Bulutlu rüyalar seyrindeydik. Her an kopup küçük yuvamızı parça parça
edecek bir fırtınanın varlığından çekiniyorduk. Mutsuzluğumuzun Kışı
romanındaki gibi her sabah işe gidiyor, her akşam eve geliyor ve neyi
özlediğimi bilmeden özlüyordum. Steinbeck'e bayılırım bilirsin.
Şehrin bütün güzel insanları gibi bir susma oyunu oynuyorduk. Bir, iki, üç
tıp!Gerçek hayatın oyundan tek farkı mimiklerimiz bizi ele verince gülmüyor,
ağlıyorduk. Hayata yenildiğimiz belli olmasın diye bunu gizli gizli
yapıyorduk. Haber bültenlerinde ve medyada yer alan bütün o kötü şeyler
bizim başımıza gelmeyecekmiş gibi davranıyorduk. Biz şanslı olanlardık.
Bizi sıcak tuttuğu sürece bu küçük yuva için fedakarlık yapacak ve sadakat
gösterecektik.
Ama hayat çoktan bizi biryerlerimizden yaralamıştı. Biz sadece yaralarımızı
gizliyorduk birbirimizden ve herkesten. Çünkü bir kez yaralı olduğumuz
anlaşılırsa, kanın kokusunu alan köpekbalığı gibi hayat gelip bizi
yokedecekti. Oysa hayatın susma oyununda yenemeyeceği kimse yoktu.
Aslında önemli olan yaralı olduğunu sezdirmemek değildi, yaralı olduğunu
kabul etmemekti.
Böylece ne kadar yaralanırsak yaralanalım güçlü gözükebilir, çocukları
dünyanın güzel bir yer olduğuna ikna edebilirdik. Sanatçılar gibi hayal
etmekten, güzel cümleler kurmaktan vazgeçmemeliydik. Ama işte hayatın
karanlığı yüzlerimize, cümlelerimize vuruyordu.
Böylece hayal kurmaktanda vazgeçtik. Hayal kırıklıklarını gizlemek en zor
olanıydı çünkü. Geriye birtek çocuklara söylediğimiz yalanlar kaldı sevgilim.
Bu gece herkes uyuduğunda beni dudaklarımdan ilk kez öptüğün gibi öp ve
ilk kez herşeyi unutturduğun gibi unuttur. Bir tek kadınlığının çocuksu sesi
kalsın aklımda. Çünkü ben artık susamıyorum.