Sevginin ölçüsü ölçüsüz sevmektir. -Spinoza |
|
||||||||||
|
Kendinden her daim memnun Tuğçe, mükemmel siluetini unutup, hastaneye yetişmek için kampus kapısına doğru hızlandı. Uzaktan gülümseyerek gelen İlker’ i gördü. Salak Hazal’ ın İlker’ i. Hazal onun için salaktı. Nerdeyse dört senedir İlker’ in peşindeydi. İlker’ in sırf kendi kampüslerinde değil , “Yeditepeli şehrin tüm kampüslerinde götürmediği kız kalmamıştır” adlı şehir efsanesini herkes bilse de, Hazal ; “ yine bana dönecek “ temennisiyle kırk beşinci eski sevgilisini terk etmesini beklerdi. Aklından geçenleri anında silen Tuğçe kendisine gülümseyen İlker’e en şık gülümseyişi ile karşılık verdi. - Götürelim mi Bayan? - Acil olarak kampüsten çıkmalıyım, Kadıköy’e gidiyorum - Tamam, inci gibi yazınla tutuğun yöneylem notlarını ver, ben de seni uçurayım. Ne fırlama, ne piç kurusuydu bu İlker. Bedava günahını vermez. Hoş ben de vermem. Dedi Tuğçe nin zihni. O gün arabayı almamıştı ne de olsa o bir memur çocuğuydu evde hala tek araba vardı. Hastane işleri için annesine bırakmıştı. - Tamam Dedi Tuğçe gözlerini lütufkâr tavrıyla süzerek. İlker’ in hoşuna gitmişti griye çalan çelik mavisi gözlerinin süzülüşü. Tuğçe herkesin “ay lens mi takıyorsun ?“ sorusuyla hayranlıkla baktığı gözlerini, saçlarını, ellerini, tüm vücudunu söylemek istediğini dillendirmek için kullanmayı çok iyi bilirdi. Anneannesi çocukluğunda annesine; - Bu ne işveli kız yahu? Yok, bizim sülalede işve naz, Nalân. Suyun öte yanın işleri bunlar… Diyerek biricik babasına her zamanki gibi laf sokuştururdu. Annesi ise suskunluğunu bozmaz, kafa sallardı. İlker ‘in siyah arabasının yanına varmaları beş dakika bile sürmemişti. Fırlama çaktırmadan öğretim görevlilerinin parkını kullanıyordu. Arabaya binerken Tolga ve Mustafa’yı gördü. Üniversiteye ilk girdiğinde İpek’ le arkadaş olmuştu. İpeğin aşkıydı, kocaman sarman bir kedi gibiydi Tolga. Yumuşacık genizden çıkan sesi görüntüsüne eklendiğinde, ortak derslerde Tolga efsanesini doğurmuştu. İpek’te çok hoştu doğrusu. Zaten Tuğçe’ nin kendisi gibi haftada bir manikürünü tazeleyen, en az ayda bir kuaförü ziyaret eden, vitrinleri sıkı takip eden, dersini çalışan, ölçüyü kaçırmayan, bakımlı cazibeli arkadaşı olmalıydı. Ezik, süpürge saçlı vasatlarla işi olmazdı. Yanındaki arkadaşı koluna taktığı çantası gibi olmalıydı: Kaliteli, işlevsel bir aksesuar. Tolga ile göz göze geldi Tuğçe ve ona anlamsız bir bakış fırlattı. İkinci sınıfta İpek’ten gizli Tolga ile buluşmuş, ikisinin de bayıldıkları bilim kurgu filmini izlemişlerdi. Soğuk bir Şubat akşamı öpüşüp koklaşma aşamasına gelmişti ilişkileri. Tuğçe için bu aşama yeterliydi. - Vaktim var derdi. Tuğçe kendine hep. Tolga tüm bunlar yaşanırken; - - İpek anlar diye hem korkuyorum! Hem de heyecan veriyorsun sen bana. Onda olmayan canlılık sen de var benim için. Diye mırıldanırdı kulağına. Sahildeki tüm öpüşüp koklaşmaları bile bir süre sonra Tolga’yı kesmemeğe başlamıştı. - Sana ulaşamıyorum. Sanki duvarların var, beni de al onların arkasına. Derdi kocaman kedigözlerini yuvarlaklaştırarak. Tuğçe ise içinden; - Salak İpek sana daha yeni elini tutturuyor, bendekilerin onda birini bile alamıyorsun ondan, çeneni kapa, gönlünü eğle benim gibi. Tamam, yakışıklısın ama yetmez güzelim o benim istediğim hayata. İpek seni anca paklar. İkinci sınıfın sonunda artık canını sıkmaya başlamıştı ki Tolga bir gün; - Ben bu ikiyüzlülüğe dayanamayacağım artık, sen ne garip bir kızsın, en yakın arkadaşının aşkıyla çıkıyorsun ve hala onun canciğerisin. Bazen üçümüz bir aradayken, İpek’le içten içe alay ettiğini hissediyorum. İpeği yetersiz görüyorsan ne işin var onla? Tuğçe nin zihni ; “Yetersiz değil sadece bir çanta çünkü o bir çanta.” diye bağırırken -Senden hoşlandım ama artık bende duygusal yaratımın bitti. İpeği de artık bu işe karıştırma bana da yanaşma. Sözleri ağzından çıkıvermişti. İki yıl sonra İpek’ le hala canciğer arkadaştı, Tolga’dan uzak duruyordu. İpek; “Siz anlaşırdınız ne oldu ?” sorusunu iki defa sormuş, Tuğçe, omuz silkerek soruyu geçirmişti. Tolga ile yaşadıklarını İpek bilmek zorunda değildi. Bir erkeğe yaklaşmanın bedelleri vardı ve Tuğçe alacaklarını tutarını sağlamlaştırmadan bir daha ilişki riski taşımaması gerektiğini, öğrenmişti. Tuğçe arabanın içinde İlker’ e hadi gidelim derken, Tolga’ nın arabasın arkasına spor çantasını yerleştiren Mustafa onlara bakıyordu. Mustafa tipsizin tekiydi ama kızların bayıldığı yumuşacık bakan kahverengi gözleri vardı. Tuğçe hiç sevmezdi o gözleri, her şeyi hisseden, kıyafetlerini soyan değil ama düşüncelerini soyan sezen gözlerdi onlar. Biliyordu işte; Onun tüm hesaplarını mesafelerini, biliyordu, Mustafa. İlker arabayı hareket ettirirken CD çaları açmış, aracın tüm konforunu Tuğçe ye sunmaya çalışırken sordu; - Kadıköy’ ün neresine gideceğiz? - -GATA ‘ya - GATA hastane değil mi, ne işin var orda? - Babam kanser, onu hastaneye aldılar doktorlar, en son muayeneden sonra. İlker sustu bir an. Okuldaki her şeyi bilirdi o. Bu kızı da iyi tanıyordu. Derste hocalarını hayran bıraktıran, okulun iş bitirici, müzakereci, tüm kızların hasetle süzdüğü, şıklığı, çekiciliği ile çıkılacak kızların top onunda ilk üçüne girerdi her zaman. Kendisine benzeyen yanı da vardı bu kızın; Hiç zayıflığı yoktu görünürde. Tolga ile yaşadıklarını da bilen nadir kişilerdendi, ama Tuğçe’ nin profesyonel tavrı okuldaki dedikoduları kesmişti hızlıca. “Uyanık kevaşe! “ demişti sahilde ilk gördüğünde onları. Kıskanmıştı onları çünkü o şişirilmiş Tolga’nın yerinde kendisi olmalıydı. Kızamamıştı Tuğçe’ye yanında süs gibi Tolga’yı taşıdığını hissetmişti. İpek’se salaktı, su katılmamış salak. Tüm bunların ötesinde, Tuğçe’nin ilk defa ailesinden bahis ettiğini duyuyordu. - Baban daha iyi olur, İnşallah. Anlamsız bir laf öbeği çıkıverdi ağzından - Beş senedir tedavi görüyor. Benim babam atlatır. Bunu da atlatır. Dedi Tuğçe. Bir anda müzik, İlker araba her şey yok oldu Tuğçe için. Tuğçe’nin babası kaldı zihninde: Hakkı Tankut. Tuğçe’nin babası atlatırdı, bu krizi de atlatırdı. Emekli kurmay, üniforması içinde çakı gibi, kızına da hediye ettiği çelik mavi gri gözleriyle, çağdaş, disiplinli dünyanın en tatlı babasıydı o. Çocukken babasının kardeşi Gökçe’yi kucağına almasını istemezdi. -Babamın kucağı benim. Derdi Tuğçe. Babası ise; - Sen enfessin, has kızımsın bırak ona da lütuf edelim de, o da nasiplensin. Diyerek çapkınca göz kırpardı. Zaten Gökçe babasının kucağında sıkılır nedense sessiz silik annenin omzuna koşardı. - Baba sen soğuksun. Doğru babasının elleri serindi, her daim serindi, zarif elleri. Tuğçe için babası kusursuzdu, akıldı mantıktı, zarafetti, neşeydi her şeydi. İnsanların babasının duruşuna, derinlikleri dipsiz kuyularda gizli gözlerindeki hafif alaycı bakışa, tavrına, edasına hayranlığını hissederdi hep. Özellikle kadınlara deli olurdu. Annesine ise kızardı. Babasının böyle sünepe eşi olamazdı. Silik sönük, dümdüz süpürge saçlı, nine kıyafetli, birbirine hiç uymayan çanta ve ayakkabılar giyen annesi olsa olsa babasının değil, anneannesinin deyimiyle “Vakkas‘ın hanımı “ olurdu. Anneannesi eşraftan tüccar Necip beyin hanımı olarak, sadece refahı her daim yaşamış basit buyurgan bir kadındı, onun için. -Bizim soyumuz Karamanoğulların’ dan gelir. Derdi sıklıkla, hantal vücudunun, kaba saba ellerinin, olmayan soyluluğunu ifade etmek için. Hiç inandırıcı olamaz, kendince yol yordam bilmeyeni “Vakkas” olarak isimlendirirdi sadece. Tuğçe için anneannesi kasabalıydı, kabaydı. Çıka çıka annesi çıkmıştı, bu vasatlıktan işte. Babasının parası için annesi ile evlendiğini düşünürdü. Sadece annesinin evlenmeden önce çektirdiği, nadir resimlerinden birinde, sade, ufak tefek, utangaç bir kız olduğunu görmüştü. Babası, komşularının yeğeni olan, lise mezunu, çok sessiz utangaç, itaatkâr bakışlı kızı, belki de kendisine hiç karışmayacağını varsaydığı, üstelikte epeyce bir varlığı da beraberinde getirdiği için almıştı muhtemelen. Her daim yumuşak annesinin, bazen babasından daha güçlü olduğunu hisseder, kızardı. Yıllarca mutfaktan, ütüden çıkmamış, bu kasabalı, babasının hastalığında ilerlemiş yaşına rağmen araba kullanmayı öğrenmiş, babasını hastanelere taşımıştı. Yıllarca akşam herkesi doyurup, evini düzenini toparlayıp, en arka odada tekkesinde saatlerce Kuran okuyup, namaz kılmıştı. Babası: “ Kariyerimi kesersin Nalân “ demeseydi başını da örterdi, bu kadın. Tuğçe annesinin babasından çok korktuğunu sanırdı. Yıllar geçtikçe, aslında annesinin babasından değil de, babası için korktuğunu anladı. Babasına endişe ile bakardı annesi. Oysa babası için nasıl endişelenebilirdi ki? Asıl kendisi için endişelenmeliydi. Çapkındı babası. Kendisini hayranlıkla süzen kadınlar içinden seçerdi kendine birkaçını. Tuğçe bilirdi babasının sırf annesi ve kendileriyle yaşamadığını. Onun için hep terk edileceklerini düşünürdü. Sünepe annesi yerine, o hep en çalışkan, en şık, en güzel, enfes olmaya çalıştı, babasını evde tutmak için. Zamanla babasının seçimlerinin gel geç olduğunun, insanların babasının çapkınlığına da hayranlık duyduğunu, babasının da bu hayranlığa oynadığını anladı. Babasına herkes hayrandı ve saygı duyardı. Astları üstleri komşuları, bakkalları. İstihbaratçıydı Hakkı Tankut. Salonda kocaman bir kütüphanesi ve en az üç raf dolusu plaketi vardı. Tuğçe on yaşlarındayken, babası ülkenin uzak bir yerine gitmişti. Altı ay ondan hiçbir haber alamamışları. Salondaki babasına teşekkür bildiren, bu yazılı pirinç levhaları veya plaketleri okuyup, içini saran tarifsiz boşluğu doldurmaya çalışmaya başlaması, bu uzun yok oluşlarda başlamıştı. Bu dönemlerde annesi onlar yattıktan sonra tekkesinde sabahlardı. Kardeşi Gökçe ise -Babam nerde derdi. İlk günün sonunda. -Asker çocuğu soru sormaz! Derdi Tuğçe babasını taklit ederek kardeşine. -Asker çocuğusun ha? Tuğçe çocukluğundan sıyrıldı İlker’ in sözüyle. - Evet Kurmay………….. dı. Ama hastalığı ilerlemeden son iki yıla kadar aktifti, toplantılara katılıyordu. Biliyorsun bu ülkenin çağdaş insanlara çok ihtiyacı var hala. - - babanın asker olduğunu anlamalıydım dedi İlker göz kırparak - Herkesin dağıttığı Emre’nin partisinde makyajı bozulmayan bir sen kalmıştın. - Tuğçe’ nin hoşuna gitti İlker’ in yorumu. Evet dedi içinden, ben Hakkı Tankut’un kızıyım, kontrolünü gücünü bırakmayan, çelik manolyayım. İlk defa bir erkeğe gözlerini süzmeden olduğu gibi güldü. Vahşi tuhaf bir gülüştü bu. Saldırmaya hazır bir hayvanın sınırsız gücü çınladı gülüşünde. İlker rahatsız oldu bu gülüşten. İçindeki hortlağı uyandırmıştı bu gülüş, garip bir tınısı vardı, ölüm karanlık. Aman canım, kızın babası hasta ona ne senin hortlaklarından, sen kendine kızın bu halini yol yap da Tuğçe seninle de olsun. Sözleri geçti içinden. Tuğçe içinden geçenleri hissetti sanki - Şimdi zamanı değil. Der gibi gülen yüzünü astı, gözleri buza döndü. İlker kendi soğuğunu gördü o buzların içinde. Bitmek tükenmek bilmeyen yalanları, oyunları, gecenin ayazında hayalinde canlanmış terk edişleri. Kontrolü gücünü vermiyordu bu kız. Kendi tekelindeydi, kendi karanlığını paylaşmaya hiç niyeti yoktu. Araba GATA’ YA yaklaşmıştı, Tuğçe - Ben ineyim İlker sağ ol. Dedi eski kibar haline dönmüştü işte. O karanlık vahşi hayvan kafesindeydi gene. - Tamam, ben sana cebimi de vereyim lazım olursa hemen biterim, arkadaşlar bugünler içindir. Dedi İlker “hadi oğlum fırsatı kullan” diyordu beyninin tilkisi. Tuğçe pasını aldı zarafetle, çantasından cebini çıkarıp İlker in telefonunu kayıt edip arabadan indi. Hastaneye vardığında annesi ve Gökçe babasının kapalı olduğu odanın kapısında, demir sandalyelerin üstünde bekliyorlardı. Annesinin elinde tespihi, mırıl mırıl dualarını ederken, kız kardeşi de kafasını hep yaptığı gibi annesinin omzuna koymuş, dalmışken buldu. İyi ki başını da örtmemiş diye iç geçirdi annesine bakarken. - “Tanrı nın salak kuzuları gene otluyorlar” kardeşinin mel mel bakan gözlerini seçtiğinde. - Nasıl? dedi Tuğçe - Komaya da girebilir dediler annesi Allah fısıltısını ekleyerek - Gelecek mi? dedi Tuğçe - Kardeşi başını kaldırdı gözlerine hiçbir ifade katmayarak - - Aradım deyip başını tekrar annesinin omzuna yaslandı. Gelmeyecekti işte. Vefasız saygısız Ali Amca. Tuğçe sekiz yaşındaki şeker bayramının akşamına döndü zihninde. Babasının vefasız saygısız kardeşi ülkenin ünlü cerrahı Ali Amcası mutfaktaki kerevette nenesinin dizine yatmış -Kesip biçiyorum anne, neşterle makasla, şifa olsun içlerindeki zehirler çıksın, istiyorum. Şifa olsun, şifa olsun… Kendi içimi kesemiyorum zehri akıtamıyorum, zehir, zehir. Mırıldanıyordu annesine, nenesi ise -umut olsun, şifa olsun abinin aldığını geri ver, hayatı geri ver. Diyerek başını okşuyordu usulca amcasının. Elektriği yanmayan loş mutfakta. Babasının aldığı neydi? Babası her şeyi tam ve olması gerektiği gibi yapardı almaması gerekeni almazdı Hakkı Tankut. Bu nenesi de çatlaktı. Babası elini öpmek istediğinde zorla elini uzatırdı. Sünepe annesine ise sımsıkı sarılır “Allah dualarını kabul eylesin kızım” derdi. Bunun üzerinden on yıldan fazla geçmişti. Nenesi ölmüş Ali Amca kayıp olmuştu. Gazete kupürlerindeydi artık amcası. Yeri yurdu belliydi ama babası için kayıptı. Babası bir iki kere aramıştı ama amcası hiç gelmeyince ; “ben büyüğüyüm, saygıyı benim görmem lazım “ diyerek kardeşini aramamıştı. Vefasız ve saygısızdı babası için o. Babası gibi bir varlık, nasıl sevilmezdi, nasıl sayılmazdı? - Gelmez vefasız, saygısız! Babasının tonunda, yüksek sesle Tuğçe söylendi. Annesinin sesi çıkmadı. Gökçe ise dalgındı. - Merdivenlerden sakince çıkıp yanlarına gelene kadar hissetmedikleri uzun boylu, saçı sakalına karışmış, her zamanki kareli gömleği, kotunun altında iğrenç beyaz çorapları ve adi ayakkabılarıyla Haydar’ ı görünce, çıldırdı, Tuğçe. - Ne işi vardı bu sulu gözlü ayının hastanede? Gökçe idi bütün sebebi tabii ki salak Gökçe. Gökçe lisede başladığı dershanenin burslular sınıfından, bu ayıyı kendine erkek arkadaş olarak seçmişti. Yetmezmiş gibi, beş para etmez bir üniversitenin, ne idüğü belirsiz grafik tasarım bölümüne girmişti. Babası beş para etmez üniversiteyi ve bölümünü biliyordu şimdilik. Tuğçe delirmek üzereydi. Annesinin omzundan kalkıp, ayının boynuna atılan kardeşini, ayısı ve annesiyle baş başa bırakıp, merdivenlerin başına yürüdü. Buza dönmüştü gözleri gene. Her fırsatta sadece kardeşine değil, ayıya da laf sokuşturmuştu. Sıcak bir öğleden sonra, bir kafede kıstırdığı kardeşi ve ayısını esir almış, ayının gözünün içine baka baka - “siz Aleviler medeni görünmek isteseniz de az gelişmiş tarzınızla hemen her yerde fark ediliyorsunuz” Demişti, artık ayının masayı ve her şeyi terk etmesini bekliyordu. Oysa iki ayaklı bu ayı “Bundan daha normal ne olabilir, maddi manevi aç bırakılmaya uğraşılan ibadeti günah, düşüncesi zül sayılan bir topluluğun ne olmasını bekliyorsun ki sen ?” Diyerek masanın üstündeki Gökçe’nin ellerini sıkıca kavramıştı. Bu kadar yavan aşk gösterisi ve işittikleriyle Tuğçe kalkmıştı masadan. Gene de kardeşinin peşini bırakmamıştı. - “ Sen eziksin. Üç yıldır aynı ayı ile çıkıyorsun kızım, değil her gün ayı eti, her gün havyar bile yenmez !” Diğer taraftan bu ayı işine de yaramıyor değildi. Kendisi Babasının otoritesini içselleştirmişti. Babasından sonra, kendisine itaati bekliyordu Tuğçe. Deli Gökçe ise bırak kendisini, babasına bile posta koyardı. Altı yaşına bastığında kendisini derin bir havuza atmıştı babası. Su korkusunu değil, babasının sözlerini biatle dinlenmiş, yüzmeyi öğrenmişti. Gökçe altı yaşında suya atıldığında, yeri göğü inletmişti. Babası da havuza atlamak zorunda kalmıştı. Zırlaması üç saat süren Gökçe, “Canavar!” demişti babasına ağlaması bitince. Değil yüzmek vapura zor binmişti uzun süre. Huysuz Gökçe’nin bitmek tükenmek bilmeyen itirazları babasının hastalığına kadar sürmüştü. Babasının hastalığını öğrendikleri günlerin bir gecesinde, anneleri, babaları uyuyunca, onları tekkesine alıp, kapıyı kapatıp, -“babanız kefaretini ödüyor onu incitip kendi kefaretinizi yaratmayın” demişti. Annesinin garip konuşmasını hiç üzerine alınmayan Tuğçe, bu konuşma sonrası Gökçe'nin babasına daha hoşgörülü olduğunu gördü. Bir gün Gökçe' nin “ onu artık üzmemeliyiz” sözünü işittiğinde bu sözler ona yeni silahını vermişti. Babasına Haydar’ ı açıklamak tehdidi yıllardır diş geçiremediği kardeşine artık her istediğini yaptırıyordu. Tabii ki dozunu ayarladığı sürece. Merdivenlerden geri döndü Tuğçe aklında silahı ile -biliyorsunuz babam uyanıp onu görebilir dediğinde Gökçe öfkeyle ablasını süzerek; -Hatırlatmasan olmazdı hadi gel diyerek Haydar’ ı kolundan merdivenlere sürükledi. Koridorun diğer ucundan Cezmi Atiksoy belirdi, bir an. Bir bu eksikti; iç geçirdi Tuğçe. Cezmi Atiksoy babasının arkadaşıydı, ama onun kadar yükselememişti, emir komuta zincirinde. İskelet suratlı, küçücük kafası, zayıf çelimsiz gövdesine eklenti gibi duran kaba kemikli pençe görünümlü, kocaman elleri, yerle hala sesle inleten kocaman ayaklarıyla, hilkat garibesiydi. Çocukken korkardı Cezmi Atiksoy’dan. Babasının diğer arkadaşlarının , “Kaydırakçı” dediği, bu karanlık hortlağını hatırlatan adamdan. - Cezmi Amca parkta mı çalışıyor? Kaydırakçı mı onun için? Babasına soruyordu dokuz yaşındaki Tuğçe. İlk defa o gece babasının hortlağını görmüştü gözlerinde, soruyu sorduğunda ama babası onun ne gördüğünü sezmiş; -“kaydırakçı işi biteni itene denir .“ Açıklamasından sonra, gözlerindeki hortlağı kovmuş, ıslıkla o komik şarkıyı çalmaya başlamıştı. Tuğçe takılmıştı bir kere; İşi biten kimdi? Neden itiliyordu? Nerden itiliyordu? Babası çapkın bakışlarıyla; -sen güzel kafanı yorma bunlara has kız, yarın Topkapı'ya gidelim. Dediğinde Tuğçe için kaydırakçı bitmişti. Topkapı eğlence demekti. Babası yol boyunca cinli perili maslar anlatır, masalların bir yerini Fatih, Yıldırım, Süleyman adlı padişahlar süslerdi her zaman. Mağrur zalim ama muhteşem padişahlar.” Ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözüyle biterdi bu masallar. Yolculukları öğlen yemeğinde Sirkeci’de Filibe köfte ile başlayan ziyafet yazın dondurma kışın kestane ve Tuğçe’ nin canın çektiği abur cuburlar la süslenirdi. Yürümekten, koşmaktan, babasının masallarında yorgun Tuğçe, araba köprüyü geçene kadar zor ayakta dururdu. Köprü bitiminde uykuya dalardı. Eve kucakta çıkardı. Gökçe de tutturmuştu bir müddet bu gezilere katılmayı. Gereksiz zırlamaları, köprünün ortasında çişinin gelmesi, su bitince susaması, padişahlar niçin savaşmış cinler perilerden korkuyorum ben. Neden ölüm var gibi gereksiz sorularıyla can sıkıcıydı Gökçe. Üstelik eve çıkarken kucağı da kapıyordu. Kaydırakçı ona sadece babasıyla baş başa gezme fırsatını verdi son bir kere. İşte kaydırakçı Cezmi hafifçe bir reveransla annesine eğilip -“Nasıl komutanım Nalân Hanım? “ sordu cırlak sesiyle. Annesi önünde eğilinmesinden rahatsız; -Bekliyoruz Cezmi Bey kısaca cevapladı. Cezmi Atiksoy boğazını temizleyip cırlak sesine davudi hava vermeye çalışıp - Komutanım iyileşecek evvel Allah, biz onunla vatanı milleti nelerden temizledik, temizlediklerimizin yüzü suyu hürmetine gücünü kazanacak yeniden. Nalân hanım kaşlarını çattı, imkânsızdı bu onun için ama ani bir refleksle, çatılıverdi kaşları. -Karıştırmayın temizliği bu işe” suratını salladı. Tuğçe annesinin alışık olmadığı yüzüne bakıp ; “Çelik iradeli, dirayetli Nalân Hanım” dedi içinden babası gibi. Babası gençliğinde değil de ilerleyen yaşlarında annesinin kadife gözlerine dalar, bu sözlerle bitirirdi kahverengi serüvenini. Ayısını postalamış Gökçe geliverdi yanlarına. Cezmi Atiksoy’dan o da hoşlanmazdı. - Av köpeği kılıklı bu adamla neden hala arkadaşsın? Sormuştu babasına. Babası geniş geniş gülmüş; -av köpekleri sadece avı bulmaz, sadakat ve koku alma yeteneği ile belayı koklar def eder, seni ondan da korur demişti kızına. Gökçe soğuk bir selam verdi Cezmi Atiksoy’ a. Tuğçe de selamını ekledi. Hemşirenin belirivermesiyle hep beraber kapıya döndüler ama hemşire iş alışkanlığıyla hiç birine bakmadan kapıyı açıp içeri girdi. Üç kadın ve adam sessiz kaldı, gözleri ise kapıya takılı kaldı. Geçmek bilmeyen saniyeler sonrası kapı açıldı hemşire - Sizi içeri istiyor, on dakika en fazla lütfen yormayalım Dedi ve gitti. Tuğçe, babasını en son iki akşam önce, görmüştü. Bir an ne kadar zayıfladığını, küçüldüğünü, renginin acı sarıya döndüğünü fark etti. Bir zamanların koskoca Hakkı Tankut’u bakışlarıyla Tuğçe’yi yanına çağırdı. Gitti Tuğçe, yatağının yanında eğilip, elini tuttu. Annesi gene emir eri gibi yatağın dibinde hazır oldaydı. Gökçe ise annesinin omzunda. Tuğçe’nin elindeki el serindi, gene kuru, sanki ufalmıştı. Başını çevirdi Hakkı Tankut, gözleri başka bir hülyaya bakıyormuş gibi, usulca fısıldadı; - Ayşe, Ayşe.. Gözleri Tuğçe’deydi, gördüğü ise Tuğçe değildi. Son kez “ Ayşe “ diyerek gözünü kapadı. Tuğçe bırakamadı babasının elini, bu halinde ikrar ettiği onun değil Ayşe nin adıydı. İçine kıskançlık zehri akmıştı, hiç ummadığı bir anda. Biliyordu Tuğçe Ayşe’nin kim olduğunu. Evdeki yüklüğü Gökçe ile karıştırırken küçük kırmızı kutuyu bulmuşlardı. Kutudan siyah beyaz bir fotoğraf çıkmıştı ilk önce. Babasının boynuna sarılmış bir çift kol, bikinili, profilden hoş bir genç kıza aitti. Tuğçe bu profili kendine çok benzetti. Hatta Gökçe bile; - A, abla kıza bak gözleri hariç aynı, sen. Demişti. Bir tek bakışları hariç, insanın içini okuyan bakışları hariç aynı Tuğçe’ydi. Bakışlarında babasına şefkat sevgi de vardı, tüm o sorularının arasında. Babası, bu kadınla beraber kıyıda bir sandalın kenarına oturmuştu. Heybetli vücudu ve çapkın bakışlarıyla kameraya gülümsüyordu. Babası da bu kadınla beraber olmaktan çok mutlu gibi gelmişti Tuğçe’ye. Sonra Gökçe kutuda altıya katlanmış sararmış bir kâğıt buldu. Yer çıplak oturuyorum betonun üzerinde, Yan odadan Hakkı’nın uluması geliyor : “Temizlik ulan temizlik, temizlik medeniyettir.” Ve Haydar haykırıyor “Anam oy anam “ Hakkı belliyor Haydar'ın anasını sabaha kadar, akşama kadar, zaman yok, mekân yok, karanlıkta sesler var sesler sesler. Bunu da unut Hakkı Tankut, unutabilirsen bunu da unut! Bu kadardı sararmış kâğıtta yazılı olanlar. İçinde yazılanlar değil de inci gibi bir el yazısıydı Tuğçe’yi ilgilendiren. Babasının yazısı değildi ve yıllarca o yazıyı taklit etti. Onun bu taklit uğraşı, babasını mutlu etmişti. Tuğçe'nin defterlerini eline alıp okşar severdi babası, ya da Tuğçe’ye öyle gelirdi. Kırmızı kutunun hikâyesi Gökçe ile özenle sararmış kâğıdı ve resmi kutuya yerleştirip, buldukları yere geri koymalarıyla keşif oyunlarını bitirmeleriyle sonlanmamıştı. Gökçe ile uzun süre resimdeki kadını, kâğıttaki yazıyı konuşmuşlardı ama her ikisi de nedense anne veya babasına soramamıştı resimdeki kadını, yazıyı. Tuğçe’nin hayallerinde resimdeki güzel kadın annesi olmuştu. Bu sünepe Nalân onun annesi olamazdı. Babasını çok mutlu eden bu kadın belki ölmüştü, belki kaçmış gitmişti Haydar’la. Artık yoktu ama Haydar’ dan nefret ediyordu, annesini çalmıştı. Tabiî ki bu hayallerini Gökçe ile paylaşmamıştı, Gökçe’nin annesi Nalân’dı. Gökçe durur durur kırmızı kutuyu anımsardı. Babasının hastalığını öğrendiklerindeyse, geceyarısı ders çalışmaya dalmış Tuğçe’nin odasına çat kapı girmişti. Yatağın ucuna ilişmiş, dünyanın sırrını çözmüş bilge havasında, Tuğçe’ye - Bizim bir perdemiz var geçmişle bugün arasında. Annem biliyor, babam biliyor neyin örtüldüğünü, sen ve ben bilmiyoruz. Seninle de sadece bu konuda anlaşıyoruz, abla. İkimizde örtüyü kaldırma niyetli değiliz. Senin muhtemelen işine gelmiyordur, benimse cesaretim yok. Diyerek, odadan sessizce çıkıp gitmişti. Tuğçe babasıyla beraber kapadığı gözlerinden yaş süzülürken , “Ayşe’ye gidiyorsun baba, o çok sevdiğin Ayşe’ye ” diye fısıldadı. Birden babasının bağlı olduğu cihazın çıkardığı sesler sustu. Gökçe fırladı odadan, “Hemşire doktor “diye bağırmaya başladı. Annesi “Allah’ım affet, sen rahmansın, rahimsin sen affet “ mırıltılarını daha da yükseltmişti. Hemşire koşarak gelip iki kadını da dışarı çıkardı. Doktor ise hemen ardından yetişti odaya. Artık üç kadın kapının önündeki sandalyelere yığılmışlardı. Cezmi Atiksoy ortadan kaybolmuş, koridor, annenin tespihi sesi hariç sessizliğe gömülmüştü. Ne kadar zaman geçti fark edemedi, Tuğçe, hemşire ve doktor odadan çıktı. Doktor “ Sabahı çıkarır inşallah gene de kesin konuşmayalım“ dedi kapının önündekilere. İnsani tınıları zaman zamanı kendini ele verse de mekanik bir sesle. Nalân Hanım’ın; “Bağışla, affet” şeklinde elinde tespihle zikir yapmaya başladı sanki. Tuğçe saati unuttu, mekânı unuttu, zihni sustu. Gökçe ile annesi gölge oldular ve gözleri kapandı bir anda. Karanlıklar içinde koştu, durdu Tuğçe kulağında “Bunu da unut Hakkı Tankut, unutabilirsen bunu da unut!” çığlığı yankılandı bir an ve yerinden sıçradı. Koridorun sonundaki pencerede tanyeri kızarmıştı, sabah oluyordu. Gökçe’ de kendisi gibi bayılmıştı annesinin omzunda. Bir annesinin zikrinin bitmediğini duydu. Her bir tespih tanesi sırasınca, “Bağışla, afet” diyordu Nalân Hanım. Tuğçe öfkelendi annesine. Başını annesine çevirip; Nesi var babamın af edilecek? Adam gitti senden başka kadınla oldu diye af mı diliyorsun Allah‘tan? Dedi Nalân’a yüksek sesle. Nalân afalladı. Şaşırırsın tabi! Ben biliyorum gerçeği. Kırmızı kutudan haberim var, resmi gördüm babamın sakladığı, senden çok daha güzelmiş Ayşe, gördüm ben. Nalân kızına şefkatle baktı. Çoğunlukla endişe ile bakardı kızına oysa. “Babana çok benziyorsun “ der, okur okur üflerdi kızını. Tuğçe şaşırdı annesinin surat ifadesine. Neydi bu şimdi? Nalân Hanım tespih çekmeyi bıraktı. Elini dizine koydu. Hafif bir iniltiyle, konuşmaya başladı: - Ayşe senin halandı Tuğçe. Babandan beş yaş küçüktü. Resim okumayı bitiriyordu biz evlendiğimizde. Sen gözlerin hariç halana benziyorsun, zaten babanla halanda aynıydı. Baban halanı severdi ama “ yaramaz “ derdi onun için. Huyu Gökçe gibiydi. Söz dinlemez, zora gelmez.. Baban ihtilal de sorgulara giriyordu. Biz sorgu bilirdik meğer işkenceymiş o girdikleri. O kargaşanın içinde halanı da almışlar içeri. Söz dinlemezdi halan. Dedim ya ne işi vardı anarşiklerle? Gözleri daldı Nalân Hanım'ın, iki damla yaş döküldü, sessizce yanaklarından ve devam etti: Halan babanı dinlemiş içerde. Hakkı ne yapmışsa yapmış, Ayşe dinlemiş ağabeyini. Sonra baban Ayşe’yi fark edip, çok uğraştı onun için. Çekip çıkarttı, halanı oralardan. Ama halan korkuyordu artık her şeyden. Hiç kimseyi istemiyordu yanında bütün gün odasında, yatağının üstünde sallanır durur “Neden ?” derdi, “Neden? “. Sen karnımdayken ninenlere gittik gene. Baban “ doktora gene götürün bu kızı, daha kuvvetli haplar içirsin ona, unuttursun işte “. Diye öğüt veriyordu ninene. Ayşe’ nin odasının kapısı açıldı, yıldırım gibi salona koştu halan. Bir yandan söyleniyordu “Bunu da unut Hakkı Tankut, unutabilirsen bunu da unut!” Durup derin bir nefes aldı Nalân Hanım. Tespihinden güç aldı elindeki taneyi okşayarak ve devam etti: Hızla balkonun kapısı açıldı ve halan beşinci kattan aşağıya betona çakıldı. Attı kendini. Sustu Nalân Hanım, zamana mekâna geri dönmeye çalışıyordu sanki. Ayılınca konuşmaya başladı: Baban evde halanla ilgili her şeyi yok etti, ninen öldüğünde, zaten Ali Amcan babandan önce toplamıştı çoğunu. Ali Amcan’dan ben rica ettim o kırmızı kutuyu, resmini, son yazısını. Kırmadı beni Ali Amcan, severdim ben Ayşe’yi, yaramazlığını bile. Gün ağarmıştı koridorun penceresinde. Tuğçe kalakalmıştı iskemlesinde. Gökçe’nin nefesi duyuluyordu annesinin sol yanından. Başını artık mavileşen göğe çevirdi Tuğçe ve “ affet “ diye mırıldandı, “ Bağışla affet”.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İkbal Elvan Türkel, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |