27.11.2007 13:30:20
|
talk show life |
| |
gece mor carsafli yataginda tek elini yastigin altina sokmus, yanaginin ustunde uyumaya calisirken aklina gelen, vucudunu titreten, zihnine korkunc bir huzursuzluk veren dusuncelerle kivraniyordu. her sabah uyandiginda duydugu o hafiflik duygusu, islak agzi, ve basucunda duran su bardagi yoktu bu sabah uyandiginda. karnini icine cekip bir an icin gozlerini kapatti ve gunesin gozune girip onu rahatsiz etmedigi ama icini isittigi bir sahil evinde olmak istedi. o evde sabah kahvaltilarinda portakal suyu icilirdi. kimsenin acelesi yoktu. herkes sevecendi ve gazete okuyorlardi. o ise acele acele kahvesini icip gozune giren gunes ve saclarini dagitan ruzgarla kotu kokan bir minibuse binip masasinin basina oturmak uzere ise gidecekti. nefret etmiyordu bundan ama yine de birakmak icin gecerli nedenleri vardi. sabah uyandiginda yan bakkaldan bir sise sut alip kedisini beslemek ve kendine cay demlemek istiyordu. rahat ve guzel bir yasam icin didinip durmak, bir gun bunun olabilecegi umuduyla giderek nefret ettigi isler yapmak ruhuna iyi gelmiyordu kotulestiriyordu onu gunden gune enerjisini bitiriyordu. hayata karsi surekli bir savasim icinde olmak, elde etme cabasi ve nefes almaya vaktinin olmamasi onu sikiyordu.
|
|
09.09.2007 21:08:18
|
talk show life |
| |
şansa inanmazdım hiç eskiden. piyango bileti almak için durmazdım sokağın ortasında, bira içilen yerlere gelip kazı kazan satan tiplere gıcık olurdum, hayatlarıyla oynuyorlardı, hoş değildi, sadece gerçek ve biraz da rüyalar vardı, çünkü rüyalar hayatımı renklendirmeye yetiyordu, o kadar da karanlık değildi. hatta tabii ya, güneştim ya ben, kendimi de aydınlatmışım o zamanlar, saçlarıma çiçekler taktığım zamanlar, gecenin bir körü pencereden sokağı izleme gereği duymadığım zamanlar, herhalde her şeyin daha parlak olduğu zamanlardı.
şans bir süre sonra denk gelmeye başlamıştı, ama pek de iyi şans sayılmazdı, o zaman su ve kahve ve sabahları 6 buçukta uyanınca aynadan kendime bakarken rahatsız olmamak vardı, o zaman hava daha soğuktu, yağmur da yağmıyordu, kuru bir ayaz vardı, söğüt ağacının yaprakları dökülmüştü, altında oturunca bile üşüyordu insan, sahne arkasına geçmiş gibi hissettirmiyordu artık dalları. yıllar önceydi sanki, ama güzeldi de, suç işlenmişti, sanki dışarlarda bir yerde, ahşap masalarda oturan gözlüklü insanlar hep benim hakkımda konuşuyordu ama pek de önemli değildi çünkü gerçeği bulduğumu düşünüyordum, sanki gerçek kırmızı içkiler ve bir gün beni alıp götüreceğine, uzaklara götüreceğine inandığım bir çift elden ibaretti.
zaman geçiyordu, sanki giderek uzaklaşıyordu hayat, düşmek ve yükselmek birlikte gelmişti ama dengede duramıyorlardı, hava kararınca uyku tutmamaya, sabahları beden yataktan kalkmak istememeye başlamıştı, kahve ağır geliyordu, sözler batıyordu, kalbimi acıtıyorlardı, ha bir de kalbimin olmadığı söyleniyordu, hani annem bana kurabiye yapıp çay getirince söylerdi, iyi bir insan olduğumu, bunlar siliniyordu, ama vazgeçemiyordum, vazgeçmek zordu, bir gün güzel olacak, birlikte paylaşacağız sözlerimizi ve artık masalardan kalkıp gitmeyeceğiz ayrı yerlere diye umut ediyordum.
olmadı, bir hafta geçirdim abuk subuk, geçenlerde bir hafta, renkliydi, ama aynı zamanda bulanıktı bu renkler, saat vuruyordu ve korkutuyordu bizi, belki zamanın geçmesi değil, onun pek farkında değildik kanlardaki anormal oranlardan, ama sesler korkutuyordu, birlikte ve yalnızdık, fazlasıyla klişeydik ama çok gerçektik, bir süre sonra acıtmamaya başladı, kim diye sormuyordum, yanına gidip kollarına dokunmak, gözlerimin içine bakmasını istiyordum, ya ben beceremiyordum samimi biri olmayı ya da o istemiyordu. kim bilir. ama renkler vardı, turuncu, akşamüstü hava kapanıyordu, serinliyordu, yalnız başımaydım, telefon bir köşede duruyordu, sanki bir şeyler değişecek diye umuyordum ama fazla bir değişiklik yoktu, iştah, duyarlılık, tüm bunlar bir anda silinip gitmişti, belki o yola girdiğimizi fark etmiştim ama kendi kendime açıklayamayacak kadar korkak ve zayıftım, zayıflık çok fazla şey kaybettiriyor insana, yapraklar, şişeler, kırık bardaklar, evde ağır, ama güzel bir koku bırakıyor ama gücünü alıyor elinden, hayır veya evet diyemeyecek kadar, cevap veremeyecek kadar zayıf.
tabi eğleniyordum da bu durumdan, yirmi dört saat, durmak yok, abuk subuk konuşmalar sıkmıyordu beni, bir arkadaşım geliyordu, loş ışıkta ilişkilerden bahsedip, akşama doğru dışarı çıkıyorduk, bir yerlere davet ediliyorduk, hoştu tabii, eğlence son dozlarda, aynadaki suratım, boynumdan gelen yasemin kokusu, heyecan vardı, çok fazla plastik bardak ve serin hava, duvara yansıtılan garip resimler, yanımda biriyle aşağıya sigara atınca çamları yakacağımızı düşünüp bir an için korkmak sonra aşağılarda bir yerlerde çantamı aramaya gitmek, ve ev her zamankinden daha aydınlıktı, sonra korku filmi gibiydi bazen tabii, ama korku filmini seyredemeyecek kadar, -kaldı ki içine gireyim, dalgındım, uyuşmuştum, eğlenceden değil belki ama yirmi dört saat diyorum işte, cevap vermek zor geliyordu, belki de istemiyordum, o kadar da mühim değildi, yine sabah olacaktı ve yine beni bırakmayacak bir kaç şişe ve arkadaş vardı.
bundan sonrası çok daha hızlı, bir anda hızlandı, renklendi, kana bulandı, birileri bayıldı, mutfaktaki masa örtüsünün renkleri birbirine karışıyordu ve biz gülüyorduk, loş ışıkta, sonra insanlar sinemadan ve ufolardan konuşuyordu balkonda, birileri yatağımda sızmıştı, tuvaletin kapısı açılmıyordu, biz gülüyorduk, yanyana, herkes, insan, insanlar, sabaha kadar, uyku yok, bir gün biteceğini bilemezdim zaten, ama özlemek de gelmiyordu içimden, düşünmek yetmiyordu o yüzden ben de düşünmüyordum, küpelerim sallanıyordu kulaklarımdan, bazen ellerim titriyordu, içtiğim her şey boğazımdan geçip tekrar ağzıma gelmeye başlamıştı, evde ekmek yoktu, bir kaç parça kraker, köpek de yok, koridor bomboş, her zaman değil tabi, geceleri mesela çok fazla ayak sesi vardı, durmuyorduk, kimse, kimse durmak istemiyordu, nedendi ki durmak, gerek var mıydı, bütün şişeleri birbirine karıştırıp içiyorduk artık, son güne dek, yalnız kalana dek, sonsuza kadar yalnız ve bundan dolayı mutlu, mutlu da denmez buna ama hissizleşmek böyle bir şey olsa gerek, düşünüyorum yalnızlık hem de yarıyordu bana, uzaklarda, bir güney sahilinde ne halt edecektim, kendimi kaybetmekten öte, ama zaten en başından beri bu değil miydi istediğim tek şey. |
|
31.08.2006 02:37:07
|
talk show life |
| |
bir çift kristal küpe, kırık bir ametist yüzük veya kadife kurdelalı tozlanmış pabuçlar dünyevi zevklerimi tatmin ederken algı kapılarımın bu enfekte olmuş hali beni sonu gelmez hezeyanlara, elma bahçelerine ve hafifce canımı yakan bir var olma saçmalığına sürüklüyor
2004 |
|
31.08.2006 02:36:31
|
talk show life |
| |
kendime bi christian dior pardösü alacak kadar param olsa o parayla christian dior pardösü almam, ne bileyim onun yerine ağaçlardan kiraz toplarım yere düşüp dizimi kanatırım elimde tutamadığım cam kasenin kırıkları avcuma batar falan. sokakta uyumak pahasına o şehre giderim mesela diş fırçası bile almadan...
2004 |
|
30.08.2006 22:40:34
|
talk show life |
| |
önce birileriyle paylaşacağını düşündü. sarı kurdeleli kızlar, cin-vermut, manhattan, ciao, modern zamanlara ayak uydurmuş isimler, öbekler, kalabalıklar. sonra paylaşmadı ama her zaman düşündü. denize karşı bir sigara tüttürürken veya küçük lokmalar halinde mandalina yerken küçük sehpanın üzerinden. içine, renkli toplu iğneler koluna batıyormuş, köftenin yağı ellerine sıçrıyormuş gibi bir his vererek bir huzursuzluk çöreklendi. paylaşmadı ama huzursuzlukla düşündü. yelkenlilerin direklerine bakarken, erkek gömleği giymiş kızlar geçerken yanından, hava nefes alınamayacak kadar sıcak ve çamurluyken, hep onu birileriyle paylaşmanın korkusunu, hep onu başka yastıkların üstünde, hep onu başka kokulara karışmış olarak düşündü. korku. ıslak ayaklarına bir deniz anası çarpmış gibi. veya, elbisesi düşmüş çamurda sürünüyor. kim bilir, belki domatesin içinden kırmızı kurtlar çıkıyor. kovuğunda yaşayan küçük kanatlı şey balçığa bulanmış, uçamıyor. hiç geri dönmemecesine uzayan bir yol. sabun kokan çiçeklerle örülü evlerin olduğu yokuştan hafif elbisesiyle bir kız yuvarlanıyor. alerji. sırıtış. hava kararıyor. |
|
01.08.2006 02:42:14
|
talk show life |
| |
öldürüleceğini bile bile köpeklerin giremediği parktan çimlere basmadan ve sincapların yanından şarap içen bir çifte gülümsedikten ve sağdaki büfeden bir şişe limonlu su aldıktan sonra geçerken, bu sırada aklına yeni gelen fransız filmine gitmek gelmişken, soğuk bir el omzuna dokundu. |
|
27.07.2006 01:08:03
|
talk show life |
| |
sahiden yaşanması gereken bir şehir, güzelliği kirliliği ve kullanılmışlığında. |
|
23.07.2006 01:49:01
|
talk show life |
| |
sevgili dava satanlar,
hani 6 saatte bir yenilenmiş cep telefonu modelleriyle eskileri değiştirecektik? bir gün uzatarak geç kalıyorsunuz. teesüf ediyorum.
mirrormirror6alfabeff7egoism |
|
23.07.2006 01:14:16
|
talk show life |
| |
helezonlar halinde dönüp içinden tekrar kendiyle birleşen hayallerim var. hepsi aynı kişi, aynı yerler, aynı zaman odaklı. ben, hep aynı, egoist, kendini öyle çok seviyor ki, onu kimse o şekilde sevemediği içindir tüm bu üzüntüsü belki. düşünce binbir parça.
kendimi kustuğum yazılarım hayatım her şeyi herkese anlatmaya çalışıyorum ne saçmayım allahın belası bir bireyim
her an soru işaretleri ünlemler, bir de üç nokta olsa be kardeşim, veya sadece bir nokta, noktalamak için çirkinliği ve endişeyi, binyüzlülüğü ve pis pis sırıtan ve hayatı kendi çöplüğü sanan herkesi, herkes, bu hikayenin sonu neden yok diye soran herkes asılmalı
postpostpostpost-travmatik nazizm öykünmeleri. |
|
21.07.2006 01:35:30
|
talk show life |
| |
"ben, zaten yazılarıma kendimi alet etmiştim ilkin.
ciğerim beş para etmezdi.
çünkü, hakikaten it gibi duygusaldım.
her şey, ama her şey sinirimi bozuyordu.
moralim sıfırdı.
sıfır moralimin içinden sirk hayvanları atlıyordu.
polis, aşklarımdan şüphelenip peşime düşmüştü.
artık sahte kimlikle aşık olabiliyordum."
i.ö, flu'es 75.
|
|
19.07.2006 00:31:19
|
talk show life |
| |
sevgili adam,
senin kapın her zaman yanımdan binlerce insanın da benimle birlikte geçebileceği kadar geniş ama ben hala küçücüğüm. hiçbir zaman kapını kaplayamayacağım belki de. belki de bir türlü öyle sanamayacağım. kim bilir. dediğin gibi. |
|
18.07.2006 02:13:19
|
talk show life |
| |
uyku.. uyku çok garip. küçük bir düşünce. bir an her şeyi yapabileceğim. sonrası hiç. sonra rahatlama. sonra endişe. yine rahatlama. ama sonra hep endişe.
asıl önemlisi artık kendimi nasıl gördüğüm değil. belki de görmüyorum kendimi. en son bir salıncakta asılı kaldım. ama diğerleri. dışarda, gözleriyle izleyenler. salıncaktan çoktan düştüğümü görenler. düştüğümü, çamurlandığımı ve kalkamadığımı.
her gün kafama dank ediyor: belki odamın bir köşesinde siyah bir muska bulmayabilirim. ama siyah gözlü insanlar arkamda. önümde. ben tanımını bana yaptırmayanlar. küçük parmaklarda çıkmış ojeler. duvarda uzayan gölgeler. vücudum çöplük yangını.
önüme bir deniz koysalar bakmak istemeyeceğim. kıvırcık saçlı insanlarla iyi geçinemeyeceğim. sanırım bunlar benim hatamdı. neticede her an, her şey kendi kendime, kendi halinde, içimde.
sevgili adamın samimi söylüyorum hiç suçu yoktu. ben suçum. |
|
17.07.2006 22:09:14
|
talk show life |
| |
sevgili adam,
benim seni ve seninle ilgili olan her şeyi düşünmekten ellerim titriyor artık, pencereden dışarı bakıyorum ama hiçbir şey görmüyorum sadece yüzler ve sesler var.
lütfen gerçeği anlatır mısın
belki bir gün anlatırsın, bekleyeceğim yine de. |
|
|
arkadaşlarım hep sahne tozu yutmuş, dans pabuçlarıyla gezen zayıf tipler. sokaklara dökülüp dünyayı kahretmiyorlar ama evleri dağınıktır. ben her gidişimde çaydanlık hediye götürürüm onlara. kedileri var çaydanlık seven. uçup kaybolmak yerine çift kişilik fotoğrafları ortadan ikiye bölmeyi seviyorlar. ben de onlar gibiyim. basit, süt şişeleri kadar kartondan bir hayatım var. annem hep terliklerim kaybolduğu için onlarla beslendiğimi düşünüyor. babam çiçeklere meraklıdır.. su yerine etil alkol taşıyor karaciğer toplardamarlarında. ben en çok doktor olmak istemiştim. ama sonra bulut boyayıcı oldum. güzel meslek.
|
|