt dışında” çalışıp çalışmayacağımızı sordular. Yurt dışı denildiğinde neresi olduğunu anlamıştık. Teklif götürülenlerden çoğu bunu kabul etmedi. Çünkü çok açık konuşuyorlar ve yaşarsak maaşımızın iki kat olacağını, başımıza bir şey gelmesi durumunda ise ailemize 150 bin dolar ödeneceğini söylüyorlardı… Pasaportlara Alman vizesi alınacak, tezkere verilmediği için geçiş Almanya üzerinden sağlanacaktı. Gece olmuş ama bir çok kişi uyuyamamıştı. Beni de uyku tutmadığı için sürekli açık olan televizyondaki tek yayını yani “Pentagon Channel” ı izliyordum. Üzerimizden geçen jetlerin gürültüsü sıklaşmaya başlamıştı. Tecrübeli askerler sesten hangisinin ne tip uçak olduğunu anlıyor ve “bak bu F15” , “bu F16” gibi yorumlar yapıyorlardı. Saat sabaha karşı 02.15 de yayın kesildi canlı yayına geçilmişti Başkan Bush konuşuyordu. Savaş resmen başlamıştı…. Üs komutanı koşarak televizyonun başına geldi Bush’un konuşmasını izledi ve karargah merkezine dönerken ağzından şu sözcükler döküldü, “Başkan Clinton olsaydı şimdi hiç birimizin burada olmasına gerek yoktu”savaşı o da istemiyordu anlaşılan… SADDAM NEREDE SAKLANIYOR? Savaş başladıktan sonra güvenlik önlemleri de sıkılaşmıştı. Günlük göreve gelen tercümanların cep telefonları bile kapıdan geçtikten sonra özel bir elektronik sistemle fotograf çekemez hale getiriliyordu. Üste fotograf çekebilen bir kişi vardı o da CIA ajanıydı zaten… Bu arada benim cep telefonu çipimi de alıp bir proğram yüklediler. Dinlenmesini önlemek için olduğunu söylediler. Onlardan başkasının dinlemesini önlemekti amaç sanırım… Savaş sürüyor ve üste yoğunluk devam ediyordu. Kimi zaman bir scorski ye atlayıp bir yerlere gidiyor, toplantı yapıyor ve dönüyorduk. Savaşın içinde olmak, televizyonlarda izlemeten çok ama çok farklı bir psikoloji yaratıyor insanda. Bir paranoya kazanıyorsunuz örneğin. O bölgeden çıkıp tamamıyla başka, savaşın ne olduğunun bile bilinmediği bir yere dahi gitseniz orada yürürken bile bir yerlerden biri çıkıp ateş edecekmiş gibi geliyor. Bu duyguyu görevim bittikten sonra uzun süre yaşayacaktım… Televizyondaki haberlerde Saddam’ın kayıp olduğu ve bnulana ödül verileceği söyleniyordu. Bir gece sabaha karşı saat 04.00 sularıydı. Kapı nöbetindeydim. Bir Türk vatandaşı geldi ve Saddam’ın nerede saklandığını bildiğini söyledi. Bana anlatmasını istediğimde bunu ancak Amerikalı subaylara söyleyeceğini bildirdi. Biraz konuşunca anladım. Bu akli dengesi bozuk bir vatandaşımızdı. Yine de durumu istihbarat subayına bildirdim. Yorumumu da eklemeyi ihmal etmedim tabii. İstihbarat subayı yanımıza geldi ve adamın söylediklerini ona tercüme ettim. “haklısın. Bu adamın akli dengesi bozuk. Senden ricam onu kibarca buradan uzaklaştır. Uğraşacak daha önemli işlerimiz var” dedi. Bir gün iznliydim ve Mardin sokaklarında dolaşıyordum, yaşlı bir amca durdurdu beni. Oralı olmadığım kesin de ne iş için orada olduğum bile sanki alnımda yazıyormuşçasına belirgindi o insanlar için. “Bu Amerikalılara tercümanlık yapıyorsun. Utanmadan onlara yardım ediyorsun bir de,” dedi ve yüzüme tükürerek uzaklaştı. Sınırın öte yanında savaş bu yanında ise hayat devam ediyordu… Savaşın ilk gün heyacanı geçmiş, stratejiler konuşulmaya başlanmıştı. Tam o sırada 40 yaşlarında, uzun boylu, mavi gözlü, sarışın, uzun saçlı ve çok ama çok güzel bir kadın geldi üsse. Film artisti veya model sanmanız için Hiçbir engel yoktu. Bakımlı, yaşına tezat yapacak sekilde dişpdiri bir görünüşü vardı. Mini etek ve yüksek topuklar da çok yakışmıştı. Üsteki CIA ajanları bir anda ayağa kalkıp saygıyla selamladılar… Kod adı Jane olan bu ajan onların şefiydi… KÜBA PUROLARI DAĞITILIYOR Jane yanımıza gelerek bizi selamladı ve aramıza oturarak hatır sormaya başladı. Genç bir tercüman olan Gökhan’ın nutku tutulmuş, gözlerini CIA ajanından alamaz olmuştu. CIA ajanı özellikle sınırın öte yakasına gidip gelenlere samimiyet gösteriyor, el üstünde tutuyordu. Çantasından çıkardığı Küba purolarından ikram ederken, “Bunlar kaçak ama en iyileri” demeyi de ihmal etmedi. Piyasada yüzlerce dolara satılan purolardı bunlar. CIA tercümanları memnun etmek için masraftan kaçınmıyordu. Sonradan öğrenecektik ki üsse geln CIA şefi özellikle bir tercümanı mutlu etmek için çok daha fazlasını da yapacaktı… Çaylar, kahveler içildikten sona Jane un fabrikasından ayrılıp Mardin’e gitti… Askerler yavaş yavaş toplanma hazırlıklarına başlamış, bir bölümü İskenderun’a gitmişti bile. İşler hafiflemiş gibi görünüyordu ama, durum farklıydı… Sınırın öte yanına illegal geçişler oluyordu ara sıra. Gidenlerden bir tecüman oradaki ortamı görünce sinir krizi geçirmiş, zar zor geri getirilmişti. Çok uzakta değil hemen orada Musul ve Kerkük’de müthiş bir panik vardı. Amerikalı askerler önemli petrol yataklarının hemen yanına konuşlanmışlardı. Planlar değiştikten sonra Türkçe bilen tercümana pek ihtiyaç kalmamıştı. Seçilen Birkaç kişi Türkmenlerle diyalog için yeterliydik. Şimdi daha çok Kürtçe ve Arapça bilen tercüman gerekiyordu. Birkaç Kürt arkadaşımız görevi kabul etmiş ve soluğu Kuzey Irak’da almıştı bile. Ancak ortam gerçekten “ateş altında” idi ve iş hayati risk taşıyordu. Bu arkadaşımız ise ayda bin 500 Dolar için bu riski üstlenenlerden biriydi. Onun gibi daha bir çok tercüman bu riski almıştık… Cep telefonlarımız çapraz olarak dinleniyordu ve yakın aile fertleri dışında kimseyle görüşmememiz “tavsiye” ediliyordu. Sınırın öte yanına gidildiğini söyleyenler ise hapse atılacaklardı. Tercümanlar da kademe kademe idi. Kimimiz daha az güvenilir olarak nitelendirilen 1. derecede, kimimiz ise en çok 3. derecedeydi. En güvenilir kademe olan 4. derece tercümanlar sadece Amerikan vatandaşı olanlardan seçilmişti elbette ve bizim aramızda da bunlardan biri vardı, Mefkure hanım… Amerikan ordusunun kadrolu elemanıydı ve bizlerle iyi ilişkiler kurup onlara hakkımızda rapor veriyordu. Zaten oğlu da Amerikan ordusunun askerlerinden biriydi… AMERİKAN UÇAĞINDAN “DOST” BOMBA Bir gün eşim aradı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve paraya ne kadar ihtiyacımız olursa olsun bu işi yapmamamı istediğnğ söylüyor, eve dönmem için ısrar ediyordu… Televizyonda BBC World kanalını izlerken BBC Dünya Haberleri Editörü John Simpson’un kulağına isbet eden şarapnel parçasını ve yerde saçılı insan vücudu parçalarını görmüştü. Simpson olayı şu sözlerle anlatıyordu; “Bu cehennemden bir sahne. Etrafımdaki bütün araçlar yanıyor, bütün vücutlar yanıyor. Cesetler her yere yayılmış, ceset parçaları her yerde. Bu çok kötü. Amerikalılar kendilerine gol attılar…” Bir amerikan uçağı kendi askerlerini ve yandaşlarını bombalamıştı. Bir Kürt tercüman arkadaşımız da ölenler arasındaydı ve bunun adı, friendly fire yani “dost ateşi”ydi…(*) Onu yatıştırıp telefonu kapadım. Çok fazla konuşacak konumda ve durumda değildim. Gözlerimden yaşlar süzülüyor ve bunu saklama gereği de duymuyordum. Savaş bir yanda “dost bombaları” diğer yanda… Sonradan öğrenecektik ki Amerikalıların bu dost ateşi, İngiliz askerleri dahil bir çok kişiyi vurmuş ve daha da vuracaktı. Bazı durumlarda bir özür açıklaması bile yapılmıyordu. Mardin’de kaldığımız zamanlarda boş vaktimiz oluyor bu arada çevreyi geziyor, kültürleri tanımaya çalışıyorduk. Arap yemekleri, mırra, kürt arkadaşların kebap pişirme yaırları ve süryaniler… Kiliseleriyle gümüş sanatlarıyla süryaniler. Bu arada yıllar önce edindiğim ama şüpkeyle baktığım bir bilgiyi de onaylama fırsatı bulmuştum. Gezdiğim bir süryani kilisesinin papazına sordum, “Gerçekten Hindistan’ın güneyinde, Kerala’da ki hrıstiyanlar da süryani mi?” Aldığım cevap “evet” ti. Kerala eyaletindeki hintlilerin büyük bölümü de süryaniydi. İlk duyduğumda pek de inanmadığım bu bilgiyi doğrulamıştım… CIA ŞEFİ SARMAŞ DOLAŞ Mardin’de çarşıyı, restoranları geziyor biraz da internet cafelerde vakit geçiriyorduk. Yerel halkla da dost olmaya başlamıştık. Küçük bir disco da vardı. Arkadaşların davetini kıramayıp gittik. Discoda hiç de yabancı olmayan simalar vardı. Tercüman arkadaşımız Gökhan ve CIA ci Jane… Sarmaş dolaş oturuyorlardı. Amerikan askerleri bu duruma şöyle bir yorum getirmişlerdi, “üstleri görse bu onun mesleğine mal olur” ancak oradaki en yüksek rütbeli de Jane di. Amerikaya döndüklerinde neler olduğunu bilemiyorum ancak Jane ve Gökhan daha sonra da Gökhan’ın odasına açık kapıyı çalmadan giren bir arkadaşımız tarafından çok çok daha samimi bir halde gözlenmişti. Bunun ardından ikisini Hiçbir arada görmedik. Aşk varmıydı? Yoksa stresli ortamın getirdiği bir yakınlaşma mı? Bilinmez. Gerçek şu ki bu olayla ilgili yorumlara çok gülmüştük. Stresimiz azaltmıştı bir nebze olsun. Aşk savaş dinlemiyordu, birkaç Amerikan askeri ve subayı da bazı sivillerle aşk yaşamıştı. Bu arada Irak harekatı güneye kayıyor, kuzeyde çatışmalar olsa da yoğunluk orada yaşanıyordu. Belli başlı tercümanların haricindekilere artık ihtiyaç kalmadığından çoğunun paralarını ödeyip gönderdiler. Şimdi en çok Kürtçe ve Arapça bilen tercümanlara ihtiyaç vardı. Kürtçe konuşan bir tercüman arkadaşımız sınırın öte yanında görev yapıyordu. Tezkere çıkmadığından bu anlık gerçişler illegal oluyordu tabii. Görevi bitip döndüğünde ajanlardan biriyle sohbet ederken Amerika’ya gitmeyi çok istediğini söylemişti bu arkadaş. İki gün sonra on yıllık vizesi ve uçak bileti hazırdı. Bu kardeşimiz ilk yasal yurtdışı seyahatini Amerika’ya yaptı. MÜTEAHHİT FİRMALAR BABA BUSH’UN Amerikan ordusunun istikham işlerini yürüten sivil bir amerikan şirketiydi. Bu şirket çalışanlarının tamamını emekli ordu ve gizli servis mensupları oluşturuyordu. Bunlardan bazıları emekliliklerinden sonraTayland’a yerleşmiş eski askerlerdi. Aynı ekip Bosna’da da çalışmıştı. Sohbet sırasında sordum, “büyük bir şirket galiba, hep muteahhitlik işleri mi yapıyorsunuz?” emekli asker, “sadece bu gibi durumlarda çağırırlar. Her zaman iş yapmayız. Bu işlerden de iyi para kazanıyoruz,” diye anlatmaya başladı. Şirket baba Bush’a aitti ve sadece emekli askerlerle emekli gizli servis elemanlanlarına iş veriliyordu. Anlatılanlara göre baba Bush bu tip bir çok şirkete daha sahipti… Diğer yandan CIA ajanları bize bu savaşın petrol yüzünden çıkmadığını telkin ediyorlardı sürekli olarak. Bana kalırsa tamamen yalan da söylemiyorlardı. Başka, bambaşka gerekçeleri de vardı… Yaptığım iş sırasında savaşın korkunç yüzünü çok yakından gördüm. Ancak gördüğüm, daha doğrusu anladığım daha önemli bir şey vardı. Bu tip savaşlar kamuoyuna anlatılan nedenlerden çıkmıyor, yaratılmıyor. Bu tip savaşlardan belli başlı sektörler besleniyor ve belirli sürelerde çıkarılmak zorundalar. Güç, kendinden daha zayıflara hükmediyor, onları kullanıyor. Gerekirse bir parmak bal çalıyor kimilerinin ağzına… İnsanı insanlığından utandıracak oyunlar dönüyor kimi zaman. Kimse de çıkıp hesap sormuyor,soramıyor… Yıllar sonra biri çıkıp, “kimyasal silah konusunda yalan söylemiştim” deyiveriyor. Büyük, çok büyük kazançların sağlanması için daha büyük kayıplar verdirmenin iğrenç zenaati bu. Başka da bir şey değil.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ahmet alpan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |