Milletlerin Ruhunu Taklit Öldürür

Bu ülkede taklit konusunda iki farklı görüşle karşılaşıyorum. Küçükler büyükleri, zayıflar kuvvetlileri nasıl taklit ederlerse, geri kalmış, fakir milletler de gelişmişleri, zenginleri öyle taklit ederler.

yazı resimYZ

Bu ülkede taklit konusunda iki farklı görüşle karşılaşıyorum. Küçükler büyükleri, zayıflar kuvvetlileri nasıl taklit ederlerse, geri kalmış, fakir milletler de gelişmişleri, zenginleri öyle taklit ederler.

Ya da bu yoldan yürümeyenler önlerinde duran hakikate gözlerini kapayıp dünyayı yeniden keşfetmek zorunda kalıyorlar Diğer taraftan, nasıl ki dağlardan çöllere doğru rüzgâr eserse, güçlü, gelişmiş medeniyetlerden zayıflara doğru hayat unsuru öyle akar. Bunlara karşı koymak ise Don Kişotun değirmenlerle savaşına benzer. Aslında hiçbir millet gözünü dünyada olup bitenlere kapamamalıdır; kaparsa yapılan hamlelerin dışında kalır, gözlerini felaketin dibinde açar. Fosilleşmek o milletin kaderi olur. Dünyanın şartları da böyle sosyal varlıklara hayat hakkı tanımaz. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Fakat taklit devlet politikasına dönüşünce işler değişir; milletin ruhu mengenenin cenderesine düşer; bu yok olması demektir. Ruhunu kaybettikten sonra o millet ne ile görecek, hissedecek, karar verecektir

Bu ülkede şartlar ne olursa olsun eğitim ve öğretim kurumlarımızın dünyaya açık olması gerekir. Yani, dünyadaki gelişmeleri okumalı, okutulmalı, mahiyeti, sebepleri ve metotları üzerinde durmalıdır. Ama bunların asıl görevleri kendilerine has değerlerin üzerinde yükselen milli şahsiyetin güçlendirilmesi olmalıdır. Bunu da ancak sosyal bilimlerde eğitim alan insanlar gerçekleştirebilirler. Onlar milletin ruhunu analiz eder ve sanat da onu kuvvetlendirir. Analiz edilip kuvvetlendirilen ruh isteseniz de istemezseniz de kabına sığmaz, kendiliğinden dünyaya açılır. Nerede kendisine yarayan sosyal bir figür bulursa, yitiğini bulmuş gibi alır bünyesine katar. Roma, Osmanlı gibi medeniyetler dünyanın süper güçleri bu şekilde olabilmişlerdi.

Beri taraftan sosyal bilimlerin esas amacı her zaman milli bünyeyi ele almak olmalıdır. Nerede arazları varsa onlardan kurtulmasını sağlamak, gelişmesine yardımcı olmalıdırlar. Bu konular için sanatın en çok sevdiğimiz alanları içinde yer alan; roman, hikâye ve şiir gibi dallardan yararlanması gerekir. Bu sanat dallarının işlevlerini görmesi milli ruhla ilişkili olmalarına bağlıdır, aksi takdirde hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayacaktır. Örneğin, Abdülhak Hamidin şiir yeteneği göklere çıkarılır; ama yazdığı trajedilerden birisi dünyada, hatta memleketimizde bile bilinmez. Ama Namık Kemalin Vatan Yahut Silistresi onun yazdıklarından teknik olarak daha ilkel olmasına rağmen eseri oynandığı zamanlar İstanbul halkı ayağa kalkmıştır! Çünkü yazılan eserin temelinde milli ruh vardır. Hamidin eseri ise Batı romantizminden başka bir şey değildi. Hamit bakış açısını tarihimize çevirip işleyeceği olayları, tipleri oradan seçmiş olsaydı daha çok etkileyici ve orijinal eserlerimiz olacaktı ama olmadı

Yine Halid Ziya, Türk edebiyatının köşe taşlarından biriydi. Onun en bilinen eseri Aşk-ı Memnuyu Nurettin Topçu Hoca şöyle değerlendirmektedir: Batı edebiyatı realizme açıldı; onu da taklide karar verdik. Servet-i Fünuncuların soluk benzi, hasta bir vücuda eklenmiş taklitçi simalardır. Flaubert, Madame Bovaryi yazar; bir kasabalının aile hayatında açılan yaraya dokunmakla Fransız ruhunun gelecek asra da miras kalabilecek sefaletini canlandırır. Halid Ziya Uşaklıgil Aşk-ı Memnuunda bu eseri kopya etmek ister, elinde bir iskelet, bir kelime yığını, cansız bir şişirme kalır. Bu da taklidin cezasıdır.

Zaten edebiyat dünyasını göz önünde bulundurarak bu iki eserin etkisini değerlendirirsek fark açıkça ortaya çıkacaktır. Düşünce ve sosyal bilimlerde taklitçi olmamız Nurettin Topçuyu haklı olarak rahatsız etmektedir: Batı düşüncesi pozitivizmi ortaya koydu; biz hemen, dokunduğundan başkasına inanmayan körler gibi pozitivist oluverdik. diye dert yanmıştır.

Abdullah Cevdet, Baha Tevfik gibi isimler de bu fikirden ortaya çıkmışlardır. Her milletin sosyal yapısı veya bünyesi değişiktir. Dertleri farklı noktalardan ortaya çıkar ve bu dertlerin çareleri de aynı değildir. Maalesef bunları düşünmedik millet olarak Durkheimin öncülük ettiği sosyoloji ekolünün görüşüyle milli mütefekkirimiz Ziya Gökalp söz konusu dertlerimize çare bulmaya çalıştı. Sanatta taklitçi ve yerli olmanın önemini Yahya Kemalde belirgin şekilde görüyoruz. Batının tesirinde yazdığı şiirlerle Mektepten memlekete döndüm dedikten sonra yazdıklarının bir olmadığını şu iki örnekte görebiliriz:

Sicilya kızları üryan omuzlarında sebû;
Alınlarında da çepçevre gülden efserler,
Yayar bu mahfile asabı gevşeten bir bû
Ve gözleriyle derinden bakar gülümserler
Sicilya kızları üryan omuzlarında sebû.

Batılı, hatta Yunani anlayışla yazdığı bu şiiri değerlerimize yöneldikten sonra insanı yüreğinden yakalayan Itri adındaki şiiriyle aynı kefeye girmez elbette.

Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgar,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O deha öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi,
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.

Evet, hasılı kelam milliliğinden, yerliliğinden, kendi olmaktan utanmış, uzaklaşmış, öyle ya da böyle bir şekilde mazisinden uzaklaşan milletlerin, toplumların yaşama tutunmaları, var olmaları mümkün değildir! Zira böyle bir durumda biri şahsiyetini, diğeri hafızasını kaybeder. Hem böyle bir sosyal varlık yaşasa ne olur, yaşamasa ne

Kalın sağlıcakla

Başa Dön