Kendi istediğimiz bir alanda, yeteneklerimizi göstermekten mutlu olacağımızı düşünür ve işimizden ya da çevremizdekilerden farklı alanlarda çalışmalar yaparız. Mesela hayalimizde bir cafe işletmek vardır. Ama aile mesleği olan marangozluğa devam ederiz. Bazen sadece hayallerimizi paylaşmak, birlikte hayal kurmak için yakın dostlarımıza, içimizi açtığımızda genellikle aldığımız yanıt: “Sen marangozsun, cafe işletmekten ne anlarsın. Bak başaramayınca hayal kırıklığına uğrarsın. Senin üzülmeni istemiyorum. En iyisi vazgeç bu sevdadan.” olur.
Aslında o yanıtı duymak; yani sevdiklerimizin bize güvenmediğini, bizi küçümsediklerini hissetmek ve ruhumuzda bir yerlerde hep keşke diyen çocuğun ağlamasını sezgisel olarak bilmek, bizi deneyip başaramamaktan daha çok üzer. (Küçüklükten beri, çevremizdekiler genelde, duygularını ifade etmeyi bilmediği için.) Bizde, içimizdeki kalp kırıklığını, hayalimizi, hedef haline getirmenin bizim için önemini, içimizi açtığımız dostumuza bile söylemeyiz. Hatta gözpınarlarımızda biriken gözyaşlarını çaktırmadan, elimizin tersiyle siler, konuyu değiştiririz. İlk denemeler genelde kötü olduğundan, olumsuz eleştiriler her taraftan bizi kuşatır. İçimizdeki öğrenme, başarma arzusu bir kibrit ışığı gibi sönmeye başlar. Çoğumuz bizi mutlu eden çalışmalarımızdan, çoğunlukla yıkıcı eleştiriler yüzünden uzaklaşırız.
Kendimiz de, o işi başaramayacağımızı düşünmeye başladığımız için, kendimize duyduğumuz güvende azalmaya başlar. Aldığımız olumsuz tepki, diğer dostlarımıza açılmamızı da zorlaştırır. Benliğimizin içinde yer alan ve büyümeye başlayan hayalimiz, hayalkırıklığıyla olduğu yerde büzüşüp kalır. Kendimizi rutin işlere verir ve bilmeden, bizi eleştiren dostumuzla aramıza, bir duvarı oluşturacak olan o ilk tuğlayı yerleştiririz. Duygularımızı ifade etmediğimiz sürece, o tuğla aramızda yer alacak, zaman zaman birimizin, zaman zaman diğerimizin ayaklarına dolanacak ve ilişkimizde, nedenini anlayamadığımız tökezlemelere neden olacaktır. Hepimizin günü kurtarmak ve başkalarının onayını almak adına yaptığımız davranışlar ve duygularımızı dürüstçe ifade edemeyişimiz, aynı zamanda kendimiz olabilmemizi de engelleyecektir.
Hem kendimizle hem de çevremizdekilerle aramıza koyduğumuz farklı şekil, boyut ve renkteki tuğlalarla oluşan ve yerli yersiz yıkılan duvarlar, tüm ilişkilerdeki, samimiyet, dürüstlük ve sıcaklığı tehlikeli boyutlarda azaltacak, en azından yapmacıklaştıracaktır.
İçimizdeki çocuk, başı ellerinde, bizim ona seslenmemizi, onu hatırlamamızı, onu sevmemizi, onu korumamızı bekliyor. Bundan yıllar önce bize sadece sesleniyor. “Gel oyun oynayalım” diyordu. Ama onu öyle uzun zaman yalnız bıraktık ki; artık ona sadece seslenmek yetmiyor. Bazen bize küsüp, içimizdeki sevinç, coşku ve yaşama sevincini kucaklayıp, yuvasına çekiliyor. İçten içe, ona elimizi uzatacağımız, yaralarını saracağımız, onu ısıtacağımız, yolunu aydınlatacağımız anı bekliyor. Bazen çaresizleşip saldırganlaşıyor. Zaman zaman şımarıklıklarla, zaman zaman öfke nöbetleriyle onu fark etmemiz için yalvarıyor .
Oysa onu ve kendimizi mutlu etmenin çok kolay bir yolu var. Ona tutarlı, sürekli ve kararlı olarak, koşulsuz sevgimizi hissettirmek, ondan af dilemek, ona değer verdiğimizi, güvendiğimizi, isteklerine saygılı olduğumuzu hissettirmek ve bundan sonra ne kendimizin ne de bir başkasının onu üzmemesi için onu koruyacağımız, ve bize ihtiyacı olduğunda yanında olacağımız, sözlerini vermek ve tutmak.