Sadede Gelmenin Yolları
Sevk ve idare mekanizmamızın karanlık yönünü yakından tanıyan ve yazılarımızı dikkatle takip eden okuyucularımızın gayet iyi bileceği üzere devletin kötü yönetilmesinin insanların sinirlerinin bozulmasında oynadığı önemli role daha önce pek çok yazımızda değinmiştik. Lâkin değişen ülke koşulları gereği bu konuyu bir kez daha, fakat bu kez farklı bir biçimde yeniden ele almakta fayda gördük. Zira bizim durduğumuz yerden bakılınca görülen odur ki devletimiz artık bırakın kötü yönetilmeyi, yönetilmiyor bile. Yani bir sevk ve idare mekanizması olarak devletin yönetici kadrolarını işgal edenlerin bizzat kendileri yönetme işini bir tarafa bırakmış, yönetilmeyi marifet beller hale gelmiş ve hatta bununla da kalmayıp lâf ebeliğiyle gün geçirmekten başka bir iş yapmamayı seçmişlerdir seçildikleri günden beridir. Meselâ zannımızca şu diyalog pek manidardır yurdumuzun içinde bulunduğu kaygı verici ve bir o kadar da düşündürücü, hatta tabiri caizse akıllara durgunluk verici durumu gözler önüne sermesi bakımından:
Merhaba efendim.
Merhaba, merhaba... Lâkin fazla uzatma, sadede gel. Son durum nedir?
Onyedi öğretim görevlisini, iki, altı ve dokuzluk gruplar halinde ve üç seferde işten attık efendim. Gerekçe olaraksa yaptıkları grevi “izinsiz olarak işe gelmeme vakası” olarak lânse ettik.
Pek iyi etmişsiniz ama bence bu sayı son derece yetersiz; mümkünse hepsini işten atın; böylelikle üniversitelerin kapatılmasını sağlayın, suçu da her zaman olduğu gibi gene öğretim elemanlarına atın. Öğretmenlerin grevi ne oldu peki?
Grev sürüyor efendim. Eğitim kurumları felç olmuş vaziyette; veliler endişeli, öğrencilerin sinirleri ise son derece bozuk.
Güzel. Peki tüm diyalog kapılarını sonuna kadar kapadınız mı?
Kapadık efendim. Sendikanın bizimle diyalog kurmasını imkânsız hale getirdik. İnadımız keçi inadı...
Harika. Grevin bir ay daha sürmesi ve böylelikle de sınavların iptal edilip eğitim sisteminin tamamen felç olması, bu vesileyle de işte geleceğin karartılması için ortada gaspedilen bir hak olmadığını söyleyip herkesi sinir edin. Biliyorsunuz sinirli insan doğru düşünemez ve hata yapar.
Hakların gaspedilmediğini, daha doğrusu ortada gasp edilen bir hak olmadığını zaten söyledik, söylüyoruz ve söylemeye de devam edeceğiz efendim.
Pek yerinde. Peki ya askerlik yasası ne oldu?
O konuda hiçbir endişeniz olmasın efendim. Asker sivil el ele öyle bir yasa hazırladık ki yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızın adaya dönmesini imkânsız hale getirdik. Ölene kadar askerlik yapmak zaruretini doğurduk. Ayrıca sivillerin askeri mahkmede yargılanabilmesinin önünü daha da açtık. Vatandaşı yapay suçlarla itham edip askeri mahkemelerde süründürmeyi plânlıyoruz. Sistematik bir biçimde yoklama kaçağı durumuna düşürdüklerimizin cezalarını da enflâsyona paralel olarak arttırdık. Vatandaşlarımız adaya ayak basar basmaz asgari ücretin dörtte biri kadar ayakbastı parası topluyoruz. Vicdani, akli, felsefi, fiziki, ruhi, yani işte her tülü reddin de önünü tıkadık. Askerliği reddeden olursa hücreye tıkıp ölüme terkedeceğiz. Kısacası siyasetimize ve birbiriyle çelişen maddeler ihtiva eden yasalarımıza karşı olanları askere havale ettik de denebilir sanırız. Tabii biliyorsunuz bunu söyleyenleri allah acısa da asker acımaz. Yani her şey tıkırında...
Muhteşem. Kıbrıs sorunu nasıl gidiyor?
Öyle bir sorun yok efendim. Rum tarafı ve AB, askerin adadan çekilmesini istiyor o kadar.
Hımm, demek öyle? O halde asker sayısını seksen bine çıkarın. Hem böylece adadaki asker sayısıyla Kıbrıslı Türk sayısı da eşitlenmiş olur, kişi başına bir asker düşer.
Düşer efendim. Bu arada unutmadan hemen belirtelim, toprak da istiyorlarmış ama onlara bunun sorun olmadığını, gerekirse kendilerine kamyonlarla toprak verebileceğimizi söyledik.
İyi etmişsiniz. Saçmalığa daha büyük bir saçmalıkla karşılık vermek pek yerinde bir davranış olmuş. Bu arada Rum mallarını yağmalamayı ve memleketi ona buna peşkeş çekmeyi de sürdürün. Rum mallarının üstüne bal döküp yalamayı ise ihmâl etmeyin. Gündemimizde daha başka neler var?
Eem, hah, geriye kalan Kıbrıslı Türkler’in adayı bir an önce terketmesi için gerekli koşulları yaratmakla meşgulüz şimdi.
Evet, evet, yes be annem! Barra be annem. Mümkünse Kıbrıslı Türk olarak sadece CTP parti meclisi üyeleri kalsın bu kaymak adada.
Haklısınız efendim; CTP parti meclisi üyleri yeter de artar bile KKTC’yi sonsuza dek yaşatmaya.
Fazla bile gelir hatta. Herneyse, dediğim gibi, Kıbrıslı Tükler’in yokoluş sürecini daha da hızlandırın. Otel, kerhane, kumarhane yapın, sağa sola beton yığın, dağlardaki ağaçları sökün, yerlerine bayrak dikin. Ormanları yakın, yerlerine taşlar koyup kırmızı beyaza boyayın, boyadığınız bu taşları ışıklandırın, Rum’u rencide ve sinir edin. Karpaz eşeklerinin neslinin tükenmesi yolunda bölgeye silah sevkiyatı yapın. Kıbrıs sorununun çözümünü mümkün mertebe zorlaştırın. Görüşmelerde neler olup bittiğini ise halktan gizleyin. Çözümsüzlük için Rum’u ve dünyayı suçlayın. AB yasalarının yanı sıra kendi yasalarımızı da hiçe sayın, anayasayı çiğneyin, kimseye çaktırmadan geviş getirin. Adaleti ayaklar altına alın ve bununla yetinmeyip onu ezim ezim edin. KKTC’yi sonsuza dek yaşatmak için ne gerekiyorsa yapın işte, bunları söylemem gerekmesin artık size...
Bugün pek histeriksiniz efendim.
Öyleyim evelallah, lâkin kes sesini, konuşma... Şimdi git askerin önünde el pençe divan eğil, anavatana şükran çek, KKTC’yi sonsuza dek yaşat, üstüne bir de otuzbir çek, vebugibi...
Yaşatayım efendim, çekeyim efendim. Ama sanırım önce diriltmem gerekecek söz konusu hilkat garibesini.
Saçma sapan konuşacağına insanımızın yokoluş sürecini daha da hızlandır. Durma, bas gaza... Bunu yaparken de “farklılıklarımıza rağmen birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” söylemini ağzında sakız et. Tekrar geviş getir, gerekirse bu dünyayı dize getir.
Size çay da getireyim mi efendim?
Çay da getir bana; ama tavşan kanı değil, Kıbrıslı Türk kanı olsun, hem de ince belli cam bardakta; yanına bir de simit koymayı ise sakın unutma...
Peki ya tasma?
Ma daha durun be, hade barra, barra be barraa, varraa, zorraa, lôrra da gorraa!
Son derece kutsal lâflar ettiniz, dolayısıyla da işte veledallin amin, ey ulular ulusu ve de hangi vesileyle olursa olsun kadimliğinin boyutlarını dillendirmeyi anlamsız kılacak derecede kadim olduğunu düşündüğümüz pek muhterem efendimiz!
cengiz erdem, afrika gazetesi, 28 Mayıs 2008
Üçüncü Çoğul Şahıs Nezdinde Gereğinin Yapılmasını Lânetlerimizle Talep Ederiz
Pek muhterem efendimiz,
Bilmenizi isteriz ki Brüksel’e kadar gelip de bizi ziyaret etmemiş olmanız inanın bizi son derece derinden yaralamış, adeta işte yüreğimizi dağlamıştır. Oysa bizim size söyleyecek o kadar çok sözümüz vardı ki... Herneyse ama, madem ki gelmediniz biz de size zamanında askerle danışıklı dövüş yaptığını iddia ettiğiniz ve şu anda elinizde tutmakta olduğunuz bu gazetenin sayfalarından seslenmeyi uygun bulduk.
Öncelikle sizi Ercan Devlet Havaalanı’na KKTC bayraklı cumhurbaşkanlığı forsuyla iniş yaptığınız için tebrik etmek istiyoruz. Yalnız merak ettiğimiz bir şey var sevgili pek muhterem efendimiz; Brüksel’e inerken de takmış mıydınız uçağınıza o bayrağı, yoksa bu sadece Kıbrıs’a inişinize özgü bir iniş biçimi miydi? Yani demek istiyoruz ki, Avrupa topraklarında başka türlü, Ortadoğu topraklarında ise daha başka türlü bir insan mı oluveriyorsunuz siz? Biz alıştık gerçi sizin bu sağ gösterip sol vurmanın da ötesine geçen ikiyüzlü şaklabanlıklarınıza, lâkin vatandaş merak içerisinde efendimiz. Bizim görevimiz de vatandaşın merak sebebiyle sorduğu ve sizin yanıtsız bırakmakta ısrar ettiğiniz soruları yanıtlamak olduğuna göre, sanırız ki sorumuzun pek de öyle abesle iştigal bir soru olmadığını siz de takdir etmişsinizdir.
Herneyse, tüm bunlar teferruat aslında. Asıl önemli nokta Kıbrıs sorununun çözüm sürecinde gerçekleşen görüşmeleri neden mahrem tutmak eğiliminde olduğunuzdur. Yoksa Türkiye’den gizli işler mi çeviriyorsunuz? Yoksa aslında Kıbrıslı Türkler’den değil de, Türkiye’den mi gizliyorsunuz görüşmelerde konuşulanları? Merağımızı mazur görün efendimiz, lâkin siz de takdir edersiniz ki biz de umutlanmak istiyoruz tıpkı sizin gibi. Hatırlayacağınız üzere marazi bir toplum olduğumuzu söylemiştiniz bir-kaç ay önce, fakat maraz etmemek için tek bir gerekçe bile göstermemiştiniz bizlere. Şimdi de işte görüşmelerden son derece umutlu olduğunuzu söylüyor ve bizim de tıpkı sizin gibi umutlu olmamızı salık veriyorsunuz. Ama devletin kendi insanına zulmetmeyi marifet bellediği ülkeler arasındaki yerimizi her geçen günle birlikte sağlamlaştırdığımız artık su götürmez bir gerçek halini almışken ve ortada umutlu olmamızı gerektirecek en ufak bir gösterge yokken nasıl olur da umudu bahis konusu yaparsınız, inanın anlayabilmiş değiliz. İşin daha da ilginç yanı ise çözüm ve barış diye diye bizi kalıcı bir çözümden ve adil bir barıştan uzaklaştırmak yönünde eylem ve söylemlerde bulunmayı marifet bellemenizdir. Bunların artık gizlenmeye bile gerek görülmemesi, bilâkis aleni bir şekilde yapılmasının son derece kaygı verici ve bir o kadar da düşündürücü bir durum arzettiğini söylemeye ise bilmiyoruz gerek var mı. Meselâ kendi insanına ambargo uygulamaktan başka bir amaca hizmet etmeyen ve Kıbrıslı Türkler’i Kıbrıs’tan tecrit ve izole etmeye yönelik olarak asker sivil el ele yeniden düzenlediğiniz askerlik yasasını imzalamanız da sizin ne denli kötü niyetli bir tip olduğunuzu da bir kez daha kanıtlamıştır. Söz konusu askerlik yasasına imzayı basmadan önce yasa metnini okuyup okumadığınızı bilmiyoruz, ki zaten bu bizi pek ilgilendirmiyor. Bizim için mühim olan söz konusu yasanın sizin onayınızdan geçip yürürlüğe girmiş olmasıdır. Yurtdışında yaşayan soydaşlarımıza üvey evlât muamelesi yapan söz konusu yasayı imzalarken hiç mi vicdanınız sızlamadı, diye soracak değiliz size, zira sizin vicdanınız olsa ne yazar, olmasa ne?
Bilgiden ve beceriden yoksun oluşunuz ise işlediğiniz suçları hafifletmeye yetmiyor, yetmeyecek ne yazık ki. Tüm bu vesilelerle de işte sizi insan yönünün karanlık yönünü gayet iyi tanıyan okuyucularımızın huzurunda bu köşeden bir kez daha lânetlemek istiyoruz ey idrak kabiliyetinin cüziliği insan olanın aklına durgunluk vermesi kuvvetle muhtemel seviyelerde seyreden pek muhterem efendimiz!
cengiz erdem, afrika gazetesi, 30 Mayıs 2008