15-16 yaşındaydık. İki kıytırık deniz yatağını iple bağlar birbirine, alır başımızı giderdik Seyfi ile ufka doğru. Yeniçiftlik sahilinin iki kanıksanmış delisiydik adeta. Tekneleriyle balığa çıkanlar artık alışmışlardı; beline kadar suya gömülmüş ama bir yandan da yavaş yavaş ilerleyen adeta tek bir gövdeden ibaret görüntümüze. Haliyle ilk kez görenler tuhaf tepkiler verebiliyorlardı ama genelde gülüp eğleniyor, termoslarından kahve ikram ediyorlardı daha çok. Nevaleyi doğrultunca toplar oltalarımızı, ellerimizdeki paletlerle kürek çeke çeke ilerlerdik bu kez kıyıya doğru. Şimdi ardımız sıra bakanların yüzlerindeki ifadeleri daha net görebiliyorum.
Benzer günlerden birinde ilk yelken tecrübemizi yaşamıştık yine Seyfi ile. İki kişilik zavallı bir şişme bot, iki çıta ve bir sağlam masa örtüsü; işte ilk yelken seyrimiz. Manzaraya aldanıp hafife almayın, yanılırsınız. Yeniçiftlikten kahvaltı sonrası başlayan yolculuğumuz akşamüstü Tekirdağ Limanında sona ererken neredeyse limandaki herkesin yüzünde aynı şaşkın ama gülümseyen ifade vardı. Tek sorunumuz kıçımızda mayo ve koltuk altımızdaki yelkenlimizle yapacağımız yirmisekiz kilometrelik kara yolculuğuydu
Yirmili yaşlarla birlikte ufuk algılaması da değişmeye başlıyormuş insanın. O yılldarda hep şu fikir dönerdi zihnimde; Sarayburnunu döndün mü bir kere, dünyanın bütün denizleri açılır önünde. Bir şanssızlık eseri liseden sonra devam etmek zorunda kaldığım Teknik Üniversite yüzünden denizci olma hayallerim suya düşmüş, tek tesellim İ.T.Ü. günlerimde hayatıma giren aletli dalış olmuştu.
Otuzlu yaşlarla birlikte çevremdeki herkes durulmaya başlarken doğal olarak benden de beklenen buydu. En fazla bir ekip bulup yelken yapmam ya da bir tekne alıp arada bir denize açılmam gibi. Hasbel kader Heyedahlin Kon Tikisiyle alıp başımı gitmemiş olsaydım kimbilir, belki de olabilirdi. Ama ne zaman ki Kon Tiki başucuma yerleşti, işte o zaman her şey bir daha eskisi gibi olmamak üzere değişti.
Yukarıdaki satırlar size çılgınca gelebilir belki ama yanılırsınız. Sorumsuz, hesapsız kitapsız bir yeniyetmenin maceraları değildir söz konusu olan; aradığı yanıtları Kon Tikide bulan bir adamın geçmişinden sadece birkaç perspektiftir. Temel olgu denizle bir olmaktır, denizle birlikte hareket etmek. Önünde saygıyla eğilmek ve onun karşısında her daim haddini bilmek. Ta çocukluk günlerimden itibaren hayal kurardım, yüzen herhangi bir şeyin üzerinde Kadıköyden doğru çıktığım bir yolculuğu kurgulardım kafamda. Sarayburnundan öte, tüm denizlere. Yiyeceğimi, içeceğimi versin birileri derdim, ben giderim gündüz, gece İşte Thor Heyerdahl tüm çocukluk hayallerimin ötesine geçmiş, sadece denize ve kadim günlerin mütevazı ve bilge denizcilerine güvenmiş, bir balsa salın üzerinde bırakıvermişti kendini Pasifikin sonsuz ufkuna.
Çevresindeki herkes Heyedahl ve arkadaşlarına endişe içinde bakıyorlardı. Oysa nasıl da güvenli geliyordu bana, öylece kendini denizin koynuna bırakıverme fikri, balsa bir salın üzerinde. Çünkü daha çocukluğumdan beri gerçekten inandığım bir olguydu bu; denize meydan okumak değil, ona uymak, kendini ona bırakmak. Baştankara dalgaları yaran bir tekne değil, dalgaların itina ile taşıdığı, en üst noktaya kadar kaldırarak daha sonra zarifçe üzerinden kaymasına izin verdiği bir salla, pupa yelken!
Kırklı yaşlara doğru gelişen empati duygusu da cabası olsa gerek, her an aynı heyecanı tekrar tekrar yaşar oldum okuduğum her satırda. Çocukluk günlerimin ilk yelken deneyimi gibi bir şeydi benim için Bombardın yolculuğu. Bir bilim adamının zihni nasıl bir takım verilerle çalışıyorsa benzer girdileri vardı ergen beynimin; gitsek gitsek Nara burnuna kadar gideriz gibi. Yoktu aslında onlardan bir farkımız serüvenlerimizin boyutları dışında. Bisschop denizcilik bilgisine güveniyordu, Heyerdahl kadim günlerin denizcilerine, Willis varoluşla olan benzersiz bağına Biz de biliyorduk ki biraz ilerisi Tekirdağ, olmadı Şarköy, de ki dirise etti Poseidonun oğulları, karşısı boylu boyuna Güney Marmara ve Marmara Adaları; o da olmadı Sestos-Abydos arasında binlerce yılın görmüş-geçirmiş Nara Burnu, yeter ki güvenelim kırçıl denize
Kırklı yaşların yamacında artık en azından durulma umudu gerilerde kaldı. Çünkü geçen yıllar, tek midir bu çılgın Viking sorusunun peşi sıra giderken geri dönüşü olmayan fikirler kazıdı zihnime. İnsanoğlunun deniz macerasını ne denli hafife aldığımızı fark etmekle başladım önce, derken öyle kahramanlar tanıdım ki, nasıl olur da satır aralarından öte yer bulamamışlardır denizci güncelerinde diye başladım önüme gelene anlatmaya
William Willisi duyanınız var mı? Eminim vardır, ama kaç kişidir? Oysa insanın denizle ilişkisinin destanıdır William Willisin tüm yaşamı. Ya da kendi halinde bir doktor olan Alain Bombardın tek derdinin aslında insanların açık denizde hayatta kalmasının yollarını ispatlamak olduğunu bilir misiniz? Atlantiki aştığı sıradan bir botu Zodiac gibi efsane bir marka haline getirirken bir yandan da bir varoluş destanı yazmıştır o da Atlantikin sularında.
Neredeyse tamamı denizlerde geçmiş bir yaşam düşünün, ama denizlerde derken Karaköy-Kadıköy arasında değil, ya da Karadeniz boyunca; dünyanın tüm denizlerinde Atlantik, Pasifik ve Hint Okyanusları, Akdeniz, Ümit Burnu, Uzakdoğu, neredeyse tüm Pasifik adaları ve bir gece Rakahanga resifinde sona eren bir yaşam; işte size Eric de Bisshop ve akıl almaz yaşam öyküsünün duraklarından bazıları.
Kimi inancının peşi sıra attı kendini denizlere, mesela Devere Baker; Mormonların Kutsal kitabı kılavuzu oldu balsa salının pruvasında, Lehi 1-2-3-4 ekspedisyonları boyunca tüm yaşamı inancının izlerini sürmekle ve sevgi-barış ikilisini insanların yaşamlarına yaymaya çalışmakla geçti.
Atalarının binlerce yıl önce yaptığı gibi soydu balsa kütüklerini Carlos Caraveda, Callao limanından başlayacak serüvenine hazırlanırken. Ve atalarının kadim günlerde yaptığı balsa sallardan biriyle Humbolt akıntısına bırakıverdi kendini. Kendi kültürünün elçisi olmanın gururuyla vardı Fransız Polinezyasına.
Kırklı yaşların yamacında hala zihnimde aynı fırtınalar, Haydarpaşa önlerinde ufka doğru bakıp kendimi bir salın üzerinde hayal ederken belki de deli ya da meczup olmadığımı, aslında daha birçok benzer öykünün yaşanmışlığını paylaşmak istedim. Hatta itiraf etmeliyim, belki de en çok canıma okuyacak anamı ikna etmek ya da delirdiğimi düşünen dostlarıma delirmediğimi ispat etmek isteğimden doğdu Salların Altın Çağı.
Salların Altın Çağında pupa yelken sonsuz ufukları aşmış bilinen-bilinmeyen tüm denizcilere gıpta ve SAYGIYLA!
SAYGIYLA!
Hakan Tiryaki
Naviga Şubat 2010