Her yaz gibi Başkent, “Şantiye şehir” unvanını gururla taşıyor. Onlarca kule vincin uzun kolları aynı anda luna parktaki atlı karıncaları aratmayacak bir hızda vızır vızır dönüyor, damperli kamyonlar oflaya puflaya ha bire oraya buraya bir şeyler yetiştiriyor. Gece gündüz, 24 saat bir yerler kazılıyor, deliniyor, yükleniyor, taşınıyor, boşaltılıyor… Köstebek yuvasına dönmüş yollarda her an karşımıza çıkabilecek iş arabalarıyla sarmaş dolaş bir trafikte karıncaları kıskandıran bir operasyon sürüp gidiyor ki sonu hayrola. Toz, toprak, gürültü ve sıcak dörtlüsü de hep birlikte evlerimize pervasızca yerleşme telaşında birbiriyle yarış halinde. Tüm bu hareketliliğe bir de yanı başımızda, yüzlerce yıllık geçmişin izlerini halen karşılıklı taşıdığımız Ortadoğu’da olup bitenler eklenince beyinler hepten karıncalanıyor. 1 GB’lik ipod’un nerdeyse tümü doğanın bin bir sesiyle dolmuş durumda. Geriye ise hayal kurmak kalıyor. Sesler, kimi yağmur ormanlarına götürüyor, kimi çölün vahşi ıssızlığına, kimi kuş cıvıltılı, çağıl çağıl akan dere kenarlarına, kimi yerde de rüzgarın fısıltısı kasırgaya dönüşüyor ve kıyıyı döverken dalgalar, martılar çığlık çığlığa gökyüzünde uçuşuyor.
17 Ağustos’ta CNN’de yayınlanan Doğu-Batı Divanı da tıpkı doğanın özlenen sesleri gibi yansımasını buldu yüreklerde. Geldi gelecekler derken sancılı bir sürecin sonunda bir gece önce Aya İrini, İsrail, Arap ve de Türk müzisyenlerinden oluşan orkestranın önünde divana durdu. Ve bundan daha güzel bir zamanlama olamazdı. Siyah takım giysileri içindeki gençler, belki de hayatlarında ilk defa püfür püfür kıyafetleri içindeki kız arkadaşlarına imrenip durdular konser boyu. Boncuk boncuk terler aktı alınlardan, müzik otoriteleri nasıl değerlendirdi bilmiyorum ama sanırım alın terine değer bir konser oldu. Tıpkı kurucuları Edward Said ve Daniel Barenboim gibi farklı kültürlere sahip 17 ülkeden 90 genç, -İsrail’in Lübnan’a saldırısını protesto eden Lübnanlı ve Suriyeli gençler hariç- Beethoven’in Leonore Uvertürü’nü, Bottesini’nin, Rossini üzerine Fantasia’sını ve Brahms’ın 1 No.lu Senfonisi’ni uyum içerisinde çalmayı başardı. Orkestranın konser dışında yalnızca Ortadoğu’ya değil tüm dünyaya verdiği bir başka mesaj daha vardı. Güzellik ve uyumun ancak barış içinde sağlanabileceğini göstermek. Önde kemanlar, arkada viyolonsel, yan flüt, kontrbas ve diğerleri her birinin yapısı, sesi, rengi, tınısı birbirinden farklıydı, fakat hepsi bir arada, özelliklerini kaybetmeden çok seslilik içerisindeki birlikteliği, harmoniyi yakalamaya özen gösterdi.
1990’lı yılların başında, lösemi olduğunu öğrenen akademisyen ve yazar Edward Said, önem verdiği iki uğraşısını ortak bir paydada toplamaya karar verdi. Londra’da bir otel lobisinde tesadüfen karşılaştığı Barenboim ile hayalini kurduğu bir projeyi başlattı. Ne bomba ne siren ne de ambulans sesleri, bu birliktelikten çıkacak seslerden daha güçlü olmamalıydı. Ortadoğu’da kültürler arası beraberliği güçlendirmeyi amaçlayan bu alışılmadık ikili, 1999’dan itibaren iki yıl boyunca zengin bir kültürel mirasa sahip Weimer’daki hazırlık çalışmaları sonunda Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman toplumların bir arada yüz yıllardır yaşadığı İspanya’nın Sevilla kentini merkez olarak seçti. Weimer’daki süreçte gruba bir de isim verilmişti. Fars ve Arap edebiyatına duyduğu hayranlığın sonunda, yazdığı şiirlerini “Doğu Batı Divanı”nda toplayan ünlü Alman edebiyatçısı Goethe, bu antolojisiyle orkestranın isim babası oldu.
Kudüs’te başlayan, İsrail’in Filistin’i işgaliyle Mısır ve Amerika’da devam eden 67 yıllık sürgünle dolu bir yaşam, Beyrut’ta son buldu. Tıpkı adı gibi Batı ve Doğunun kültürlerini özümsemeyi başarabilen Edward Said 2003’de yaşamını kaybetti ve vasiyet ettiği üzere Beyrut’un yaseminler kokan dağlarına gömüldü. Yaşamı boyunca kendisinin ve Filistin Halkının, İsrail işgaliyle uğradığı haksızlığa kalemiyle karşı koydu. Ortağı; orkestra şefi ve piyanist Daniel Barenboim’in geçmişi de Edward Said’in kinden pek farklı değildi. Yahudi oldukları için Rusya’dan Arjantin’e sürülen ve oradan da İsrail’e göç eden binlerce aileden biriydi. -Ne tesadüf ki Barenboim Ailesi İsrail’e doğru yola çıktığı sıralarda Said Ailesi de kendi toprakları olan Filistin’den Kahire’ye sürgün gitmek üzereydiler.- Barenboim, Arap kanı taşıyordu ve kendini İsrailli olarak tanımlıyordu. Her ikisi de son derece başarılı kariyerlerine rağmen yaşamları boyunca kimlik sorununu hep yüreklerinde taşıdılar. Ezilenler ve haksızlığa uğrayanlardan yana oldular, topraklarında yaşananlara tarafsız ve barışcıl gözlerle bakmaya çalıştılar ve bu yaklaşımlarına rağmen ne yazık ki bazen kendi halklarınca bile hain ilan edildiler. Filistinlileri daha kötü duruma düşüreceğine inandığı 1993 Oslo anlaşmasını imzalayan Yaser Arafat’ı yüksek sesle eleştirdiği için Edward Said’in kitapları, kendi ülkesi Filistin’de yasaklandı. Daniel Barenboim de, Yahudilerce sevilmeyen Wagner’in eserlerini Kudüs’te seslendirdiği için soykırım yasına ihanetle suçlandı. İsrail ve Filistin anlaşmazlığında ortak çözümleri savunan, politik konulara “önce insan” açısından bakabilen bu iki entelektüelin birlikteliğinden güzel bir de kitap doğdu; Paradokslar ve Paralellikler…
Farklı kültürler, kimlikler ve politikalar, Doğu Batı Divanı orkestrasındaki seslerin renkleri oldu. Büyük bir disiplin gerektiren orkestra çalışmaları grup içindeki bütünleşmeyle doruğa ulaştı. Enstrümanlar kimi birlikte hareket ettiler, kimi de sıralarını beklemek zorunda kaldılar ve bunun için de birbirlerini iyi dinlediler, seslerini tanıdılar. 14-25 yaş arasındaki gençler müzik dışında da birbirlerini tanımaya ve anlamaya çalıştı. Hedef mükemmelliği ve estetiği yakalamak olunca bir araya gelmek hiç de zor olmamıştı. Bu örnek birlikteliği, ne Edward Said, literatür dünyasının kafasını karıştıran “Oryantalizm” kitabıyla ne de Daniel Barenboim, ünlü orkestralardaki şefliğiyle yakalayabildi. Dünyada bir benzeri daha bulunmayan grup, Ağustos ayındaki konser dizinini, İsrail Lübnan arasındaki saldırıları kınayan bir bildiri ile başlatarak barışçı siyasi kimliğini de ön plana çıkardı.
Yıllardır ifade edilen iki önemli husus, bu bildiride bir kez daha tekrar ediliyordu; birincisi, İsrail ve Filistin çatışmasında askeri müdahalelerin bir çözüm olamayacağı, diğeri de, İsrail ve Filistinlilerin aynı topraklarda birlikte yaşayacakları adaletli yolun bir an önce bulunması gerekliliği.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından 16 Ağustos gecesi, Aya İrini Kilisesinde gerçekleştirilen Doğu- Batı Divanı, tüm önyargılardan uzak, kültürler ve de dinler arasındaki diyalog ve uzlaşmayı geliştirmek ve bu farklılıklarla birlikte barış içinde yaşanabileceğini göstermek açısından bir sembol olmaya devam edecek gibi görünüyordu.
Edward Said ile Daniel Barenboim’in bir araya gelmesinden 200 yıl önce, Goethe Almanya’nın Weimer kentinde aslında tüm kültürlere açık bu sıra dışı ikilinin günümüzde yapmaya çalıştıklarını deniyordu. Derinden etkilendiği Arap ve Fars şairleri; Şirazlı Hafiz, Firdevsi, Niyazi ve Celaleddin Rumi, ona Doğu-Batı Divanı’nı yazması için gerekli ilhamı vermişti.
Elimde Doğu-Batı Divanı, Ortadoğu’da geleceğin neler beklediğine yönelik bir fal tutup sayfaları çeviriyorum;
“Batı ve Doğu her ikisi de/ Seni en saf, en güzel şeyleri tatman için davet ediyorlar / Artık nazı bırak, kabuğu terk et / Gel şu güzel ziyafete katıl / Aslında bakmaya tenezzül etmediğin / Bu lezzetli lokmaların varlığından bile haberdar değilsin / Kendini bilenler ve başkalarını tanıyanlar / Şunu da iyi bilirler ki /Batı ve Doğu / Artık birbirinden ayrılamazlar" …Johann Wolfgang Von Goethe