Martının Kanadından Sızan Güneş

-Sen Güneşsin !...

yazı resim

Güneş...

Gökyüzünde asılı üzüm tanesi. Bereket, sıcaklık, aydınlık ve parlaklık simgesi. Binlerce yıldır insanlık, onunla oynaşmış. Bulutların arasından gelişini Mısır’da İsis-Osiris törenleriyle kutlamış, Horus’un gözlerini görmüş onun bedeninde. Antik Yunan'da Dianisos demiş baharla birlikte gelişinin adına, Anadolu’da Hıdırellez. Onun sıcak kollarına ihtiyaç duymuş, hep yaşamak için. Ancak çok fazla gönderiverince de ışınlarını dünyaya, yağmur duasına çıkmış. Aydınlık yarınları düşleyince “ Güneşe akın var ”* diye haykırmış. Güneşe yürümüş, “Güneşin sofrasında oturmuş, dostlarıyla”.**

Benim öznelime ise güneş, bilindik bir öykü ile girivermişti ilk kez. Hani, güneş ve rüzgâr hangisinin daha güçlü olduğu konusunda aralarında bahse girerler. Ve oradan geçmekte olan bir adamın paltosunu üzerinden çıkarmak konusunda hünerlerini göstermeye karar verirler. Rüzgâr tüm hızıyla estikçe adam, paltoya daha sıkı sarılır da; güneş çıkıverince ortaya, paltoyu çıkarıverir üstünden. Bu öyküyü kendisine anlattığım bir arkadaşım, “ Buldum! “ diyerek haykırırken Arşimet’inkine benzer bir ifade yerleşmişti yüzüne.

-Sen, güneşsin!

Can havliyle “Hayır! ” diye, bağırdım. Ben “güneş” değil, “martı”ydım çünkü. Jonathan gibi özgürlüğe tutsak bir martı. Bu uğurda içimde fırtınalar koparıyor, bir damla daha özgürlük için, değil ayağını yorganına göre uzatmak, tam tersi yorganları yakıyordum. Ancak o kararlıydı düşüncesinde. Ve bana o günden sonra hep “güneş” diyerek hitap etti.

Güneş, büyüktü, önemliydi elbette. Ama bana göre 'güneş olmak', hayatta basamaktan düşmek gibi bir şeydi. Güneşe doğru uçan bir martı olabilmek ise, her zaman varılacak hedeften çok, ona giden yola sevdalanan birisi için daha yukarıdaydı.

İşin ilginci; bu isimlendirmeden habersiz olan pek çok kişi daha, zaman içinde farklı nedenlere dayandırarak “güneş” demeye başladılar bana. Belki de onlar, hep atacağı adımın bir sonrasını merak eden martıdansa, sıcaklığında ısınacakları bir güneşe daha çok ihtiyaç duyuyorlardı. Oysa kanat çırpmanın parlaklığıydı, onlara güneş olarak yansıyan şey. Bir yandan gördükleri karşısında ezberleri bozulduğu için, tüm güçleriyle kanatları törpülüyor; bir yandan da “güneşsin işte “ diyorlardı. “Kabul et.”

Kabul ettim, bir gün ben de... Tüm bedenim kabararak, kızararak, kendimi şiirlere vurarak, her gözeneğim tek tek “hayır” diye yutkunarak kabul ettim; ki “Martı değilim.”

Geriye, tek bir seçenek kalmıştı:

GÜNEŞ OLMAK

Elinin ötesi
Dokunmadığın gölge

Koklamadığın karanlık
İçinde büyümediğin çiçek
Olamadığın martı
Atamadığın çığlık
Ucunda kaybolunmuş zaman

Kuyruklu bir yalan
Kendiyle ışıyan
Yıldız olmak

Aynur Uluç

25-05-2004 / 30-06-2006

* Güneşi içenlerin türküsü
** Güneşin sofrasında söylenen türkü
(Nazım Hikmet Ran)

Lara Sanat -Antalya / 2006 sayı 7

] ]

Başa Dön