Ben bir maden işçisiyim. Öğrenciliğim dönemlerinde başlamak üzere, Avrupa’nın değişik yerlerinde uzun süreler yaşadım.Almanya da da çeşitli yerlerde çalıştım. Burası Duisburg kentinin, yabancıların yoğun olarak yaşadığı bir semti. Biz üç erkek arkadaş on yıl önce bu semtte bir apatman dairesine taşındık. Belki de son durak kim bilir! Neredeyse dünyanın her yerinden gelen insanların yaşadığı, son derece canlı olan bu semtte severek yaşıyorum. Bu semtin bakımlı ve güzel olması için gösterilen tüm çabaları aktif olarak ve yürekten destekliyorum.
Oturduğumuz bina dört katlıdır. Giriş katındaki dükkanın üstündeki dairede oturuyoruz. Üstte de iki daire var. O daireler sık sık kiracı değiştirdi.Birileri taşındı, birileri çıktı gitti. Bu ailelerden biri var ki ben onları hiçbir zaman unutmayacağım. 3 sene önceydi, 6 çocuklu bir Kürt ailesi üstümüzdeki daireye taşındı.Ne yalan söyleyeyim onların çok gürültü yapacağı aklımdan geçmedi değil. Canlılığı, hayatiyeti severim ama gürültü başka.Oysa hiç sesleri çıkmıyor, evdeler mi değiller mi belli değil. Şimdi ‘ yahu çocuklar hasta falan mı acaba ‘ diye beni endişelendiren sessizliği düşünüyorum da gülümsemekten kendimi alamıyorum. Kim derdi ki gürültüden değil de sessizlikten rahatsız olacağım.
Onlarla çok iyi ilişkilerimiz oldu. Birbirimizi sevdik, saydık. Beraber yaşadığım arkadaşlarımdan biri hastaydı. Onunla da ayrıca ilgileniyorlardı. Belki gürültü etmemek için gösterdikleri aşırı titizlikte evde bir hastamızın oluşu da rol oynuyordu. Bir süre sonra ağır hasta olan arkadaşımızı kaybettiğimizde bütün aile bize geldiler, acımızı paylaştılar. Arkadaşımızın çevresinde bir daire oluşturdular, dualar okudular.Bu manzara nasıl unutulur ki?
Ailenin 3. çocuğu, kıvırcık siyah saçları,uzun kirpikli simsiyah gözleri olan, çekingen bir kızdı. Almancası mükemmel olan, 14 yaşındaki Helin, okulunda çok başarılıydı. Aldığı notları bana gösterir, bu mutluluğunu benimle paylaşırdı. Günlerden bir gün Helin ağabeyi ile kapımızı çaldı. Elinde birtakım kağıtlar vardı. ‚yardımına ihtiyacımız var’dedi. Onları içeriye aldım.’Bir yığın soru ‚dedi Helin .’bu kağıtların doldurulması lazım’ Biran, Almancası çok iyi olan Helin’in niye kendisinin dolduramadığı sorusu aklımdan geçtiyse de bunun nedenini anlamakta gacikmedim. 19 yaşındaki Emre için doldurulması gereken’ iltica dilekçesi’ idi bunlar. Benim bile zorlanacağım kadar ayrıntılı ve karışıktı. Biz üçümüz yuvarlak masanın çevresine oturduk, yavaş yavaş, bir pazılı biraraya getirir gibi formülleri doldurmaya başladık. Arada, soruların getirdiği konular bir sohpete dönüşüyor, sonra yine işimize dönüyorduk. Emre, ülkesini ne kadar çok sevdiğini, özlediğini ama dönerse 1 yıl sonra askere alınacağını ve belki de kendi insanlarına silah sıkmak zorunda kalacağını, bunu istemiyordu. „Savaştan, silahtan nefret ediyorum,“diyordu. Helin de memleketini, arkadaşlarını, akrabalarını, özellikle de ninesini, dedesini çok özlediğini utangaç bir dille anlattı.
Formüleri doldurmayı bitirmiştik. Emre hüzünlü gözlerini bana çevirerek “ya sen” dedi. “Sen buralı mısın?” “Hayır,”dedim “ben de göçmenim. Bir zamanlar Almanya sınırları içinde , ama şimdi Polonya da olan bir köydenim’İkinci dünya savaşı sırasında bombalanma tehlikesine karşı köyü boşaltmışlar. Babam asker olduğu için beni ve kızkardeşimi alan annem diğerleri ile birlikte köyü terketmişti. Kısa süre sonra dönüleceği söylenen köye bir daha gidilememiş, savaş pekçoklarıyla birlikte bizi de oradan oraya savurmuş, perişan etmiş...” Hüzün, şaşkınlık üzüntü yüklü dakikalar sanki hepimizi uyuşturmuş gibiydi. Birkaç dakika kıpırtısız ve sessiz oturduk. Sonra yukardan bir el bizi çekmiş gibi aynı anda ayağa kalktık ve birbirimize sarıldık.Üçümüzün de gözleri yaşlıydı. Sessizliği Emre bozdu. Gözlerini yakınlarda kaybettiğimiz arkadaşımızın yattığı divana çevirerek kısık bir sesle şunları söyledi.”Galiba her birimiz bu dünyada şöyle veya böyle göçmeniz.”