Arda, yaşadığı kasabanın hemen üzerindeki maviye bakan yamaçlarında motoruyla tur atarken uzun saçları rüzgârda dalgalanırdı. Arda, motorunun onu götürdüğü yerde doğa ile baş başa kaldığında, kendini daha mutlu hissettiğini keşfetmişti. Dört tarafı dağ olan antik dönemlerin Askaniasının bir ruhu vardı ve bu ruh bazen Askanianın mavi sularında kaybolur bazen de kaybolan yarısını çevresindeki dağların arkasında arardı. Bu dağların yüksek ağaçlı ormanlarında yolsuz izsiz dere tepe gezen Arda bu imkânı kendine sağlayan motorunu çok seviyordu. Hayatındaki bir takım gelişmeler onu motorundan ayırdığı zamanlarda özlemlerini biriktirirdi. Motoruna kavuştuğu zamanlarda arkadaşlarıyla kısa turlar atarak özlemini gidermeye çalışırdı. İlk defa uzun yola çıkacaktı. Bu sefer hem daha uzağa hem de yalnız gitmeyi planlıyordu.
Yola çıkmadan günler önce hangi yolu izleyeceğini, nerelere uğrayacağını, ne kadar zaman geçireceğini planlamıştı. Planına göre yolu, daha önce birkaç defa gitmiş olduğu yerler yanında hiç gitmediği yerlerden de geçiyordu.
Arda, motorunu çok seviyordu. Her tür bakımını ve tamiratını da kendisi yapardı. Marşa bastı ve küçük homurtularla karşılık veren dostunun sesini dinledi. Hiç bir sorun yoktu. Önce birkaç defa gaz verdi ve zinciri yağladı. Önceden hazırladığı sırt çantasını, kampetini ve küçük çadırını yerleştirdi. Artık yolculuğa hazırdı.
Onun motorla uzun bir yolculuğa kalkışmasını ailesi onaylamıyordu ama yirmi yedi yaşına gelmiş bir adama karışmak istemiyorlardı. Ailesi ile vedalaşması biraz zor oldu. Her seferinde bir şeyler hatırlatıyorlar dikkatli olmasını sıkı sıkı tembih ediyorlardı. Babası motora binmiş biri değildi. Ardanın bu merakını ne kadar yadırgasa da on iki yıl boyunca onu motorundan ayırmayı başaramamıştı.
Ailesinden ayrıldıktan sonra arkadaşlarının takıldığı çay bahçesine uğradı. Her yaz olduğu gibi belli bir saatte buluşup beraber zaman geçirdikleri mekânlardan biri idi burası. Yine çay bahçesinde oturmuş Ardanın yeni yolculuğu konusunda konuşuyorlardı. Onu yalnız bırakmak istememişler ama kararına saygı göstermişlerdi. Ardayı görünce hepsi ayağa kalktı. Arda yanlarına geldi. Ardanın arkadaşları bir süre ayrı kalacakları Arda ile vedalaştılar.
Arda, kasaba çıkışındaki beş kilometrelik yolda ilerliyordu. Yenişehir rampalarını çıkınca bir ara durup son bir kez İzniki seyredeyim diye düşündü. Bu beş kilometrelik yol kurtuluş savaşında kullanılmıştı: Bu yol Tayyare Okulu öğrencilerinin, İstanbuldan yükledikleri mühimmat ve bilumum malzeme ile Anadoluya geçmek için uçakla kaçıp inişte kullandıkları yol idi.
Anadoluya geçmek isteyenlere İznikliler, Mekirköye kadar refakat ediyordu. Oradaki istasyondan trene binerek Ankaraya ulaşıyorlardı. Uçakların indiği yolun çevresinde o zamanlar doğru dürüst ağaç yokken şimdi meyve bahçeleri bağlar ve zeytinlikler ile dolu idi. İznikin eski dönemlerini dedesi anlatırdı ona. Arda, bunları düşünürken kendini zirvede bulmuştu. Motorunu kenara çekip İzniki seyre koyuldu. Şimdilerde yaklaşık yirmi bin üzerindeki nüfusu barındıran İznikin yer yer yıkılsa da çoğu yeri yirmi metreye varan surlarıyla çevresindeki verimli ovasıyla öylece duruyordu.
Kutalmışoğlu Süleymanşahın 1075de alıp başkent yaptığı İznik, içinde barındırdığı Selçuklu ve Osmanlı dönemi eserleriyle muhteşemdi. Kılıç Arslan döneminde İznik, haçlıların eline geçmişti. Haçlıların elinden İzniki alamayan 1. Kılıç Arslan, Eskişehir dolaylarına çekilmişti. Arda, Kılıç Arslan hangi yolu izledi acaba diye düşündü. Kendisi Yenişehir üzerinden Bilecik'e geçmeyi tasarlıyordu. Az ilerde Yenişehir'e varmadan sola ayrılan yol vardı. Bu kestirme yol köylerden Bilecik'e geçiyordu. Bu sola ayrılan yolun da solunda bir toprak yol vardı. Bu yolun ulaştığı arazi Derbent köyü sınırlarında idi. Her mayıs ayında burada kan çiçekleri açardı. Yolun nihayetindeki kayanın dibinde Kan çiçekleri festivali düzenleniyordu. Arda, Köprühisar köyü üzerinden giden bu kestirme yola girdi. Hayvancılık ile uğraşan köylerin içinden keskin gübre kokularını duyarak ilerledi. Arda, kâh ekin tarlası kâh ayçiçeği tarları arasından geçti gitti.
Bilecik, yamaç bir alana kurulmuştur. İl olmasına rağmen nüfusu azdır. Bilecike girdikten sonra rampa aşağı inip Bileciki geçen yoldan devam edersiniz ve hiç bir yere sapmazsanız, Adapazarı Mekece Osmanelinden gelip Vezirhanın yanından geçip Bilecik'e doğru gelirken, viyadükten tünellere girip devam eden yola bağlanırsınız. Bu yola bağlanıp bir yere sapmadan devam ederseniz Bozüyük'e doğru giden yola girmiş olursunuz.
Ardanın güzergâhı farklı idi. Bilecik çıkışında sola aşağı mahalleye sapan yola girdi. Söğüt istikametine devam eden yol üzerinde bir süre ilerledikten sonra soldan Yeniköye ayrılan yola girdi. Yeniköyün içinden geçen yol yine Söğüte giden yola kavuşuyordu. Yeniköy meydanında sağlı sollu köy kahveleri vardı. Yeniköy meydanına çıkarken hemen sağda beş basamakla çıkılan köy konağı altındaki kahvede çay içmek için daha önce defalarca duraklamıştı. Girişin dibindeki masalardan birinde oturup çayını yudumlamaya başladı. Yaşlı biri geldi selam verdi. Yüz hiç yabancı gelmemişti. Yaşlı adam Ardanın yanına oturdu. O anda kahveci boşalan bardağı almaya gelmişti. Yaşlı adam hiç teklifsiz söze başladı:
- Bir çay daha doldur bakalım yeğenime.
- İyi olur amca hayır diyemeyeceğim. Saatlerdir motor üzerinde seyahat ediyorum.
- Bu velespitle mi geziyorsun yeğenim.
- Amca sen bunu pek bir şeye benzetemedin ama sağlam makinedir.
- Sağlam olsa ne ola oğlum. Bunun her tarafı sağlam olsa da iki teker üstünde gidilir mi?
- İnsan üzerine bindikçe alışıyor amca aynı yolda yürümek gibi geliyor bana.
- Deme be! Aynı düz yol he öylemi.
- Evet öyle.
Arda, yaşlı adamla iyi bir sohbete dalmıştı. Sağdan soldan görenler birer ikişer masaya oturmaya başladılar. Selamlaşmalar dan sonra hepsi de meraklarını giderecek soruları sıralıyorlardı.
- Nereden gelirsin yeğen, nereye gidersin?
- İznikten çıktım yola, gidişim biraz dolambaçlı ve uzun olacak.
- Ya oğlum senin yaşında olanlar biraz para bulsa buralarda gezmez Antalya, İzmir, Muğla gibi turistik yerlerde gezer.
- Amca sen gezdin mi oraları gençliğinde?
- Oğlum ne gezmesi! Oğlum deyom ama gızmıyon herhal.
- Ne demek hepiniz benden büyüksünüz. Burada pek genç yok galiba.
- E tabi gençlerin hepsi dışarıda iş güç aramaya gittiler bir daha da geri dönmediler. Benim oğul da Antalya Manavgatta otelde çalışıyor. Adını da söylediydi otelin ama ben hatırlamam gayrı. Antalya Manavgatı öğrendim gayrı o kadar.
- Sahi buralarda ne iş yapılır ne ekilir ne dikilir?
- Burada bamya var oğul. Bir de yiyeceğin kadar zerzevat sebze meyve var.
Bir başkası söze girer:
- Kamyonla nakliye çekenler de var Mustafa amca onu da deyivereydin!
- Amca adını soracaktım bak şimdi, Mustafa demek senin adın.
- Ya oğul dağ deviren Mustafa derler bana. Gençlikte çok çalıştık bak çalışmaktayız hâlâ. Şimdiki gençler toprakta çürümek istemiyor.
- Öyle deme amca sen eski topraksın bak ne kadar sağlamsın yaşın da en az altmış beş vardır. Hâlâ çalışıyormuşsun bak.
- Oğul ne altmış beşi ben yetmiş üç yaşımdayım. Biz hayvan besledik süt yoğurt içtik bal gaymak yedik.
- Ya bak genç gösteriyorsun. Dediğin doğru, şimdikilerin yediği içtiği yapay gıdalar.
- Gücümüz yetmez oldu oğul. Bizim gençliğimiz olsa şimdi, ne diyorlar o hirbit tohum mu ne ise işte o tohumları toprağımıza atıp da zehirler miydik? Benim çocukların en büyüğü Hasan. Üçü kız dört çocuk var bende. İşte, Hasan bunlar çok verimli dedi yeni çıkmış domates tohumları var on misli kilo yapıyormuş! Toprağa attı etti yine beğenmedi. Sonra da çekti gitti. O eski Çanakkale domatesleri nerede? Sulu sulu mis gibi kokardı.
- Ne oldu amca onlara?
- Deyom işte: var hâlâ çıkınlarda eski tohumlardan amma fareler yedi birazını, kalanı ne olacak bilmem. Tohumundan patlamayan çıkmayan bitki meyvesi yenir mi? Öyle şey olur mu? Nereye varır sonu bilmen gayrı
- O eski sebzeleri üçüne beşine bakmayıp yese milletimiz, üretici de ihtiyacını karşılasa. Ekip dikenler hak ettiklerini kazansa kötü mü olur? Ama insanlarımız boğazından üç kuruş artırıp da olmayacak yerlere para bağlıyorlar.
- He ya deyiver bak sen biliyorsun. Biz her şeyi yetiştirmesini bildik de çocuk yetiştirmesini mi bilemedik acep?
- Amca, benim dedemin babası Romanyada kolunu kaybetmiş. Gazi yani. Savaş bittikten sonra köyüne geliyor. Tek koluyla zeytin fideleri dikiyor, fidelerin dibine dereden tek koluyla su taşıyor, tek koluyla kazma çapa yapıyor. Köylüler Çolak Ömer derlermiş ona Torunlarının geleceğini düşünmüş, üzüm ilerde yetmez zeytinler de yetişsin demiş.
- Vay dedem be yaman adammış ya. Deyiver oğlum pekiyi bilip de deyi deyiveriyorsun.
- Dahası işte şimdi malum bu arazide altı yedi hane geçiniyor. Hepsinin altında traktör var.
- He ya bak görüyon mu?
- Olsun, olmasın demiyoruz tabi ki, teknoloji de olacak insan hayatını kolaylaştırmak lazım. İnsanlarımız bunu hak ediyor.
- Ya doğru, sen bildin şimdi.
Sohbet iyi idi ama Arda epeyce zaman kaybetmişti. Biran önce yola koyulmak için cümlelerini kısa tutmaya başladı. Ama ayrılmak pek de kolay olmayacak gibi idi. Arda acele ettikçe Yeniköy sakinleri daha şunu diyemedik bunu konuşamadık, uzatıyorlar da uzatıyorlardı! Arda, biraz yol sordu; bu civara uğramayalı yeni yollar yapılmıştı. Kamyonculukla uğraşanlar her tarafın yollarını biliyorlardı; kestirmeleri alternatif yolları tarif ettiler.
Arda motoruna atladığında gitme kal diyenler oldu ama gideceği bir dünya yer, tanışacağı birçok insan vardı. Yeniköyden çıkıp yaklaşık on kilometre yol aldıktan sonra Küre beldesinin üzerindeki bir tepede Dursun Fakıh türbesini gördü. Işıklandırıldığı için daha bir görkemli olmuştu. Normalde sola sapıp türbenin altındaki sağlı sollu kiraz ağaçlarının arasından kıvrılan yoldan Küre ye gidecekti ama devam edip Söğüte çıkmak zorunda idi. Arda normalde buralarda küçük çadırını kurup kampet üzerinde uyumayı da tercih ederdi ama geç kalmıştı, arazide ay ışığı bile yoktu. Yoğun bir karanlık dağ yamaçlarında yüzüyordu. Söğüte çıkınca önce karnını doyurdu. Söğütte küçük temiz bir otel odası tuttu. Otelci de pek bir konuşkandı. Ertesi gün Dursun Fakıh türbesinde pilav dökülecekti. Pilav döküleceğini otelciden öğrendi.
- Hıdırellez şenlikleri için uzaktan yakından çok gelenler olur. Yarın sakın ihmal etme nohutlu pilavla güzel bir karnını doyur.
- Sağ olun bakın bunu öğrendiğim iyi oldu.
- Ne demek, sevaptır! Hem yemek hem yedirmek sevaptır. Bizde yoldan gelen atlı arabalı ne olursa olsun dost düşman sofraya davet edilir. Uğrayıp da karnını doyurmama çok ters algılanır. Ama şimdilerde kalmadı tabi. Eski gibin mi? Ama ne edelim işte pilav döküp gelene geçene yediriyoruz, en azından bunu kaybetmemek lazım.
- Anladım. Çok sağ olun ben biraz yorgunum çıkıp uyuyacağım sabah erken kalkıp yola düşmem lazım.
- Sen sağ ol yavrum ne demek. Çık yukarı, Allah rahatlık versin.
Arda, yukarı çıkınca defterini açtı, biraz karaladı. Bir süre sonra iyice uykusu gelmişti. Kafasını yastığa koyar koymaz gün içinde yaptıkları ile ilgili kısa bir gezinti yaptı. Hemen uykuya daldı.
Hava kuru ve temizdi. Arda uykusunu almış erkenden kalkmıştı. Söğüt'te kısa bir gezinti yaptı. Ertuğrul Gazi türbesinin yanına gitti. Şölen alanının alt kenarında sırayla Osmanlı Padişahlarının büstleri vardı. Türbenin yanındaki mezarları gezdi. Beyliğin kuruluş yıllarında yaşadığı bilinen isimler türbenin yakınlarında defnedilmişti. Türbe girişinde Şeyh Edebali'nin Ey Oğul diye başlayan Nasihati vardı. Arda, yakınlarda bir yerde çay ile simit atıştırıp yola koyuldu. Küre, Söğüte çok yakındı. Yokuş aşağı inerken Dursun Fakih türbesini gördü. Çok kalabalıktı. Yokuş yukarı dolanarak yükselen yoldan aşağı yukarı gezinen insanlar vardı. Pilav günü çıkış yolu araç trafiğine kapatılıyordu. Anlatıldığı gibi çok ziyaretçi vardı. Küre yolunun sağı solu park halinde araçlarla doluydu. Satıcıların girişe açtığı tezgâhlardan itibaren 360 derecelik çepeçevre bir yoldan yukarıdaki türbenin olduğu yere ulaşıyorsunuz. Zirvedeki türbenin olduğu alandan baktığında Küre beldesi hemen aşağıda görünüyordu.
Hıdrellez şenlikleri civar insanları için büyük bir önem arz ediyordu. Pilav gerçekten usta eller tarafından pişirilmiştir. Kazanlarda pişirirken yağını tuzunu böylesine ayarlamak bu lezzeti vermek usta işi idi. Kürelilerin köy fırınlarında yaptıkları ekmekler de oldukça lezzetli oluyordu. Anadolu'nun her bir yöresinde kendine has fırınlarında kendine has yöntemlerle yapılmış ekmekleri ayrı bir zenginlik diye düşündü. Alana yeni gelenler olmakta iken az sayıda olsa gidenler de vardı. Arda da yola koyulmak zorunda olanlardandı. Çevresini gözlemlerken ziyaretçilerden bazılarıyla küçük sohbetler yaparken epey bir zaman geçmişti.
Küreden çıkarken sola aşağı doğru yönelirseniz Hamitabat oradan Yakacık'a doğru gidersiniz. Ama sola sapmazsanız dik yokuşu inince altı kilometre sonra Geçitliye ulaşırsınız. Geçitli, Sakarya ırmağının kenarında verimli toprakları olan bir yerdi. Sakarya havzasında seracılık yaygındı. Geçitlide de seracılık vardı. Ekonomik durumları oldukça iyi idi. Arda daha önce Geçitliye uğramıştı. Geçitliden Yeniköye doğru ana yola bağlanan şose bir yol vardır. O tarafa yönelmiş olsaydı tekrar Yeniköyün altındaki yola ulaşacaktı. Arda yola çıkmadan kararlaştırdığı gibi Hamitabata doğru inmeye başladı. Hamitabata varmadan solda bir çeşme vardı çeşmenin altında hayvanların su içmesi için bir de su oluğu vardı. Demir borudan oluğa akan su taşıp hendeğe doğru yolaklanıyordu. Su şırıltısı insanı rahatlatıyordu. Arda bu çeşmenin suyundan içmeyi severdi. Doyasıya su içtikten sonra su kabını da buradan doldurdu.
Arda, Hamitabattan devam edip Yakacıka girmeden sola doğru dönüp yukarıdaki Samrı köyüne ulaştı. Altı kilometrelik yokuşu çıktıktan sonra yamaç bir yerde kurulu olan Samrı köyü bölgenin oldukça eski köylerindendi. Arda seneler önce Samrıya; Çaltıdan yarı toprak yarı şose yolu kullanarak gelmişti. Çaltı ise yine Sakarya nehrinin kenarında dokuz on bin hektar kapalı alanda seracılık yapılan bir belde idi. O zaman Samrıda içtiği çayın tadı damağında kalmıştı. Samrı çoğunlukla hayvancılıkla uğraşırdı. Az da olsa meyve olarak genelde kiraz yetişirdi. Köyün kurulduğu sırtın iki tarafında evler vardı. Çoğu ahşap ve kerpiç karışımı evlerin damlarında eski kiremitler vardı. Samrının köy kahvesinin önündeki bahçeden görünen kayalıkların içinde, çukurda kalan Harmanköyün Samrıdan görünmesi imkânsızdı.
Arda çayını yudumlarken Harmanköyün kayalıklarına doğru baktı. Birden eski bir anısını hatırladı: Harmanköye ilk gidişinde koyu bir karanlık vardı. Arda yolun nerede biteceğini bilmeden aşağı doğru dolanarak inen yolun kendisini götüreceği yere doğru yol alıyordu. O zaman sönmüş bir yanardağın içine girdiğini hissetmişti. Arda bir an hiçbir yere ulaşamadan dünyanın merkezine doğru ineceği hissine kapılmıştı. Etraftaki koyu karanlığı bir bıçak gibi yaran farların aydınlatabildiği alan, fantastik kurgularla eski devirleri anlatan filmlerdeki mekânları andırıyordu. Geçmişe dalmış olan Ardaya seslenen, yaşlı bir adam hoş geldin evlat deyip yanına oturdu.
- Deveye mi bakıyorsun evlat?
- Yok, amca dalga mı geçiyorsun! Ne devesi?
- Tabi sen bilmiyorsun buradan baktın mı Harmankayanın bize bakan kayalığında tam öğle saatinde bir deve belirir.
- Ha silüet şeklinde diyorsun amca.
- Ben silet milet bilmen evlat. Kayanın üzerinde deve resmi çıkar. Eskiden saat neyin yokken biz zamanı buradan bilirdik. Bizim araziden hep görünür bu kayalar. Dağda taşta işi gücü olan insanlar arazide iken kayaya baktığında deve belirmişse öğle vaktidir.
- Doğrudur amca, kaya tırmanıcılarının sevdiği 600 metrelik bir etap vardır bu kayalıkta.
- Harmanköyü bilin mi?
- Bilirim amca. İşte bu kayalığın dibinde bir yer.
- He işte orası olsun bizim Samrı olsun bu bölgenin en eski yerleşim yerleridir.
- Doğrudur amca. Ben daha önce Harmanköye gitmiştim ama ne taraftan ulaşmıştım şimdi onu düşünüyordum.
- Buradan indin mi Yakacıkı geçince İnhisar var.
- Biliyorum İnhisarı.
- İşte İnhisarın Çayköyü vardır oradan yukarı devam edersen Harmanköye varırsın.
- Yok, amca oradan değildi. Biz o zaman Çayköye Harmanköyden inmiştik.
- O zaman Yenipazardan beri geldiniz.
- Yenipazar şu Gölpazarından gelinen yerdi değil mi?
- Tamam, işte doğrulttun şimdi!
- Tamam, o zaman Bilecikten Gölpazarına oradan da Yenipazara geçmiştik.
- Doğrudur evlat.
- Yenipazarda biriyle muhabbet etmiştim. Bana tüm gençlerin ya Eskişehirde ya da İstanbulda çalışmakta olduğunu anlatmıştı. Orada tanıştığım insanların içinde genç olarak bir o vardı. Her hafta Eskişehire bir iki otobüs kalkıyor demişti bana. Otobüslerde insandan çok yiyecek içecek yükleniyormuş.
- Şeher yakındır onlara Bilecikten çok Şehri bilirler. Orada da hep yaşlılar var. Toprak karın doyurmuyor artık. Bizde hayvancılık var büyük sürüler var.
Bu civarda Şehir diye kastettikleri Eskişehirdir. Bileciki pek yeterli bulmazlar. Önemli ihtiyaçlar için Eskişehire gidilir. İnhisar, Bilecikin son ilçesidir. İnhisardan devam eden yol Eskişehirin Mihalgazi ilçesine ulaşır. Eski adı Gümele olan Mihalgazinin hemen yanında Sarıcakaya vardır. Mihalgazi ve Sarıcakaya Sakarya nehri kenarında düzlüklerde verimli toprakları olan yerlerdir. Bu bölgede orman yoktur. Nehir kenarından yükseldikçe çıplak toprak yer yer de yabani zeytin ağaçları ve bazı çam türleri mevcuttur. Bu çevrede ormanlık alan Ilıcalardan başlayıp yukarı doğru çıktıkça artar. Sarıcakayanın hemen Mayıslar köyünden çıkıp Eskişehirin Muttalıp köyüne bağlanan yol üzerindeki Dağküplü civarları da ormanlıktır.
Arda, Samrıdan tekrar Yakacıka indi ve oradan İnhisara geçti. İnhisar yaklaşık üç bin nüfuslu şirin bir yerdi. Yol İnhisarın içinden geçiyordu. Girişten bir süre sonra sağa baktığınızda hemen orada iki tane çınar ağacı olan bir meydan görürsünüz. Bu ağaçlar tam ortada birbirine yakındır. Meydana girerken hemen karşıda eczane yanında market vardır. Sağ tarafta Ziraat bankası, Belediye ve hükümet binası vardır. Girişteki eski bina ve belediye binası arasında biraz içerde kalan binanın alt tarafı kahvehane olarak kullanılır. Hemen girişte köşede bir kahvehane daha vardır. İki adet de içerde solda kahvehane vardır. Bu ikisinin önünde oldukça geniş bahçe vardır. Bu kısım ağaçlar ve bitkilerle güzelleştirilmiştir.
Birinci Bölümün Sonu